Kriter > Dış Politika |

Akreditasyon ve Türk-Alman İlişkileri


Alman medya mensuplarına akreditasyon verilmemesine dair yaklaşımlara bakıldığında Alman medya mensupları, STK’lar ve haliyle siyasiler tarafından da ciddi bir dezenformasyona başvurulduğu gözlenmektedir.

Akreditasyon ve Türk-Alman İlişkileri

Mart’ta iki Alman gazetecinin Türkiye’deki gazetecilik faaliyetlerinin devamı için gerekli olan akreditasyonlarının Türk devletinin yetkili makamları tarafınca uzatılmaması Alman kamuoyunda yankı uyandırdı. Haberin yayılması sonrası çeşitli Alman gazetecilerin konuyu basın özgürlüğü ve Türkiye’de artık “yabancı basın mensuplarının da kontrol edilmesi” olarak değerlendirmesi Alman kurumları ve toplumu nezdinde de karşılık buldu. Nitekim özellikle kamuya ait Alman televizyon kanalı ZDF’nin Türkiye temsilcisi Jörg Brase ve yirmi iki yıldır Tagesspiegel gazetesinin İstanbul muhabiri olarak görev yapan Thomas Seibert ile sosyal medyada dayanışma içerisinde olunmuştur. Haliyle bazı Alman gazetecilere akreditasyon verilmemesi üzerine Alman muhalefet partilerinin yanı sıra Federal Hükümet sözcüleri de Türkiye’den akreditasyonların uzatılmasını beklediklerini dile getirmiştir. Konuya ilişkin ayrıca Alman Dışişleri Bakanlığından bir sözcü gelişmeleri endişeyle takip ettiklerini belirterek Alman medyasına kıyasla daha sakin bir söyleme başvurmuştur. Yine de Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın “Alman ve Avrupalı gazetecilerin mesleklerini yapamaması kabul edilemez” ifadelerini kullanması “Türk-Alman ilişkilerindeki olası yeni bir krizin habercisi mi?” sorusunu gündeme taşımıştır.

Aşırı Tepkinin Kökenleri

Yaşanan bu son gelişmeden yola çıkarak Alman kamuoyu, toplumu ve sivil toplum kuruluşlarının bu ve benzer hususlardaki genel olarak aşırı tepkilerini Türk perspektifiyle daha sağlıklı okuyabilmek adına Almanya’nın geçmişteki medya serüvenini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu bağlamda öncelikle bugün –birçok sorunun yaşandığı hususlarda olduğu gibi– medya alanındaki fikir ayrılıkları ve hatta olası krizlerin dahi tarihsel bir bakış açısıyla irdelenmesi faydalı olacaktır. Almanya örneğinde şüphesiz Nazi geçmişinde propaganda aygıtının rejimin temel dayanaklarından biri olması ve 1933-1945 arasında hüküm süren Nazi diktatörlüğü süresince özgür bir basının mevcut olmayışı bugün gösterilen tüm tepkiler ve toplumsal yaklaşımlarda temel motivasyon kaynağını teşkil etmektedir. Bu doğrultuda Almanların ve Alman siyasetinin medya ile irtibatlı tüm hususlarda hassas bir tavır içerisinde oldukları ileri sürülmektedir.

Yine benzer bir olumsuz tarihsel tecrübeyi Alman toplumu 1990’a kadar hükmeden Doğu Almanya’daki (DDR) Sovyet yanlısı sosyalist rejimin baskıları esnasında edinmiştir. Dolayısıyla buradaki olumsuz tecrübelerin de etkisiyle yıllardır süregelen “hassasiyetler” daha da derinleşerek bugünkü –toplumsal manipülasyona da açık– konuma evrilmiştir. En azından söylem noktasında bu tecrübelere vurgu yapılarak toplumsal hassasiyetlerin –manipülasyonlara karşı açık hale gelinse ve engellenemese dahi– diri tutulması hedeflenmektedir. Haliyle Doğu Almanya’daki baskı rejimi ve fikir özgürlüğünün bariz bir şekilde kısıtlanabilmiş olması Alman kimliğinin Batı’daki hassasiyetlerini de yıllar içerisinde –aşırı bir yansıma ve Alman medya organlarına da büyük ölçüde güvenilerek– şekillendirmiştir. Bu minvalde bugün Birleşik Almanya Federal Cumhuriyeti toplumunun geneli, siyasi partiler ve medya kuruluşlarında ciddi bir medya hassasiyeti mevcuttur ve bunun kökleri tarihsel tecrübelerle gerekçelendirilmektedir.

Diğer taraftan bu hassasiyetin günümüzde çeşitli siyasi çevreler ve medya odakları tarafından bilhassa bir dış politika enstrümanı olarak suistimal edildiği de bir gerçektir. Buna binaen basın özgürlüğü adı altında “kontrol edilebilirliği güç olan ülkelere” yönelik karalayıcı, yıpratıcı ve yalan içerikli haberlere yer verilmesinin iyi tespit edilerek samimi habercilik anlayışıyla hareket edenlerden ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir.

ZDF’nin Türkiye temsilcisi Jörg Brase ve Tagesspiegel gazetesinin İstanbul muhabiri Thomas Seibert

Bu arka plan ve aşırı hassas tepkilerin kökeninden yola çıkarak zaman zaman Türk-Alman ilişkilerini de en çok etkileyen konuların başında “basın özgürlüğü” tartışmaları ve medya meselesinin geldiğini belirtmek gerekmektedir. Almanların kendi geçmişleriyle yüzleşmek çerçevesinde maalesef tüm dünyadan ve özellikle de “Doğulu” toplumlardan da benzer hatta aşırı bir hassasiyet beklediklerini ve zaman zaman rasyonalite dışı duygusal değerlendirmelere meylettiklerini söylemek mümkündür. Ancak bu beklentilerin neticesinde farklı ülkelerin yine demokratik çerçeve içerisindeki kültürel farklılıklarının göz ardı edilmesi meselelerin maalesef karmaşıklaşmasına, Almanya tarafından subjektif beklentilerin dayatılması absürtlüğüne yol açabilmektedir.

Bu bilgiler ışığında Alman medya mensuplarına yetkili Türk makamları tarafından akreditasyon verilmemesine dair yaklaşımlara bakıldığında Alman medya mensupları, STK’lar ve haliyle siyasiler tarafından da ciddi bir dezenformasyona başvurulduğu gözlenmektedir. Türk yetkililerin kararlarını kategorik bir şekilde reddeden bu yaklaşım medyada hızlı bir şekilde karalama kampanyasına dönebilmektedir. Bu bağlamda geçmiş yıllardaki olaylarla maalesef bir nevi intikam alırcasına mevcut gelişmeleri irtibatlandırma gayretleri de fark edilmektedir. Burada ciddi bir dezenformasyon girişiminin etkinliği öne çıkarken somut verilere değinmeksizin, akreditasyonların verilmemesini genelleme gerekçelerle açıklayan Alman kamuoyuna –basın organlarının da pervasız bir açık platform sunmasıyla– aktarıldığı gözlenmektedir.

Örneğin son akreditasyon meselesinin akabinde yine bazı Alman gazetecilerinin Türkiye’de Türk basınının zaten uzun bir süredir ortadan kaldırıldığı ve artık sıradaki hedefin yabancı medya temsilcilerinin olduğunu ileri sürmeleri dikkat çekmiştir. Halbuki Türk yetkililerin akreditasyon verdiği tüm diğer yabancı gazetecilerin akreditasyonları –ki tüm yabancı gazeteciler arasında akreditasyon alanların sayısı bariz çoğunluğu teşkil etmekte– görmezden gelinmektedir. Ayrıca neredeyse akreditasyonuna onay verilmiş gazetecilerin tamamının –ki bugün Alman ana akım medyasında dahi açık veya dolaylı olarak AK Parti iktidarını destekleyen veya sempatiyle bakan tek bir Alman gazeteciye de rastlamak mümkün değildir– mevcut Türk hükümetine yönelik açık bir şekilde muhalif pozisyonu benimsediği gerçeği de itinayla Alman okurlardan gizlenmektedir.

Yine bu tutumu daha somut bir örnek üzerinden değerlendirmek için ZDF’nin Türkiye temsilcisi Jörg Brase örneğine değinilebilir. Brase’ye ilk başta akreditasyon verilmediği bildirilmişse de daha sonraki süreçte Türk makamlarının kendisiyle ilgili olumlu bir karar verdiği kamuoyuyla paylaşılmıştır. Ancak ilk haberin Alman kamuoyunda ve sosyal medyada dolaşıma sokulma şekli ile daha sonraki haberin Alman kamuoyunda ele alınışı arasında ciddi anlamda farklar mevcuttur. Bu durum genel anlamda birçok Alman medya mensubunun maalesef rasyonel bir yaklaşımdan uzak hareket ettiğini gözler önüne sermektedir. Zira ilk haberin kamuoyuyla paylaşılması esnasında Türkiye’deki medya ve fikir özgürlüğü hususlarının hedef tahtasına konulması ve hatta insan haklarının dahi tehlikede olduğu söylemi üzerine inşa edilmesi dikkat çekmiştir. Diğer yandan daha sonra revize edilmiş akreditasyon kararının kamuoyunda Alman medya mensuplarınca fazla gündeme getirilmediği gibi “Türkiye’de basın özgürlüğü zaten yoktu” söyleminde ısrarı olan spesifik kişiler dahi bu açıklamalarını revize etme ihtiyacı duymamıştır.

İlişkilerin Geleceği

15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası son derece gerilen Türk-Alman ilişkilerinin daha sonraki süreçte ciddi bir türbülansa girmesi özellikle Almanya’nın Türkiye’nin güvenlik kaygılarını ciddiye almayarak attığı adımlar her iki ülke siyasetini de olumsuz etkilemiştir. Nitekim 2018 başlarından itibaren yeniden bir yakınlaşma ve ilişkilerin rayına oturtulması yönünde karşılıklı atılan adımlar sonucunda yeni bir sayfa açılabilmiştir. Bu durum son olarak her iki hükümetin önemli yetkililerinin karşılıklı ziyareti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Eylül 2018’de gerçekleştirdiği resmi Almanya ziyaretiyle daha somut bir hal almıştır. Ancak son akreditasyonlar meselesiyle ilişkilerin yeni den olumsuz bir seyre dönüşme ihtimali gündeme gelmişse de bu durumun medyadaki yankılanış şekline kıyasla ikili ilişkilere sınırlı ölçüde tesir edeceği söylenebilir.

Her ne kadar Türk yetkilileri tarafından iki Alman gazeteciye akreditasyon verilmemesi Alman Dışişleri Bakanlığının Türkiye’ye yönelik seyahat bilgileri kısmında yapılan düzenlemeye neden olsa da bu durum bazı çevrelerce bir “misilleme” hamlesi olarak değerlendirilmiştir. Esasen bu görece yüzeysel adımın Alman devleti tarafından kamuoyu ve medya baskısını törpülemek amacıyla hayata geçirildiğini söylemek mümkündür. Nitekim bakanlığın Türkiye ile ilgili kısmındaki uyarının ikili ilişkilerde herhangi bir sıkıntıya yol açmasına neden olmayacağı ve ilerleyen haftalarda ilişkilerin seyrine bağlı olarak bu konuda geri adım atılarak bir revizyona gidilmesi muhtemeldir. Bir kıyas olarak bir önceki hükümetin Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Almanya’nın Türkiye politikasını radikal sayılabilecek bir nitelikte değiştirme yaklaşımıyla bu son gelişmeleri karşılaştırmak ise son derece hatalı olacaktır.

Ancak son olarak Avrupa Parlamentosunun (AP) tartışmalı Türkiye raporunu kabul etmesi ve önümüzdeki Mayıs’ta gerçekleşecek olan AP seçimleri öncesinde yeniden Türkiye karşıtlığının başta Alman partileri nezdinde olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde bir başvuru aracı olarak dikkate alınması ihtimali de unutulmamalıdır. Haliyle bu süreç sağcı ve aşırı sağcı oyları konsolide etme düşüncesiyle başvurulacak olan Türkiye karşıtlığı ve eleştirilerinin gündemde önemli bir yer edinmesini beraberinde getirebilir.

Diğer yandan mevcut akreditasyon meselesinin her iki ülke arasında daha ciddi sorunlara da genişletilmesi durumunda –ki bu mevcut aşama ve orta vadeli konjonktürde düşük bir olasılık olarak görünmekte– Almanya’nın bir ihtimal Türkiye’nin ekonomisini hedef alacak “söylemsel hamleler”de bulunma ihtimali de gündeme gelebilecektir. Nitekim geçmişte Gabriel’in de ilk olarak tercih ettiği hamleler bu yönde olmuştur. Ancak bunun da Almanya açısından tercih edilesi olmadığı açıktır zira ilişkilerin düzeltilmesinin Berlin tarafından desteklenmesinin temel gerekçelerinden birinin ekonomi hedefleri olduğu bilinmektedir. Son olarak Alman ekonomisinin önümüzdeki yıllardaki büyüme rakamlarına ilişkin öngörülerinin de –ilk projeksiyonlarının aksine– yüzde 1’in altına düşürülmesi bu yönde atılacak olası adımlar öncesi dikkate alınacaktır.

Son olarak Almanya’nın küresel dış politikası bağlamında 2019- 2020 dönemi için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin geçici üyesi konumunda olması, ABD yönetimiyle yapısal görüş ayrılıklarını sürdürmesi, Suriyeli mültecilerin geri dönüşü veya Suriye’nin geleceğine yönelik bilhassa Türkiye-Rusya-İran üçlü diyaloğunun dışında kalmak istemeyişi Türk-Alman ilişkilerinin kısa vadede ciddi bir türbülansa girmesi ihtimalini zayıflatmaktadır.

Uzun vadeli projeksiyonda ise Türkiye’ye yönelik benimsenen dezenformasyon yoğunluklu medya yaklaşımının ikili ilişkileri etkilememesi için devletler arası ortak bir çaba faydalı olabilir. Aksi takdirde ilişkilerin rayına oturmasının akabinde birkaç provokatif haberle Alman toplumu ve siyasetinin de bundan etkilenme ihtimali ciddi sorunları beraberinde getirebilir. Dolayısıyla bu konuda bilhassa yanlı ve zaman zaman takıntılı habercilik anlayışını benimsemeyen Alman medya mensuplarına yönelik Türkiye’de göreve başlamadan önce ülkenin iç dinamiklerini anlatan seminerlerin sunulması karşılıklı hassasiyetlerin daha iyi idrak edilebilmesini de kolaylaştırabilir. Zira Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendiren hususlarda dahi yabancı medya mensuplarının –bilerek veya bilmeyerek– duyarsız hareket etmeleri önceden bilgilendirmelerin gerçekleştirilmesiyle bir ihtimal asgari düzeye indirilebilir.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası