İnsanlar gibi milletlerin de bir kaderi vardır. Türkler, tarihleri boyunca hep batıya doğru göç ettiler. Diğer bir ifadeyle Türk tarihinin karakteristik başarısı batıya doğru ilerlemekle oldu. Başlangıçta konar-göçer ya da diğer bir tabirle göçebe bir kavimdiler. Göçmek de onların kaderiydi sanki. Önce Altaylar’dan Tanrı Dağları’na. Oradan da bin yıllık bir medeniyet yolculuğuna. Hep daha batıya. Afganistan, Azerbaycan, Irak, İran, Suriye, Filistin, Mısır, Yemen, Kuzey Afrika, Anadolu oradan Balkanlar ve Avrupa Viyana’ya kadar. Türkler İslam’dan önce de bugünkü Rusya’nın güneyine, Balkanlar’a ve Avrupa’ya göç etmişlerdi. Ama Müslüman olmadan evvel göç ettikleri toprakların kültür potalarında çok fazla iz bırakamadan eriyip gittiler. Göç Türklerin kaderiydi ama İslam’la birlikte bunun şekli de değişti.
Eski çağlardan bu yana Asya’nın derinliklerinde birlikte yaşadıkları, kültür ve yaşayış açısından Türklere çok benzeyen Moğollar da batıya doğru göç ettiler. Cengiz Han’ın bir araya getirdiği Moğol kabileleri Eski Dünya’nın büyük kısmını Anadolu ve Ortadoğu dahil hakimiyetleri altına aldı. Ama dünya tarihi açısından baktığınızda Türklerden bir farkları vardı Moğolların. Yakıp yıkmışlardı, Bağdat gibi İslam’ın en önemli medeniyet merkezlerini. Ancak kendileri de yakıp yıktıkları kültürel değerler gibi yok olup gittiler. Asla bir medeniyet kuramadılar ele geçirdikleri bu bölgelerde. Türklerin yüzyıllarca birlikte yaşadıkları, göçebe Moğollardan farkı neydi de tarihte pek çok devleti ve Selçuklu, Osmanlı medeniyetlerini hem de anayurtlarından binlerce kilometre uzaklarda, dil ve kültürlerini bilmedikleri coğrafyalarda kurabilmişlerdi. Buna Kıpçak Türklerinin Anadolu’nun kuzeyinde kurdukları Altın Orda ile ve güneyinde Mısır’da kurdukları Memlük devletlerini de ilave etmemiz gerekir.
Daha 9. yüzyıl başlarında Irak’a asker olarak getirilen Türk askerlerinin Bağdat’ın kuzeyinde bugün hala izleri bulunan Melviyye adlı minaresiyle muhteşem bir camiye sahip Samerra (Surre men ra’a - Göreni mutlu eden, sevindiren) şehrini kurduran saik neydi?
Samerra ulu camisinin bir benzerini yine aynı yüzyılda Kahire’de Tolunoğullarının kurucusu Ahmed b. Tolun adındaki komutana inşa ettiren sebep sadece bir tesadüf müydü? Bugün Büyük Türkistan (Ulu Türkistan) dediğimiz coğrafyada göze çarpan anıt mezarların benzerlerini 13-15. yüzyıllarda Mısır’da inşa ettiren muharrik neydi? Aynı yüzyıllarda Yemen’de bir Türk hanedanı kuran Resulilerin alim sultanlarına Türkçe dahil altı dilde sözlük kaleme aldıran, Yemen’de tarımın gelişmesi için “filaha” (ziraat) kitapları yazdıran sebep neydi?
Devletlerimizin Farkı
Türklerin başka dinlere de mensup olsa metbu milletlere, onların dil ve kültürlerine ve inşa ettikleri kültürel mirasa zarar verdiklerine dair rivayetler tarihte hiç olmadı. Ne Ahmed b. Tolun, ne İmadeddin ve Nureddin Zengi, ne Alparslan, ne Baybars, ne Fatih ne Yavuz Selim ne de Kanuni Sultan Süleyman. Uydurma bir rivayet olsa da Hz. Ömer’in İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktırdığını diline dolayanlar, Moğolların 1258’de Bağdat’ı işgal ettiklerindeki ceset tepelerini, Dicle’nin nehre atılan elyazması kitapların suyun rengini mürekkep rengine dönüştürdüğünü anlatan Arap vekayinamelerinden hiç bahsetmiyor. Ayrıca Haçlılar Kudüs’ü işgal ettiklerinde yapılan katliamdan dolayı teraküm eden cesetler ve yollarda akan kanın bir nehir gibi diz boyuna kadar ulaştığından yürümekte zorluk çektiklerini hikaye eden şahitlerin söylencelerini muhtevi Haçlı kroniklerini de konuşmuyorlar.
Bu meyanda hiç Türklerden bahsedilmemesi, Orta Asya’nın derinliklerinden gelerek bin yıldan fazla İslam’ın merkezi coğrafyalarında hakim olan milletimizin bu tür yüzkarası bir sabıkaya sahip olmadığının apaçık delilidir.
Türkleri anayurtlarında aynı şartlarda yaşayan diğer milletlerden ayıran şey veya alamet-i farikaları neydi? Batıya doğru yolculukları ise Moğollar da aynı yolculuğu yapmışlardı. Göçebe Türklerin dinamizmi, askeri teşkilatçılıkları, bin yıllık yolculukları ve şüphesiz İslam’dan evvel hiç devlet kuramamış olan Cahiliye Araplarına iki yüzyıl boyunca İslam’ın verdiği motivasyonun bir benzerini Türklere de vermiş ve Türkler 9. yüzyıldan itibaren 20. yüzyıl başlarına kadar İslam dünyasının sadece hamisi değil aynı zamanda vicdanı olmuşlardı. Türkler bu askeri, siyasi ve iktisadi güçlerini 20. yüzyıl başlarında kaybetmiş olsalar da İslam dünyasının vicdanı olma noktasındaki hassasiyetlerini hiç kaybetmediler. Halihazırda her türlü zorluğa rağmen bu ağır yükü taşımaya devam ediyorlar.
Günümüzde dünyada özellikle de İslam dünyasında meydana gelen herhangi bir problem en çok Türk halkı arasında yankı bulmaktadır. Ülkemizin ekonomik gücü sınırlı olmasına rağmen Myanmar’dan Bangladeş’e, Afganistan’dan Filistin’e, Somali’den Balkanlar’a kadar her yerde Türk halkının tarihin vicdanı olarak yaptıklarına şahit olmaktayız. TİKA, Kızılay, TDV ve İHH gibi pek çok kuruluşumuz Afrika’da su kuyusu açmaktan Dağıstan’da kurban bağışı yapmaya, Türkistan’da yetim okutmaktan Filistin’de hastane inşa etmeye kadar hem varlıklı Batı ülkeleri hem de petrol ve doğalgaz zengini Arap ülkelerinden kat be kat daha fazla yardım yapmaktadır. Bazı zengin Avrupa ülkelerinin 5 bin Suriyeli mülteci alma karşılığında Nobel Barış Ödülü bekledikleri bir ortamda milyonlarca mülteciye sessiz sedasız bakmaktadır. Hatta bazen bu manada şartlarını da epeyi zorlamaktadır.
Batılı Ülkelerin Amel Defteri Kabarık
Batılı ülkelerin 4-5 yüzyıllık sömürge tarihlerinde İspanyol ve Portekizlilerin Amerika kıtalarında, Anglosaksonların Kuzey Amerika ve Avustralya yerlilerine, Fransız, İngiliz ve Hollandalıların Afrikalılara, Fransa’nın Cezayir’de Almanya’nın Namibya’da yaptıkları gün gibi ortadadır. Transatlantik köle ticaretinin acımasız şartları içerisinde milyonlarca insan zulme maruz kaldı ve dini-etnik kimliklerini kaybetti. Çok değil daha 20. yüzyılda Nazilerin Yahudi katliamı, ABD’de 21. yüzyılda dahi zencilere gösterilen ayrımcılık ve kötü muamele, Sırpların Bosna’da yaptıkları, ABD ve Rusya’nın Afganistan’da, yine ABD’nin en son Irak’ta, Rusya’nın Suriye’de yaptıkları hafızalardaki tazeliğini koruyor.
Avrupa’daki İslam karşıtlığına baktığınızda; bin yıldan fazla üç kıtada, günümüzde elliden fazla devletin vücut bulduğu topraklarda hüküm süren Türkler için, Ermeni tehciri gibi dönemin savaş şartlarında yapılması zorunlu bir faaliyet dışında suçlama yapacak bir şey bulamamış olmaları manidardır. İnanın kendi tarihlerindeki gibi bir yüz karası olsaydı bunu çoktan gündeme getirirlerdi.
Üstelik Türklerin Anadolu’da Selçuklulardan beri birlikte yaşadıkları Ermenilerle neden 12-13. yüzyılda bir problem yaşamadıkları, Osmanlıların onlara 16. yüzyıldan itibaren neden millet-i sadıka deyip de 20. yüzyıl başlarında neden onlarla problem çıktığını açıklayamadıkları gibi. Şayet Türkler isteseydi çok uzun zaman evvel Ermenileri ortadan kaldırır, Fransızların Afrika’da milleti Hıristiyanlaştırıp yüzyıllık kısa bir sürede Cezayir’de herkese Fransızca öğrettikleri gibi, pek çok Afrikalının bugün İngilizce ve Fransızca konuştuğu gibi, Sovyetler Birliği’nin Orta Asya’da Rusçadan bir lingua franka yarattığı gibi yönettiği bütün halkları Türkçe konuşturup, Hanefi-Maturidi birer Müslüman’a dönüştürmesi işten bile değildi. Tabi burada en hafifinden dil ve kültürel ögelerden bahsediyorum. Sömürgeci devletlerin katliam ve işkencelerinden, insanları köleleştirmesinden bahsetmiyorum bile.
Ahilik gibi orijinal bir yardımlaşma ve zanaat teşkilatını kuran Türkler, yurt edindikleri ilk yıllardan itibaren Anadolu’yu adeta bir ana kucağına dönüştürmüşler, her ne şekil ve surette olursa olsun Müslim, gayrimüslim tüm sığınmacılara ve mazlumlara kapılarını açmıştır. Moğol istilasından dalga dalga kaçıp gelen on binlerce insanın Anadolu’ya yerleşmesine yardım edenler işte bu Ahi teşkilatının mensuplarıdır.
Beş asırdan fazla süre evvel Katolik İspanyolların Endülüs Müslümanlarını ve Yahudilerini katlettiği bir dönemde sadece Müslümanlara değil Seferad Yahudilerine kollarını açarak Osmanlı topraklarına yerleştirenler yine Osmanlı Türkleriydi.
Yıkan Değil Kuran Bir Devlet
16. yüzyılda Üçüncü Murad, İspanyollar tarafından işgal edilme tehlikesi nedeniyle dönemin en kudretli devleti Osmanlılara başvuran İngilizlere, aradaki büyük mesafeye rağmen, donanmasını göndererek adanın işgalini engellemişti. Yine 16. yüzyıl Fransa’sı da yüzyıl boyunca iç karışıklıklar ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu tehdidinden Osmanlı Türkleri sayesinde kurtulabilmişti. Fransa Habsburglular’a karşı da hayatta kalabilmişse bunu Osmanlıların gönderdiği maddi yardımlar ve ticari imtiyazlar ile asker ve siyasi desteğine borçludur. Şayet Osmanlılar olmasaydı bütün Arap toprakları ve Kuzey Afrika daha 16. yüzyılda İspanyol ve Portekizliler tarafından işgal edilmiş olurdu ve bugün Türkler ve Osmanlılarla ilgili ileri-geri konuşan bazı Arap entelektüelleri ve devlet adamları İspanyolca veya Portekizce konuşan Katoliklere dönüşmüş olurlardı. Bu nedenle Ortadoğu’yu bu istiladan kurtaran Osmanlılara ve Kuzey Afrika’yı işgalden halas eyleyen Barbaros Hayreddin Paşa’ya ne kadar teşekkür etseler azdır.
Osmanlılar Avrupa’ya sadece siyasi ve askeri değil aynı zamanda insani yardım da götürdüler. 19. yüzyılda İngilizlerle mücadele halinde olan Katolik İrlanda’nın ana besin ürünü patates istihsalinde ortaya çıkan azalma neticesinde o dönemde sekiz milyonluk nüfusun yüzde onu açlıktan ölmüş, bir milyondan fazlası ise göç etmişti. İngilizlere karşı çok zor durumda kalan İrlandalılara Sultan Abdülmecid önemli miktarda maddi yardımda bulunmuştu.
Osmanlı Devleti son günlerini yaşarken dahi Nuri paşa komutasındaki Kafkas-İslam Ordusu Ermeniler ve Rusları mağlup ederek Bakü’yü işgalden Azerbaycan Türklerini zulümden halas etmişti. Tıpkı günümüzde Ermenistan’ın Karabağ’ı işgaline son vermek amacıyla Azerbaycanlı kardeşlerimizle beraber olduğumuz gibi.
Türk ulusu, Türk halkı yardıma muhtaç olanlara elindeki her şeyi vermiştir. İkinci Dünya Savaşı'nda toprakları Mihver devletlerince işgal edilen ve yokluk içerisine düşen Yunanlı komşularımıza, Türk Kızılayı yoluyla Türk halkı vapurlarla gıda yardımında bulunmuştu.
Rumların Kıbrıs’ta yaptıkları bütün zulümlere, işkencelere ve katliamlara rağmen 1974 Barış Harekatı’nda evini ve ailesini kaybederek Türk askerlerinin arasına düşen bir Rum çocuğunu kucağına alıp ailesini bulmak maksadıyla birliğine teslim eden Mehmetçiğin, 2017’de ürkek bir şekilde Türk askerinin yanına gelip çikolata ve şekerlemeleri aldıktan sonra Mehmetçiğimize el sallayan Suriyeli çocuğun görüntüleri hala aklımızda. Şayet Srebrenitsa’da Birleşmiş Milletler Koruma Gücünde Hollandalı askerler yerine Türk askerleri olsaydı canları pahasına Bosnalıların soykırıma uğramasına izin vermezlerdi.
Türk ordusu yıllardır Kuzey Irak’ta harekat yapmasına rağmen, bu konuda herhangi bir sabıkası bulunmamaktadır. ABD’nin Irak’ta, Rusya’nın Suriye’de yaptıklarıyla karşılaştırıldığında şayet Türk askerinin en ufak bir kusuru olsa bunun uluslararası manşetlere çıkacağı çok açık. 1990'larda Saddam Hüseyin kendilerine zulmettiği, PKK’nın Suriye'nin kuzeyinde evlerinden barklarından ettiği Kürtler yine sığınacak bir melce olarak Türkiye’ye geldiler. Suriyeli dört milyona yakın mülteci de yıllardır ülkemizde misafir edilmekte.
KKTC, Afganistan, Lübnan, Kosova, Bosna, Arnavutluk, Suriye, Irak, Libya, Somali, Katar, Pakistan ve Azerbaycan’da bayrak gösteren Türkiye, özellikle son yıllarda Suriye’den Libya’ya Azerbaycan’dan Irak’a sadece siyasi-askeri açıdan sonuç alıcı hamleler yapmakla kalmamakta, bin yıldan fazladır süren tarihin vicdanı olmak görevini bütün sıkıntılara rağmen devam ettirmektedir. Dünyanın neresinde insani bir problem olsa dini, etnik ve mezhebi herhangi bir ayırım gözetmeksizin, tıpkı tarihinde olduğu gibi, hem devlet hem de özel kuruluşlarıyla, oraya yardım için yer almakta ve tarihin kendisine yüklediği bu aziz görevi bihakkın yerine getirmektedir.
İşte bunun için Balkanların bir dağ köyünde kimsesiz bir yaşlı teyzenin hala umutla beklediği gibi; “beklenen” Türk’tür.