Kriter > Söyleşi |

OECD Daimi Temsilcisi Prof. Dr. Kerem Alkin “Dünya 1970’lerin Dünyası Değil, Atılacak Yanlış Adımların Faturası Ağır Olur”


Türkiye’nin OECD Daimi Temsilcisi Prof. Dr. Kerem Alkin ile dünyanın nereye doğru evrileceğine ya da ne tarafa doğru devrileceğine dair ekonomi merkezli bir söyleşi gerçekleştirdik.

OECD Daimi Temsilcisi Prof Dr Kerem Alkin Dünya 1970 lerin
OECD Daimi Temsilcisi Prof. Dr. Kerem Alkin

Dünya önce pandemi, sonrasında ise Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi olarak başlayan ama altı aydır bir sonuca ulaşmadan süren bir savaşın artçı şoklarıyla sarsılıyor. Kırılan tedarik zincirleri, enerji bağımlılığı, stokçuluk, tahıl koridoru, küresel gıda enflasyonu, ağır resesyon, stagflasyon, neoliberal ortodoks ekonomi; son dönemde sıklıkla duyduğumuz kavramlardan, sorunlardan bir kısmı. Türkiye’nin OECD Daimi Temsilcisi Prof. Dr. Kerem Alkin ile dünyanın nereye doğru evrileceğine ya da ne tarafa doğru devrileceğine dair ekonomi merkezli bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu sorunların siyasi düzlemdeki izdüşümlerini de aktaran Prof. Alkin, Türkiye’nin izlediği yolun parametrelerini verirken, muhtemel sonuçlarını da anlattı.

SÖYLEŞİ: FERHAT PİRİNÇÇİ

 

Covid-19 beklenmeyen bir olaydı, dünyada tedarik zincirlerini olumsuz etkiledi. Ardından gelen Rusya-Ukrayna Savaşı bu olumsuzluğu daha da artırdı. Size göre küresel ekonomik sistemde Covid öncesinde de sorunlar var mıydı? Bu iki olay sonrasında ise Türkiye bilhassa Avrupa’nın kırılan tedarik zincirinde öne çıkıyor gibi görünüyor. Neler dersiniz?

Biliyorsunuz, gerçekleşme olasılıkları düşük olsa da gerçekleşmesi halinde dünya siyasetinde ve küresel ekonomide çok büyük değişikliklere sebep olan olaylara ekonomi literatüründe son dönemde “siyah kuğu” deniyor. Bu “black swan” tabirini malumunuz olduğu üzere son dönemde sıklıkla ben de makalelerimde kullanıyorum. Küresel pandemi ve Rusya-Ukrayna Savaşı tam da “siyah kuğu” tanımına giren, ardı ardına yaşamakta olduğumuz, ciddi kırılmalara sebep olan iki önemli kriz oldu. Enteresan ve acıdır ki, Avrupa’da eski Yugoslavya’nın parçalanması ve bu parçalanma sürecinde Bosna Hersek’te, Hırvatistan’da ve Sırbistan’da yaşanan insanlık trajedilerini, yani bizi ciğerimizden yaralamış olan o olayları, sanki Avrupa’nın göbeğinde yaşanmamış gibi, Avrupa’da yaşanmış bir savaş olarak görmeyen uluslararası siyaset, garip bir tabirle, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali için, “İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk kez Avrupa’da savaş” gibi bir ifadesini kullanıyor. Avrupa’da iki bloku, Atlantik ve Rusya’yı bu ölçüde karşı karşıya getirebilecek bir savaş hayli düşük olasılık olarak görülen bir gelişmeydi; ama gerçekleşti. Dolayısıyla Covid-19 küresel virüs salgını ve aynı zamanda Rusya-Ukrayna Savaşı uluslararası siyaseti ve dünya ekonomisini iki siyah kuğu olarak hazırlıksız yakalamış ve büyük değişikliklere yol açmış olaylar olarak karşımıza çıktı.

Bu olaylar patlak vermezden evvel göz ardı edilen, ihmal edilen bazı hususlar var. Nedir? Çoktandır farkında olunsa da, ‘herhalde buradan bir sorun çıkmaz’ denilen meseleler. Bunlardan bir tanesi bağımlılık meselesi yani “dependence”. Bağımlılıktan kastettiğimiz, örnek vermek gerekirse, Avrupa’nın ve ABD’nin içinde bulunduğumuz dönemde çok ciddi boyutlarda Asya Pasifik’e ve özellikle de Çin’e bağımlı ekonomilere dönüşmüş olmaları. Hammaddeyi, ara mamulü, nadir metalleri, nihai ürünleri daha ucuza ve daha büyük miktarlarda üretmesinden dolayı genel olarak dünyadaki birçok şirketin tedarikinin çok büyük kısmını Çin ve Asya Pasifik’ten gerçekleştirdiği bir dünya. Tabii iki siyah kuğu hem Covid-19 hem de aynı zamanda Rusya-Ukrayna Savaşı genel manada bu bağımlılığın çok ciddi manada sorgulanmasına sebep oldu. Ülkeler farkında olmalarına rağmen bu bağımlılık sorununu daha önce yeterince sorgulayamamalarının ne kadar ciddi bir hata olduğunu bir kez daha gündeme getirdiler. Birinci konu bu. İkinci konu da Avrupa’nın enerji ile ilgili sınavı; çünkü söz konusu Rusya-Ukrayna Savaşı patlak vermezden evvel, malum Rusya’nın zaten daha önce Ukrayna’nın doğusunda bazı bölgeleri ve Kırım’ı ilhakı ile ilgili yaşanan bir süreç var 2014’te. Ve bu süreç yaşandıktan sonra Rusya bir gün belki de bu noktanın gerçekleşeceğini öngörerek, 2014’ten itibaren Avrupa’ya yaptığı enerji ihracatının toplam enerji ihracatı içindeki payını stratejik olarak yüzde 13’ten 6’ya indirmiş; ama, Avrupa ise çok enteresan bir şekilde enerjide Rusya’ya olan bağımlılığını yüzde 28’den 37’ye çıkartmış.

Dolasıyla burada Atlantik İttifakı’na dahil olan ülkelerin mal ve enerji ticaretinde, doğrusunu söylemek gerekirse ileride problem yaşayabilecekleri ülkelere bağımlılıklarını yeterince sorgulamadıkları için; Covid-19 ve Rusya-Ukrayna Savaşı ile sorgulamadıkları bu bağımlılığın kendileri için ne kadar büyük bir risk oluşturduğunu hızlı bir şekilde idrak ettikleri ve buna çözüm üretmeye çalıştıkları bir sürecin içinde bulduk kendimizi. Bu nedenle Atlantik kanadı, Atlantik Okyanusu’na kıyısı olan ülkeler ve genel manada Avrupa, hem mal tedarikinde, hem de enerji tedarikinde bu tür bir bağımlılıktan nasıl kurtulacaklar, ellerindeki tedarik imkanlarını nasıl çeşitlendirecekler, şimdi bunun derdine düşmüş durumdalar. Bu da küresel ticaret açısından “nearshoring” dediğimiz söz konusu tedariki mümkün olduğu ölçüde ülke içerisinden; ama, bunu gerçekleştirmek mümkün değilse de, artık daha yakın coğrafyalardan tedarik ile ilgili daha önce de var olan ama bir miktar ihmal edilmiş olan yeni yaklaşımları tekrar canlandırdı.

Türkiye de bu yönüyle bakıldığı zaman, hem NATO başta olmak üzere çeşitli uluslararası kurumlara üyeliği ile Atlantik İttifakı’nın parçası olan bir ülke olması, hem de coğrafi olarak Atlantik İttifakı’na yakın bir ülke olması ve aynı zamanda da üretim becerileri açısından dünyada yüksek kalitede üretimi seri bir şekilde gerçekleştiren ve bunu seri olarak tedarik merkezine ulaştırabilen bir ülke olması nedeniyle öne çıkmış durumda. Bu öne çıkış da doğal olarak Türkiye’nin ihracat hacmine hiç kesilmeksizin yeni rekor rakamları ile yansıyor.

 

AVRUPA KRİZLERE BECERİKLİ TEPKİLER VEREMİYOR

 

Bağımlılık ve enerji konusundan bahsettiniz, Avrupa’nın ve küresel tedarik coğrafyasının krizlere adaptasyonu konusunda ne dersiniz? Yani kısa vadede bunun etkilerini ortadan kaldırabilecekler mi veya buna mukabele edebilecekler mi? Çünkü jeopolitik riskler devam edecek gibi görünüyor.

Uzun zamandan beri yüksek yaşam standardında yaşama alışkanlığı, toplumlarda genel manada krizlere karşı hızlı beceri ortaya koyma, hızlı çözüm üretme, birlik ve beraberlik içerisinde yaşanan krizlere tepki verme, birlikte hareket etme kültürünü olumsuz yönde etkiliyor. Bu nedenle, 2008 küresel finans krizinden bu yana aslında ABD ve Avrupa’nın yani Atlantik İttifakı üyesi ülkelerin ardı ardına yaşadıkları krizlere, gerek 2008 küresel finans krizine, ardından Covid-19’a, bugün ise Rusya-Ukrayna Savaşı’na beklenen ölçüde becerikli tepkiler verdiğini söylemek zor. Dolayısıyla da bu yönü ile bakıldığında Atlantik İttifakı açısından bunların her birisi siyasi, ekonomik, ticari ve toplumsal sınavlar anlamına geliyor ve çok ciddi sınavlardan geçildiğini ifade edebilirim. Bu yönüyle, kriz yönetimi konusunda da geçmişteki eksiklikleri, geçmişteki ihmalleri telafiye yönelik olarak da ciddi bir çaba söz konusu.

OECD Daimi Temsilcisi Prof. Dr. Kerem Alkin

Alkin "Bu sonbahar-kış Avrupa açısından hükümetlerin azalan doğal gazı kime vereceğine karar verecekleri bir dönem olacak: Sanayiye mi, hanelere mi? Almanya’nın “çok ciddi sosyal hareketlenmelerle mücadele etmek zorunda kalabiliriz” diye açıklamalarda bulunduğu bir ortamda, para politikası tedbirleri ile işsizliği ve fakirleşmeyi azdırırsanız, bu 1970’lerdeki petrol krizine benzemez."

 

 

AVRUPA’DA ZORUNLU TASARRUF DÖNEMİ

 

Avrupa Birliği çatısı altında özellikle yaklaşmakta olan olası enerji tedarik krizine yönelik, Rusya’nın doğal gazı kesebilme ihtimaline bağlı olarak, oluşturulacak olan alternatif çözümler ile ilgili tablo hala yeterince netlik kazanmış değil. Ülkeleri özellikle bu yıl sonbahar ve kış aylarında yüzde 15 oranında doğal gaz kullanımında tasarrufa ikna etmek oldukça zor oldu. AB Komisyonu’nun bu kararını başlangıçta ülkeler bir nevi kendilerine empoze edilmiş bir karar olarak, kendi bağımsızlıklarına müdahale olarak algıladı. Ancak, daha basit çözümler daha farklı çözümler söz konusu olmadığından, ülkeler kısa bir direnmeden sonra AB Komisyonu’nun ortaya koyduğu bazı adımlara iştirak etmek durumunda kaldılar. Bu yönü ile bakıldığında aslında toplumsal ahenk ve aynı zamanda ekonomik ticari sıkıntılar bazında şu ana kadar çok kalıcı çok iyi çözümler üretildiğini söylemek mümkün değil. Bir de Avrupa Birliği’nin Avrupa Birliği olma ruhuna, Atlantik İttifakı’nın Atlantik İttifak’ı olma ruhuna çok uygun olmayan birçok olaya şahit olduk hep beraber. Covid-19 küresel virüs salgını sürecinde bir başka ülke tarafından satın alınmış veya bir başka ülkeye sevk edilmek üzere yola çıkmış olan çeşitli Covid-19 ile mücadele malzemelerine başka ülkeler tarafından el konduğunu, o ülkenin kendi ihtiyacını karşılamak amacı ile başka bir ülkeye sevk edilen ürünlere o ülkenin gözünün içine baka baka adeta el koyması gibi enteresan olaylara şahit olduk. Bu ister istemez AB projesinin ve Atlantik İttifakı’nın birlikte hareket etme kültüründe ve aynı zamanda ittifak ruhu açısından bakıldığında bazı örselenmelere sebep oldu. Bu da bir yönüyle bakıldığı zaman krizin insani boyutunun yönetiminde de aslında iyi bir performans ortaya konamadığı anlamına geliyor.

Türkiye bu dönem içerisinde 160’a yakın ülkeye hiçbir ücret talep etmeden elinden gelen bütün gayret ile her türlü küresel virüs ile mücadele malzemesini ulaştırabilme becerisi ortaya koyan, bu ürünleri hem üreten hem de aynı zamanda bunun lojistiğini sağlayan bir ülke olması itibari ile kriz yönetimi konusunda sahada ve masada güçlü ve insani değerlere ağırlık veren bir diplomasi becerisi ortaya koyması itibari ile bu iki siyah kuğudan kaynaklanan krizi şu ana kadar en itibarlı yöneten ülke oldu. Uluslararası itibarı katlandı. Afrika’nın kıtlıkla karşı karşıya kalma riskine karşı BM’ye en büyük desteği veren ve savaşan iki ülkeyi aynı masada dünyanın gıda krizini çözebilmek adına birlikte hareket etmeye ikna edebilen tek ülkeyiz.

 

ELBETTE KÜRESEL ÇABAMIZ BİRİLERİNİN HOŞUNA GİTMEYECEKTİR

 

Tahıl koridorunu dahil ederek sorumu sormak istiyorum. Türkiye’de son dönemde tahıl diplomasisi var, Karadeniz gazı ile beraber enerjinin tedarik merkezi olması söz konusu. Özellikle Ukrayna meselesindeki müzakerelere yönelik barışçıl bir pozisyonumuz, kolaylaştırıcı ve arabulucu bir rolümüz var. Dolayısıyla bunun kısa, uzun ve orta vadeli sonuçları neler olabilir ekonomik anlamda. Hem Türkiye açısından hem de dünyaya sağladığı faydalar neler olabilir?

Görebildiğimiz kadarı ile Türkiye’nin uluslararası siyasette hak ettiği saygınlıktan memnun olmayan bazı çevreler var hiç kuşkusuz. Dolayısıyla da bu çevrelerin ortaya koyduğu dezenformasyon ve yanlış bilgilendirme çabalarına yönelik, Türkiye olarak sadece insani bir mücadele ortaya koymuyoruz; aynı zamanda ortaya koyduğumuz bu insani mücadelenin dünya tarafından doğru okunmasını sağlayacak bilgileri, doneleri, verileri de dünya ile paylaşmak anlamında bir mücadele veriyoruz. Çok şükür ki BM, Türkiye’nin ortaya koyduğu bu yoğun diplomatik çabaları en çok takdir eden uluslararası kurumlardan birisi. BM’nin bu konuda Türkiye’nin mücadelesini alkışlayan tutumu, Türkiye’nin bu çabalarını dezenforme etmeye çabalayan çeşitli çevrelerin kirli oyunlarını da bertaraf ediyor.

Türkiye, şu ana kadar Rusya ve Ukrayna ile de son derece başarılı bir denge politikası izledi. İki ülke arasında en hızlı şekilde bir ateşkes sürecinin gerçekleşmesi ve masaya oturulmasını sağlayacak bir sürecin oluşturulmasında şu anda mekik diplomasisini yürütebilecek ender ülkelerden birisiyiz. Çünkü her iki ülkeye de duruşumuzla ne kadar inandırıcı bir ülke olduğumuzu iki ülkenin bir an önce bir ateşkes ile masaya oturması konusundaki çabalarımızın ne kadar samimi olduğu noktasında kendimizi ortaya koyduk ve bütün dünya bu çabalarımızın farkında. O yüzden doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye açısından şu dönemde önemli bir başarıyı ortaya koyduğumuz söylenebilir. Fakat tekrar vurgulamak gerekirse Türkiye’nin artan itibarından ne yazık ki memnun olmayan çevreler söz konusu. Bu nedenle de önümüzdeki dönemde Türkiye’nin bu samimi ve yürekten çabalarını belki dezenforme etmeye çalışacak birtakım çabalar da gözlemlemeye devam edeceğiz. Burada ortaya koyduğumuz diplomasi becerisini ve yoğun mekik diplomasisini dünya kamuoyuna ne kadar güçlü bir şekilde mal edersek o derecede dezenformasyon çabalarını bertaraf edeceğimize yürekten inanıyorum.

 

ÇİN TEDARİK KRİZİNİ YÖNETEMEDİ

 

Tekrar küresel krize dönecek olursak, yapısal etkileri söz konusu olur mu acaba krizlerin? Yoksa Covid ve Rusya’nın Ukrayna işgali sona erdikten sonra her şey eski rayında devam eder mi?

Burada tabii kritik olan konu iki siyah kuğu hem Covid-19 küresel virüs salgını hem de aynı zamanda Rusya-Ukrayna Savaşı; sadece Rusya değil aynı zamanda Çin’in de dünya ekonomisi ve siyasetindeki konumunun sorgulanmasına yönelik bazı hususları gündeme getirdi. Özellikle Atlantik İttifakı çok uzunca bir dönemden bu yana neredeyse son 20-22 yıllık dönem içerisinde Çin ekonomisine tedarikte bu kadar bağımlı olmanın ne kadar sorun oluşturabileceğini yeniden gözden geçiriyor. İşin enteresan tarafı bu dönemde Çin’de de bu sorgulamalar yapılırken, kendisinin dünya ekonomisinin ihtiyaçlarını karşılamada son derece maharetli ülke olduğu noktasında çok da başarılı bir performans ortaya koyamıyor. Gerek kendi ülkesinde sıfır vaka politikasını öne çıkararak gerekse de dünya siyasetinde, ekonomisindeki gelişmeleri dikkate alarak sıklıkla bu küresel tedarik zincirindeki sorunu besleyecek birtakım tutumlar sergiliyor.

Limanlarda mal sevkiyatı ile ilgili olarak sorunların bir türlü giderilemediğini görüyoruz. Dünya ekonomisi malumlarınız olduğu üzere otomotiv endüstrisinden savunma endüstrisine, haberleşme endüstrisinden imalat sanayiinin değişik sektörlerine bütün sektörleri geniş ölçüde etkileyen bir çip sorunu yaşıyor. Bu çip sorununun çözümüne yönelik olarak ülkelerin aslında iyi bir performans ortaya koyamadıklarını görüyoruz. Bu nedenle çok enteresandır ülkeler bu tür kritik ürünleri artık ağırlıklı olarak kendilerinin üretmesi gerektiği ve dolayısıyla da ileride çip başta olmak üzere çok kritik malzemelerde tedariki zor olabilecek olan malzemelerde ülke ekonomisinin neredeyse durmasına sebep olacak kritik ürünlerde artık kendi ihtiyacını kendisinin gidermesi yönünde yeni eğilimleri de öne çıkarıyorlar.

 

KENDİ KENDİNE YETEBİLMENİN ÖNEMİ FARK EDİLDİ

 

Kendi kendine yetebilen ülke olma algısının dünya ekonomisinde arttığı bir dönemin içerisinden geçiyoruz. Oysa bu iki siyah kuğu yaşanmazdan evvel yani küresel virüs salgını ve Rusya-Ukrayna Savaşı patlak vermezden önce çok değil 5 sene öncesine baktığımızda ülkeler kendi kendine yetebilme fikriyle ilgili olarak bunu çok demode, artık önemini yitirmiş bir fikir olarak görüyorlardı. Dünyanın birçok yerinden, farklı coğrafyalardan her türlü ürünü, her türlü hammaddeyi, her türlü ara mamulü, her türlü nadir metali ve çipi rahatlıkla temin etmek söz konusu iken kendi kendine yetebilme adına bunları ülke içerisinde üretmek için ciddi yatırımlara soyunmanın son derece anlamsız olduğu düşünülüyordu. Fakat iki siyah kuğu şunu gösterdi ki bazı kritik ürünlerde, bazı kritik bileşenlerde, çip gibi stratejik ürünlerde ülkeler açısından giderek önemi artan bir kendi kendine yetebilme fikri söz konusu.

Bu nedenle de önümüzdeki dönemde küresel ekonomi ve uluslararası ticaret açısından iki önemli kavram ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığına şahit olabiliriz. Bir kendi kendine yetebilme kavramının ciddi manada sorgulanması. Ama bu sorgulamayı da belki tetikleyecek olan bir başka risk olarak gördüğüm tartışma da enerji, gıda ve kritik ürünlerde milliyetçilik eğilimi. Yani önemli bir tarım ve gıda üreticisi bir ülke olmanıza rağmen arka arkaya çıkan küresel ve bölgesel riskleri dikkate alarak sahip olduğunuz tarım ve gıda ürünlerini dünyanın başka ülkeleri ile paylaşmak konusunda giderek daha cimri bir eğilim ortaya koymanız, sahip olduğunuz enerji imkanlarını giderek daha az paylaşma eğilimi göstermeniz, sahip olduğunuz nadir metalleri veya çipleri giderek daha zayıf şekilde dünya ile paylaşma eğilimi göstermeniz söz konusu. Dolayısıyla küresel ekonomi ve uluslararası ticaret açısından mutlaka dikkatle takip etmemiz gereken başka bir önemli risk de gıda milliyetçiliği, enerji milliyetçiliği ve nadir metaller, nadir toprak elementleri milliyetçiliği olarak ifade edilebilir.

Bu konuda avantajı olan ülkeler ellerindeki bu avantajı bir nevi silah ya da küresel siyasette tehdit unsuru olarak başka ülkelere gözdağı vermek için kullanma eğilimlerini eğer yoğunlaştırırlarsa, ülkeler arasında kendi kendine yetebilme çabalarının daha da artmasına sebep olacak. Çünkü ülkeler bir süre sonra diyecekler ki birkaç sene öncesine kadar herhangi tarım veya gıda ürününü herhangi bir enerji türevini herhangi bir nadir metali veya nadir toprak elementini bir başka ülkeden rahatlıkla temin edebiliyorduk bu nedenle söz konusu bu hammaddeleri, ara mamulleri veya bileşenleri kendi ülkemde üretmem şart değildi. Ama şimdi öyle bir noktaya gelmiş durumdayız ki, ülkeler ürettikleri bu tür ürünlerde bu tür hammaddelerde ara mamullerde bunu bir başkasından tedarik etme konusunda bilerek daha cimri bir tavır ortaya koyuyorlar. Bunu kendileri açısından uluslararası siyasette bir avantaj, adeta başka ülkelere göz dağı verebilecek bir imkan olarak kullanma eğilimi gösteriyorlar. O zaman ülkeler uluslararası ticarette bazı ürünleri, bazı hammaddeleri, bazı parçaları, bazı nadir metalleri temin etme konusunda giderek daha fazla zorlanacak, çip bulma konusunda giderek daha fazla zora girecek. Böylece kendi kendine yetebilme kavramının birdenbire hız kazandığı bir süreci görebiliriz.

OECD Daimi Temsilcisi Prof. Dr. Kerem Alkin

Alkin "Atlantik İttifakı’na dahil olan ülkelerin mal ve enerji ticaretinde, doğrusunu söylemek gerekirse ileride problem yaşayacağı ülkelere bağımlılıklarını yeterince sorgulamadıkları için; Covid-19 ve Rusya-Ukrayna Savaşı ile bu bağımlılığın kendileri için ne kadar büyük bir risk oluşturduğunu idrak ettikleri ve buna çözüm üretmeye çalıştıkları bir sürecin içinde bulduk kendimizi."

 

TÜRKİYE’NİN ERKEN FARKINDALIĞI

 

Türkiye enteresandır, öteden beri kendi kendine yetebilmenin her daim farkında olan bir ülkeydi. Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’ndan bu yana savunma endüstrisinde farklı dönemlerde enerji, tarım ve gıda ile ilgili olarak her daim kendi kendine yetebilme kavramı ile ilgili zaten bir farkındalık içindedir. Son 20 yıl içerisinde, bu konudaki farkındalığın bir parçası olarak savunmada da küresel tedarik zincirindeki rolümüzde de bazı kritik ürünlerde de savunma endüstrisinde de enerji sektöründe de kendi kendine yetebilmeyle ilgili becerilerimizi, olağanüstü bir hızla artıracak birçok yatırım hamlesini gerçekleştirmekteyiz.

Hatırlayalım, bundan on sene öncesine kadar, Türkiye açısından bu kadar sondaj gemisine sahip olmak, bu derece doğal gaz/petrol arama gemisine sahip olmak bir hayaldi veya çok anlamsız görüyorduk. Ama son on yıl içerisinde Türkiye çok net bir şekilde tarımda, gıdada, enerjide, imalat sanayiinin stratejik sektörlerinde, savunmada kendi kendine yetebilen bir ülke olmanın Türkiye’ye kendi coğrafyasında ve dünya siyasetinde ne kadar önemli hareket kabiliyeti ne kadar önemli saygınlık ve güç kazandırdığını ciddi manada fark etmiş durumda. Bu nedenle Türkiye’ye kendi kendine yetebilme noktasında büyük imkan ve kabiliyet sağlayan tüm bu milli ve yerli proje mücadelemizi de büyük bir şevkle, büyük bir azimle sürdürmeliyiz.

 

STOKLAMA EĞİLİMİ SÜRDÜKÇE KÜRESEL ENFLASYON DEVAM EDECEK

 

Malum bu son krizlerin bir yansıması da küresel anlamda enflasyonun artışa geçmesi. Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkede son dönemlerin rekorları kırılıyor ve bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Küresel enflasyonun geleceği nasıl olacak, bununla nasıl mücadele edilebilir sizce, nasıl bir öngörüye sahipsiniz bu konuda?

İktisat bilimi 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında insanoğlunun önce rasyonel olduğunu umut etmiş ve bütün iktisat teorisi, insanoğlunun rasyonelliği üzerine oturtulmaya çalışılmış. Fakat sonra anlaşılmış ki, insanoğlu genel manada, bilhassa kriz dönemleri başta olmak üzere arzu edilen ölçüde rasyonel davranışlar göstermiyor. Bu nedenle, küresel virüs salgını ve üstüne gelen Rusya-Ukrayna Savaşı, siz de farkındasınızdır, dünya ekonomisi açısından çok dikkatle takip etmemiz gereken önemli bir reaksiyonu, önemli bir tepkiyi tetikledi: Stoklama.

Şimdi İkinci Dünya Savaşı’na bakalım, Birinci Dünya Savaşı’na bakalım, Kore Savaşı’na bakalım. Bu tür savaşların büyük çaplı ve daha dar coğrafyaları etkileyen savaşların olduğu dönemde insanoğlu, yaşanan savaş kendisinden çok uzakta bile olsa, genellikle bu savaşın ana ve artçı etkilerinden duyduğu endişeye bağlı olarak bir stoklama eğilimi gösteriyor. Bu nedenle iki önemli problem yani küresel virüs salgınının Uzak Doğu’dan Batı’ya yani Asya-Pasifik’ten Atlantik’e doğru mal sevkiyatını, mal lojistiğini olumsuz yönde etkilemesi, üstüne gelen Rusya-Ukrayna Savaşı küresel anlamda stoklama eğilimini patlattı.

Şirketler ve insanlar, ihtiyaçlarından daha fazla miktarda hammaddeyi, ara mamulü veya nihai ürünü bir şekilde stoklamak istiyorlar. Çünkü bunu yeterince stoklamamaları halinde ileride bu ürünlerden mahrum kalacaklarına dair endişeleri var. Hatırlayın, Batılı ülkelerde insanların tuvalet kağıdı için birbirleriyle yumruklaştığı sahnelere ne yazık ki şahit olduk. Bu yönüyle bakıldığı zaman, insanoğlunun stoklama güdüsü, iktisadi anlamda bir kere enflasyon anlamına gelir. Çünkü gelecekte ihtiyaçlarınızı karşılamak amacıyla göstereceğiniz bir talep eğilimini erkene almak suretiyle o dönem için üretilen mal ve hizmet miktarıyla, buna gösterilecek olan talep arasında talep lehine büyük bir dengesizlik oluşturuyorsunuz. Bu dengesizlik de ister istemez söz konusu yüksek miktarda talep edilen malın fiyatında ciddi artışa sebep oluyor. Bu nedenle, gerek küresel tedarik zincirinde yaşanan aksaklıklar gerekse bu aksaklıkların zaman zaman daha da derinleşerek devam edebileceğine dair endişeler, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın sebep olduğu ana ve artçı psikolojik etkiler yani bunların tümü, dünyada hem gerçek kişiler hem de tüzel kişiler için ciddi bir stoklama eğilimini beraberinde getirdi. Dolayısıyla küresel tedarik zinciriyle ilgili kriz algısı sakinleşene kadar, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ana ve artçı psikolojik etkileri büyük ölçüde yavaşlayana veya önemli ölçüde etkisini kaybedene kadar insanoğlu muhtemelen bu stoklamayla ilgili eğilimini sürdürecek. Stoklama eğiliminin devam etmesi dolayısıyla söz konusu mal ve hizmetlere, hammaddelere gereğinden fazla talep eğilimi gösterilmesi bitene kadar da biz bu küresel enflasyon şokunu yaşamaya devam edeceğiz.

 

STOKLAMA, TÜRKİYE’YE DIŞ TİCARET FAZLASI VERDİRMİŞTİ

 

Aynı olaylar hatırlanacak olursa Kore Savaşı’nda da yaşanmıştır. Kore Savaşı’nda da ülkeler ciddi miktarda tarım ve gıda stoklaması yapma ihtiyacı hissetmişlerdir çünkü bütün dünyada insanlar Kore Savaşı’nın üçüncü bir dünya savaşına dönüşeceğinden endişe etmiştir. Dolayısıyla da dünyada madenlere, tarım ve gıda ürünlerine büyük bir talep patlaması olmuştur. Ve çok enteresandır, bu dönem Türkiye’nin de aynı zamanda dünyaya büyük miktarda maden ihracatı, tarım ve gıda ihracatı yaptığı dönemdir. Fiyatlar o kadar artar ki, Türkiye’nin yapmış olduğu ihracattan elde ettiği gelir, yaptığı ithalatın üzerine çıkar ve Türkiye Cumhuriyet tarihinde 1951-54 arası, çok ender olarak dış ticaret fazlası verdiği dönemdir. Aynı dış ticaret fazlasını verdiğimiz başka dönem ise İkinci Dünya Savaşı’nın ortasındaki dört yıldır. Yine orada da tarım ve gıda ürünü stoklama ihtiyacı ve maden stoklama ihtiyacı nedeniyle ve o sırada fiyatlar çok yükseldiğinden dolayı Türkiye yine dış ticaret fazlası vermiştir.

Dolayısıyla bir kere küresel sistemde enflasyon sorunundan kurtulabilmek için öncelikle insanoğlunun stoklamayla ilgili eğiliminin azalması lazım. Bunun yanı sıra Asya-Pasifik’le Atlantik arasındaki küresel tedarik zincirinde süregelen aksaklıkların bütünüyle ortadan kalkmış olması gerekiyor. Dolayısıyla firmalar ve insanlar, istedikleri her türlü ürüne istedikleri zaman da ulaşabileceklerini görebilecekler ve bunun getirdiği rahatlama, yavaş yavaş talebin normalleşmesini sağlayacak. Dolayısıyla savaş korkusu, savaşın yayılabilme korkusu, savaşın uzamasından kaynaklanabilecek korkular, küresel tedarik zincirindeki sorunlardan oluşan korkular insanların zihninde olduğu müddetçe küresel enflasyonun yavaşlaması çok kolay olmayacak.

 

ORTODOKS NEOLİBERALLER İLE KEYNESYEN YAKLAŞIM ARASINDAKİ KAVGANIN SONU NE OLACAK?

 

Enflasyonun bir yansıması olarak da son dönemde gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülkenin para biriminde değer kaybı yaşandı. Türk lirası da bunlardan bir tanesi. Hatta öyle değişik bir ortam oluştu ki, ilk defa belki de ABD doları ile avro arasındaki parite açıldı. Amerikan doları, avronun üzerine geçti. Amerikan dolarının aşırı güçlenmesinin sebepleri ve sonuçları hakkında neler dersiniz?

Şimdi, açıkça söylemek gerekirse, 1929 Büyük Buhranı’ndan bu yana iktisat literatüründe iki önemli iktisadi fraksiyon arasında önemli bir felsefi, zihinsel mücadele söz konusu. Bu felsefi ve zihinsel mücadeleyi gerçekleştiren iki iktisadi fraksiyondan bir tanesi neoliberal ortodoks kanat, diğeri de Keynesyenci kanat. John Maynard Keynes’in ilk defa bir yaklaşım olarak ortaya koyduğu ve onun ardından da dünyada önemli saygın iktisatçılar tarafından benimsenerek daha da geliştirilmiş olan Keynesyen yaklaşım, bir ülke veya dünya ekonomisinde genellikle ekonomik kriz patlak verdiğinde buna sadece para politikası araçlarıyla müdahale etmenin her zaman yetersiz olacağını savunur. Bu nedenle de ekonomiye kamunun sadece para politikası araçlarıyla değil, aynı zamanda eğer gerekli görülür ise maliye politikası araçlarıyla ve devletin direkt kontrol politikası araçlarıyla da müdahale edilmesini savunur. Örnek vermek gerekirse, bu son dönemde tarım kredi kooperatifleri mağazalarında vatandaşın söz konusu tarım gıda ve ürünlerine daha iyi bir fiyattan ulaşması anlamındaki çabalardan tutun da, devletin şu anda fiyatı artmış olan enerjide hane halkına ve reel sektöre doğal gazı ve elektriği daha uygun bir fiyattan kullandırmak adına elindeki kamu imkanlarını sübvansiyon amacıyla kullandırmasına kadar; tekrar vurgulamak gerekirse Keynesyen yaklaşım para politikasını, maliye politikasını ve hükümetin ekonomi yönetiminin direkt kontrol politikalarının bileşiminden oluşan kapsamlı bir ekonomi politikaları araç setinin ancak krizle mücadelede başarılı olabileceğini savunur.

Neoliberal ortodoks kanat ise genellikle krizi aşabilmek için sadece para politikası araçlarının yeterli olacağını savunur. Ve bunda da genellikle krizin aşılabilmesi için ekonominin aşırı miktarda soğutulmasına inanır. Ve dolayısıyla neoliberal ortodoks politikayı benimsemiş olan ülkeler ve o ülkelerdeki merkez bankaları, genellikle enflasyonist bir kriz sürecini mümkün olduğu kadar, ekonomiyi soğutarak yani ağır bir resesyona sürükleyerek çözmeyi tercih ederler. Fakat 1973 ve 79 Petrol krizinde enflasyonist krizi yönetmek amacıyla para politikası araçlarıyla ekonomiyi soğutma girişimi, faiz oranlarını ciddi miktarda artırarak ekonomiyi ağır oranda soğutma çabaları, stagflasyona sebep olmuştur. Yani enflasyon yeterince yavaşlamadan hatta hiç yavaşlamadan, ekonomi merkez bankasının aldığı aşırı sıkı para politikası tedbirleri nedeniyle önce resesyona, ardından negatif büyümeye geçmiş, işsizlik patlamış, dolayısıyla yüksek enflasyon, ağır resesyon ve yüksek işsizlik nedeniyle ülke ekonomileri kendilerini stagflasyon sorunuyla karşı karşıya bulmuşlardır. İki üç sene öncesinden başlayarak Nouriel Roubini, Paul Krugman, Stiglitz gibi, Nobel ödüllü iktisatçılar, Amerikan Merkez Bankası’nın sadece para politikasına dayalı aşırı sıkılaştırıcı tedbirler paketi uygulaması halinde Amerikan ekonomisini stagflasyona sürükleyebileceği konusunda uyarılarda bulunmuştu. Çok enteresandır ki Amerikan Merkez Bankası da yaptığı son açıklamalarda “evet, ben ağır bir resesyonu, hatta stagflasyonu göze alarak sıkı para politikası uyguluyorum, uygulayacağım” diyebilmiştir. Fakat tabii bugün itibarıyla bakıldığında Amerikan ekonomisinde giderek artan negatif etkileri görülmekte olan bu para politikası setini Amerikan Merkez Bankası’nın ne ölçüde devam ettireceğini bilemiyoruz.

Avrupa ekolü ise biraz karışık. Avrupa ekolünde de yakın döneme kadar neoliberal ortodoks anlayış zaman zaman hakimiyetini gösteriyordu. Neoliberal ortodoks anlayışın en çok hakim olduğu ülke de Almanya’ydı. Avrupa Merkez Bankası kurulduğunda, Almanlar kendi anlayışlarını Avrupa Merkez Bankası’na taşıma ihtiyacı hissettiler. Ama bu çabalar 2008 küresel finans krizinde, Almanların Merkez Bankası’ndaki yönetim ağırlıklarını kaybetmeleri gibi bir sonuca sebep oldu. Almanya’nın bütün negatifliğine rağmen sonradan da kendi ülkesine teknokrat başbakan olan İtalyan Mario Draghi, Avrupa Merkez Bankası’nda daha Keynesyenci politikalar izleyerek Avrupa’yı daha büyük bir krizden, çöküşten ve fakirleşmeden kurtardı. Onun hemen arkasından göreve gelen IMF başkanıyken Avrupa Merkez Bankası başkanı olması arzu edilen Christine Lagarde da, Mario Draghi’nin politikalarını sürdürerek bugüne kadar Almanya’nın bütün baskılarına rağmen çok koyu bir neoliberal ortodoks politikaya yaklaşmadı. Bu nedenle, Avrupa Merkez Bankası ile Amerikan Merkez Bankası arasında neoliberal ortodoks anlayışın faiz oranlarını çok hızlı yükseltme eğilimi göstermesiyle, daha Keynesyenci bir anlayışın merkez bankası politika faizini o kadar hızlı yükseltmeyi tercih etmemesi arasında Amerikan Merkez Bankası’nın faiz politikası lehine bir dengesizlik oluştu. Dolayısıyla Amerikan Merkez Bankası’nın faiz artırma yoğunluğu nedeniyle Amerikan dolarının cazibesi arttı. Ve bu nedenle küresel yatırımcılar, gelişmekte olan ekonomilerden hatta Avrupa’nın ortak para birimi avrodan Amerikan dolarına doğru bir sermaye hareketi gerçekleştirince bu sermaye hareketi doğal olarak Amerikan dolarının hem avro hem de Türkiye gibi önde gelen gelişmekte olan ülkelerin para birimleri karşısında değer kazanması gibi bir sonucu da beraberinde getirdi. Türkiye şu anda ekonomide kendisi açısından daha Keynesyenci; istihdamı, üretimi, yatırımı ve ihracatı önceliklendiren farklı bir yol haritası oluşturuyor. Şu ana kadar bu konuda yeni bir anlayışı, yaklaşımı yerleştirme konusunda önemli bir mücadele ortaya koyduk. Tabii neoliberal ortodoks kanadı savunan iktisatçılar açısından daha Keynesyeci yaklaşım, yani istihdamı, üretimi, yatırımı ve ihracatı önceliklendiren yaklaşım, onların kendi dünyasında kabul edilebilir bir şey değil. Dolayısıyla gerek Türkiye’de gerekse dünyada neoliberal ortodoks kanatla Keynesyenci kanat arasında bu fikir mücadelesinin, kavgasının ciddi manada devam ettiğini görüyoruz.

 

1970’LER DÜNYASINDA DEĞİLİZ

 

Dominique Strauss-Kahn, bir skandalla Uluslararası Para Fonu’nun başından ayrılana kadar ve ondan sonra da onun yerine göreve gelen ve şimdi Avrupa Merkez Bankası başkanı olan Christine Lagarde, tüm baskılara rağmen IMF’in artık bu derece demode ve skolastik bir neoliberal ortodoks anlayışı devam ettirmemesi gerektiğini, IMF’in artık daha dengeli bir iktisadi yaklaşımla ülkelere yardımcı olması gerektiğini çok hararetli bir şekilde savundular ve bu anlayışı öne çıkardılar. Ama şu dönemde ilginç bir nokta, neoliberal ortodoks anlayış Uluslararası Para Fonunda tekrar daha sıklıkla gündeme geliyor gözüküyor. Çünkü genellikle Atlantik coğrafyası enflasyonla mücadeleyi para politikası araçlarıyla talebi ve piyasayı boğarak çözebileceğini düşünür. Ancak 1970’ler dünyasında değiliz.

Şunu fark etmeye başladılar: 1970’lerin dünyasında batılı ülkeler, Atlantik İttifakı’ndaki ülkeler bu kadar ağır kamu borcu, hane halkı ve özel sektör borcu altında değillerdi. Dolayısıyla 1970’lerde stagflasyonu, ağır bir resesyonu, işsizliği göze alarak enflasyonu faiz oranlarını artırarak boğmaya çalışmanızın bedeli belki o kadar ağır olmayabilir. Ama aradan 45 yıl geçtikten sonra, bugünün dünyasında eğer dünya bir küresel borç sarmalını konuşuyorsa ve söz konusu Batılı ekonomiler ağır bir kamu, hane halkı ve ciddi bir özel sektör borcunu yönetmek durumundalarsa, bugün aynı metodolojiyle, yani ağır bir resesyonu göze alarak, enflasyonla mücadele etmek, enflasyonu bir an önce düşürmek adına ağır bir para politikası izlemek aynı zamanda kamu, özel sektör ve hane halkı borcunun da katlanması anlamına gelir ki bu aynı zamanda söz konusu ülkeler için yeni bir fakirleşme, yeni bir sosyal hareketlenme anlamına gelir.

Dolayısıyla, Avrupa şunun farkında; bir enerji kriziyle karşı karşıyayız. Enerji fiyatlarının yönetilmesi gerekiyor. Bu sonbahar-kış Avrupa açısından hükümetlerin azalan doğal gazı kime vereceğine karar vermek zorunda kalacakları bir dönem olacak. Sanayiye mi doğal gazı verecek, hane halkına ısınması için mi verecek? Dolayısıyla Almanya’nın “çok ciddi sosyal hareketlenmelerle bile mücadele etmek zorunda kalabiliriz” diye açıklamalarda bulunduğu bir ortamda para politikası tedbirleri ile büsbütün işsizliği, fakirleşmeyi ve ağır bir resesyonu azdırırsanız, bu 1970’lerdeki petrol krizine benzemez. Bu daha karmaşık bir enerji ve çok daha karmaşık bir enerji fiyat krizi aynı zamanda. Üstüne bir de enflasyonla mücadele ediyorum diye ağır faiz artışlarıyla ekonomiyi boğup reel sektörü tüketimsiz bırakın, talebi öldürün. Bu hem borç yükünün artması anlamına gelir, borçlanma maliyeti artar çok ciddi manada hem de aynı zamanda öldürdüğünüz talep ve yavaşlattığınız ekonomi, çok büyük vergi geliri kaybı anlamına gelir. Sorunlar büyür.

Dolayısıyla bugün aynı 1970’lerdeki para politikasını uyguladığınızda sebep olduğunuz tahribat, ağır bir bütçe açığı. Çünkü vergileri öldürüyorsunuz, ekonomiyi aşırı yavaşlattığınız için ekonomide vergi gelirinin ortaya çıkmasını sağlayacak olan sistem ölüyor, dolayısıyla ekonomik aktivite olmadığı için devlet vergi de toplayamıyor. Devlet vergi toplayamadığı için aynı zamanda ciddi bir bütçe açığı sorunu oluyor. Artan bütçe açığını kapatmak için devletin kendisi de daha yüksek faizle ağır bir borçlanma maliyetine katlanmak zorunda kalıyor, reel sektör ve hane halkı daha yüksek faizle borçlandığı için borç sarmalı daha da derinleşiyor. İşsizlik artığı için fakirleşme söz konusu oluyor ve dolayısıyla ekonomik aktivite daha da daralıyor çünkü işsiz kalan insanlar tüketimlerini tümüyle kesiyorlar. O nedenle 1970’lerde daha gönül ferahlığıyla uyguladığınız ağır para politikası tedbirlerini, bugünün dünyasında enflasyonla mücadele için kullandığınızda iş o kadar basit değil. O yüzden Türkiye, enflasyonla mücadeleyi Keynesyen bir anlayışla; para, maliye ve direkt kontrol politikalarının önemli bir karışımıyla, önemli bir senteziyle gerçekleştiriyor. O nedenle Türkiye’nin bu konudaki çabasını da doğru okumak lazım. Ancak neoliberal ortodoks kanadı savunan iktisatçılar nedense bu dönemde çok fanatikler. Çok keskinleşmiş durumdalar, bu keskinleşme de ne yazık ki işleri biraz zorlaştırıyor.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası