Uluslararası koşullar iç siyaseti nasıl etkiler? İç siyaset ile dış politika arasında bir ilişki var mıdır? Yoksa bunlar birbirinden bağımsız ve farklı dinamikler çerçevesinde işleyen iki alan mıdır? Bu çerçevede akla gelen “Türkiye’de siyasal sistemin değişim ihtiyacı yalnızca iç politikadaki gelişmelerden mi kaynaklanmaktadır?” sorusudur. Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri olan siyasi sistem değişimi, adı konulmuş haliyle Cumhurbaşkanlığı sistemi birçok yönüyle tartışıldı ve tartışılmaya devam ediliyor. Öngörülen değişimin hukuki, formel, iç siyaset ve ekonomik boyutları kamuoyu önünde seçim kampanyaları ve sokak görüşmelerinde bir şekilde dile getirildi. Ancak değişimin uluslararası şartlar açısından taşıdığı siyasal anlamı üzerinde pek durulmadı. Halbuki ulusal ve uluslararası düzeyde yaşanan dönüşüm ve bunalımlar birbiriyle doğrudan ilgilidir. Uluslararası siyasetin dönüşen yapısına cevap vermek yalnızca dış politika alanında değil kimi zaman iç siyaset düzeyinde de önemli değişimleri gerekli kılar. Özellikle Türkiye gibi toplumsal alandaki hızlı dönüşüme cevap vermekte yetersiz kalan parlamenter sistemlere sahip ülkeler için bu değişim daha da önemlidir.
Kısa ve net bir şekilde ifade etmek gerekirse Türkiye’deki siyasal değişim uluslararası şartların gerekliliği çerçevesinde fakat uluslararası aktörlere rağmen gerçekleşecektir.
Uluslararası Koşullar ve Siyasal Sistem
Uluslararası yapı ya da şartlar dediğimizde soyut bir fenomenden değil sistemin ülkelere sağladığı risk ve fırsatlardan bahsediyoruz. Soğuk Savaş temelde iki süper güç olan ABD ile Sovyetler Birliği’nin birbiriyle rekabeti etrafında şekillenen bir dönemdi. Geri kalan ülkeler ise bu iki büyük gücün sağladığı güvenlik şemsiyesi altındaydı. Özellikle savunma teknolojisi, strateji, ittifak ve dış politika gibi hususlar söz konusu olduğunda bu durum daha fazla geçerliydi. Başka bir deyişle Doğu Bloku’nda yer alan bir ülkenin Sovyetler’den, NATO’da yer alan bir ülkenin de ABD’den bağımsız bir askeri doktrin ya da dış politika belirlemesi söz konusu olamazdı. Tamamıyla bir bağımlılık olmasa da bağımsız bir çizgiden de bahsetmek mümkün değildi. Yapı kendi kendini dayatmaktaydı. Bu dönemde askeri darbelerle iktidarı ele geçiren aktörlerin bile ilk açıklamalarında NATO’ya bağlılık vurgusu dikkat çekmekteydi.
Batı Bloku’ndaki ülkelerin demokratik/liberal, Doğu Bloku’ndaki ülkelerin ise otoriter/sosyalist olduğu ezberini bir kenara bırakarak ifade etmek gerekirse böylesi bir uluslararası yapıda siyasal sistemlerin karakterleri ve işleyiş biçimi verimlilik ve meşruiyet konularıyla ilgiliydi. Rasyonel işleyen bir siyasal sistem daha verimli bir yönetim tarzı demekti. Demokratik bir siyasal sistem ise halkın meşruiyetini elde etme noktasında avantajlıydı. Demokratik ve güçlü bir siyasal sisteme sahip olabilen ya da en azından bu iki ilkeden birini gerçekleştirebilen ülkelerden söz etmek mümkündür. Ancak hem Türkiye hem de bölgesel güçlerin siyasal sistemlerine bakıldığında bu iki dayanaktan da mahrum olduğunu fark etmek zor değil. Türkiye, Ortadoğu coğrafyasında Lübnan ve İsrail’le birlikte demokratik bir yönetime sahip olduğu dile getirilen bir ülke. Halbuki Türkiye’de siyasal sistem istikrarsızlığı bakımından verimsiz, vesayet altında oluşu sebebiyle de demokratik karakteri tartışmalı bir yapıdaydı.
Uluslararası yapının baskın karakterine verimsiz bir sistem ve zayıf siyasal aktörler eklenince Türkiye Soğuk Savaş'ın sonrasına ilişkin bir hazırlık içine giremedi.
Sovyetlerin çöküşü yeni bir uluslararası yapının başlangıcı sayıldı. Rekabet düzeninde çift kutupluluktan tek kutuplu bir yapıya geçişti bu. Nitekim ABD, Sovyetler'in çöküşü ile Orta Asya, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Ortadoğu'da bir güç boşluğuna mahal bırakmamak için bu bölgelerde hızlı tedbirler alma yoluna gitti. 1991 Irak işgali de Ortadoğu coğrafyasını domine etmenin ilk adımıydı. Hem yaşanan sistemik dönüşüm hem de ABD'nin geleneksel bir müttefiki olarak Türkiye'nin jeopolitik konumu yeni fırsat alanlarının açılması demekti. Tam da bu dönemde Özal'ın başkanlık sistemini dile getirmesi bir tesadüf değil. Yeni siyasal sistem yürütmeye ilişkin basit bir değişim değildi.
Artık yeni bir uluslararası yapı söz konusuydu ve bu yapıya ayak uydurma gerekliliği hissediliyordu. Fakat Türkiye ne bu değişimi gerçekleştirebildi ne de dış politika alanında yeni söylem ve hamleleri uygulamaya koyabildi.
Uluslararası Aktörler ve Siyasal Sistem
Bugün geldiğimiz noktada uluslararası siyasetin en dikkat çekici özelliği rekabetin oldukça görünür düzeyde seyrediyor olmasıdır. Mısır’da yaşanan 3 Temmuz darbesine karşın başta ABD olmak üzere neredeyse bütün Batılı ülkelerin darbe destekçisi tavrı liberal söylemlerin örtüsünü uçurmuş durumda. Dahası artık yalnızca tarihsel hasımların değil aynı askeri ittifak içinde yer alan güçlerin bile birbirini zayıflatmaya yönelik çabaları sır olmaktan çıktı. ABD’nin Obama gibi liberal ve pasif görünen bir başkan döneminde Alman Başbakanı Merkel başta olmak üzere neredeyse bütün bakanlarını dinlemiş olması en bariz örnek. Benzer şekilde ABD ve Avrupa ülkelerinin FETÖ’yü açıkça sahiplenmesi, PKK’ya sağladıkları açık ya da örtülü destek, DEAŞ’ın Türkiye’ye saldırıları karşısında NATO’nun hiçbir adım atmaması yine bu rekabetin boyutlarını göstermesi açısından oldukça dikkat çekici.
Bütün bu örnekler devletlerin rekabet ortamında yalnızca güç biriktirmeye değil aynı zamanda rakibini zayıflatmaya odaklandığını gösteriyor. Tarihsel olarak gördük ki kırılgan siyasi sistemlere sahip ülkeler ile iktidarını korumaya odaklanmış otokratlar en fazla manipüle edilen ve tek taraflı bağımlı olmak durumundaki ülkeler. Kırılgan sistemlerde en büyük sorun yalnızca siyasi ve ekonomik istikrarsızlık değil aynı zamanda bu istikrarsızlıkla mücadele edebilecek güçlü ve demokratik yönetimlerin yoksunluğudur. Bugün başta Almanya olmak üzere Avrupalı ülkeler ile kurumsal olarak Avrupa Birliği’nin Türkiye’deki değişimle bu kadar ilgilenmesinin temel sebebi budur. Türkiye’yi kırılgan ve Avrupa’ya bağımlı bir düzlemde tutmak için açıkça pozisyon almaktan çekinmiyorlar. Bu pozisyonu örtmek için kullandıkları otoriterlik, demokrasi ve insan hakları söylemi de artık iş görmüyor. Zira Ortadoğu’da darbeciler ve terör örgütlerini destekleyen, kendi sınırları içinde de başörtüsünü yasaklayan ve basına sansür koyan olağanüstü hal ile yönetilen bir Avrupa var.
Görünen o ki mevcut rekabet ve çatışma koşulları uzun bir süre daha düzensiz bir şekilde devam edecek. Bu koşullar içinde var olmanın en önemli öncülü uygulanabilir bir stratejiye sahip olmaktır. Bu açıdan bakıldığında vesayet odaklarından arınmış, yeni koşulları dikkate alan ve birbiriyle uyumlu bir şekilde çalışan kurumlara sahip olmak söz konusu stratejinin en önemli parçalarıdır. Örneğin dış politikayı oluşturan akıl ile onu uygulamaya koyacak siyasi ve askeri bürokrasi içinde görüş farklılıkları bulunabilir fakat bu farklılık ilgili kurumları birbirinden bağımsız birer aktöre dönüştürmemelidir. Ekonomiden sosyal alana, savunma sanayiinden terörle mücadeleye kadar Türkiye’nin öncelikli bütün meseleleri iç içe geçmiş durumdadır. Türkiye’nin önündeki siyasal sistem değişimi bütün bu meselelerin stratejik bir bakış açısıyla ele alınmasını sağlayacak bir imkan olarak değerlendirilmelidir.