Suriye’de 2014’ten itibaren ABD’nin DEAŞ’la mücadele kapsamında PYD/YPG unsurlarına sağladığı destek en başından beri Türkiye’nin tepkisini çekti. Bu grupların askeri eğitime tabi tutulması, silahlandırılması ve DEAŞ’tan kazanılan topraklarda konuşlandırılmasını kaygıyla izleyen Türkiye, ABD’nin PYD/YPG’ye desteğini çekmesi yönündeki ısrarını kararlılıkla sürdürdü. Ancak dönemin ABD Başkanı Barack Obama, 2016’da PYD/YPG unsurlarına verilen desteği çekeceği sözünü vermesine rağmen desteğini çekmedi. Bu konudaki beklentileri süren Türkiye açısından ABD yönetimine gelen Başkan Donald Trump’ın “Suriye’den çekileceğiz” sözleri umut vadetmişti. Ancak Trump yönetimi de Türkiye’yi memnun edici bir adım atmadı ve DEAŞ terörüne karşı koalisyon güçlerinin kazandığı zafere rağmen DEAŞ ile mücadele kapsamında sürdürülen ve taktiksel olarak adlandırılan PYD/YPG ile ilişkisini kesmedi.
Terör örgütü PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG’ye ABD tarafından verilen silah ve lojistik desteğin artarak devam etmesi, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde Fırat’ın batısında Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarını gerçekleştirmesine yol açmıştır. Türkiye, Suriye sınırında Kuzey Irak’ta oluşturulduğu gibi bir Kürt otonom bölgesi kurma çabasına müdahale etmiş ve bu bölgelerin teröristlerden arındırılarak öz yönetimini, refahını, güvenliğini sağlayarak bölge halklarının kendi topraklarına dönmelerini sağlamıştır.
Fırat’ın doğusunda 9 Ekim 2019’da gerçekleştirilen Barış Pınarı Harekatı ise 8 yılı aşkın bir süredir devam eden Suriye krizinin ortaya çıkardığı gelişmelerin yeni boyutudur. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) altındaki muhaliflerin Fırat’ın doğusuna sınır ötesi bir askeri harekat gerçekleştirileceği uzunca bir süredir dile getiriliyordu. Türkiye, ABD’nin ve diğer müttefiklerin taahhütlerini yerine getirecekleri beklentisi ile askeri harekatı ertelemiştir. Türkiye, harekattan yaklaşık bir yıl önce 19 Aralık 2018’de ABD Başkanı Trump’ın askerlerini Suriye’den çekeceğini açıklaması ile beklemede kalmayı tercih etmişti. Ancak geçen süre içerisinde güvenli bölge konularında verilen taahhütler Ankara’yı memnun edecek şekilde yerine getirilmezken ABD’nin bölgeden asker çekmesi de söz konusu olmadı. Bu durum, Türkiye’nin ulusal güvenlik tehdidi olarak gördüğü PYD/YPG’nin Suriye sınırı boyunca 32 kilometre derinliğindeki bölgeden çıkartılması ve güvenli bölge için gereken ortamın oluşturulması amacıyla Barış Pınarı Harekatı’nı başlatma kararını almasına neden oldu.
Uluslararası Söylemler
Türkiye, askeri operasyonla Suriye sınırında bir terör koridoru veya terör devletinin önüne geçme amacını oldukça kısa bir süre içinde hayata geçirecek adımı atmış oldu. Bu adımı takiben Türkiye’nin hem ABD hem de Rusya ile yapmış olduğu mutabakatlar ile Suriye krizinde yeni bir gerçekliğin ortaya çıktığı ve bunun üzerinden Türkiye’nin diğer ülkeler ile ilişkisinde yeni tartışmaların yaşandığı bir sürece tanıklık ettik. Türkiye, Barış Pınarı Harekatı sırasında daha önce Fırat’ın batısına gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarına yöneltilmemiş olan bir tepki ile karşı karşıya kaldı.
Bu açıdan değerlendirdiğimizde, Barış Pınarı Harekatı’nın ortaya çıkardığı yeni gerçekliklerden birisi de Türkiye’nin haklı ulusal güvenlik kaygılarına uluslararası toplumun gerekli desteği vermediğidir. Özellikle NATO müttefikleri olan ABD ve AB ülkelerinin, terörle mücadelesinde Türkiye’ye destek olmaları bir yana, NATO müttefikine karşı tehdit olan teröristlere destek vermemeleri yönündeki taleplere kulak tıkadıklarını gördük. Barış Pınarı Harekatı’na sadece eleştiri ve kınamaların geldiği, hatta silah satış yasağı da dahil olmak üzere yaptırımların masaya yatırıldığı ve bazı ülkelerin de buna başvurduğuna tanıklık ettik.
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusuna gerçekleştirdiği operasyon sonrasında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” tanımlamasına varacak kadar bu konunun yansımaları oldu. Özellikle Londra’da 4 Aralık 2019’da düzenlenen NATO Zirvesi’nde ittifakın 70. yılını kutlamak için bir araya gelen liderlerin tutumları da bunu gösterdi. NATO’nun sadece doğu kanadının (Baltık Planı) değil güney kanadının da güvenliğinin eşit şekilde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Türkiye’nin PYD/YPG’nin terörist olarak tanınması talebinin aynı görüşü paylaşmadıklarını ifade eden müttefiklerince engellendiğini gördük. Barış Pınarı Harekatı’na karşı duruşunu açıkça gözler önüne seren ABD Kongresi ve Senatosu da bu tavrını, Türkiye-ABD ilişkileri açısından olumsuz bir havaya neden olan sözde Ermeni soykırımının tanınması gibi siyasi kararların alınmasına kadar vardırdı.
Bu ortaya çıkan yeni gerçekliklere baktığımızda, Türkiye’nin 1990’larda karşı karşıya kaldığı pek çok sorunla aslında benzer bir durumu yaşadığını söylemek mümkün. 1991’de ABD’nin Irak’a askeri müdahalesi ve Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtleri Saddam Hüseyin rejiminden korumak için oluşturulan bölge -Çevik Güç ve uçuşa yasaklı bölge- ile bugün Suriye’nin kuzeydoğusunda DEAŞ teröründen Kürtleri koruyan ve o bölgede Kuzey Irak’takine benzer bir otonom bölge kurmalarını kolaylaştıracak adımlar atılması benzerlikler içermektedir. 1991’de Körfez Savaşı’nın ardından ABD’nin Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurma peşinde olan Kürtlerle yürüttüğü ilişkiler ve yaptığı yardımlar, Türkiye’yi aynı bugün Suriye’nin kuzeyinde olduğu gibi bölgedeki çıkarları ve ulusal güvenlik endişeleri nedeniyle kaygılandırmıştı.
1990’larda hem ABD’nin hem de Avrupa ülkelerinin PKK’yı terör örgütü olarak tanımlamak istememesi ile yine bugün PKK’nın Suriye kolu olan PYD/YPG’yi terör örgütü olarak tanımama konusundaki ısrarları benzerdir. Yine 1990’larda PKK’nın adını demokrasi kelimesini ekleyerek KADEK (Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi) olarak değiştirmesi ile PYD/YPG’nin adının SDG (Suriye Demokrat Güçleri) olarak değiştirilmesinin altında benzer nedenler yatmaktadır.
Yine 1990’larda Türkiye ve Batılı müttefikleri ile olan ilişkileri açısından siyasi konuları önceleyen, yani insan hakları ve Kürt sorunu konuları üzerinden Türkiye’yi eleştiren yaklaşımın bugün de benzer bir şekilde eleştirilerin başında geldiğini söylemek mümkün. 1990’larda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Güneydoğu Bölgesi’nde PKK’ya karşı yürüttüğü operasyonlar -Kuzey Irak’a gerçekleştirdiği askeri operasyonlar- ABD yönetimi tarafından eleştirilmiş, Türkiye’ye yapılacak askeri malzeme satışları ABD Kongresi’nin engellemelerine maruz kalmıştı.
Bugün benzer şekilde 12 Aralık 2019’da değiştirilen “Amerikan Ulusal Güvenliğine Katkıda Bulunma ve DEAŞ’ın Tekrar Ortaya Çıkmasına Engel Olma Yasası” içinde Barış Pınarı Harekatı’ndan ötürü Türkiye’ye silah satışına sınırlama getirme, F-35 uçaklarının Türkiye’ye transferini yasaklama, F-16 uçaklarının yedek parçalarının ve diğer desteklerinin Türkiye’ye satışını ve transferinin yasaklanması dahil pek çok yaptırım yer almaktadır.
Senato tarafından da onaylanan 2020 Pentagon bütçesinde de bu konuya yer verildi. Buna göre, ABD’de bulunan Türkiye ait 440 milyon dolarlık 6 adet F-35 uçağının Türkiye’ye verilmemesi ve ABD ordusu tarafından satın alınması öngörülmektedir. Sadece ABD değil AB ülkeleri de bu konuda benzer bir yaklaşımı benimseme yönündeki adımı 14 Ekim 2019’da Türkiye’ye silah satışını askıya alma ve Barış Pınarı Harekatı’nı kınama şeklinde atmıştı.
Farklı İlişkilerde Benzer Sorunlar
Barış Pınarı Harekatı’nın etkisi sadece ABD ve AB ile ilişkilerde değil aynı zamanda Türkiye’nin 1952’den beri üyesi olduğu NATO’nun bünyesinde de sorun yaratmış ve NATO müttefiklerinin Türkiye’ye ihtiyacı olan füze savunma sistemlerini göndermemeyi ve mevcutları da çekmeyi tercih etmesine neden olmuştur. Türkiye 2012 itibari ile Suriye’den gelen füze tehdidine karşı NATO’dan hava savunma desteği talep etmiş ve Patriot füzeleri konuşlandırılmıştı. ABD, Almanya ve Hollanda Patriot füzelerini Türkiye’nin güney sınırına konuşlandırmış ancak daha sonra farklı zamanlarda füzelerini çekmişlerdir. İspanya’nın Patriot füzesi ve İtalya’nın SAMP-T bataryası kalmış, bu durumda Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekatı sonrasında İtalya’nın SAMP-T’yi çekme ve Fransa’nın da SAMP-T bataryası gönderme kararından vazgeçmesine neden olmuştur. Benzer bir durum 1991 Körfez Savaşı esnasında Irak’tan atılan bir Scud füzesinin Diyarbakır’a isabet etmesi ile ABD’den satın almak istenen Patriot füzelerinin hiçbir zaman Türkiye’ye satılmaması ile yaşanmıştı.
Türkiye’nin BM Şartı’nın 51. Maddesi ve BM’nin terörle mücadele kapsamındaki maddelerinden kaynaklanan meşru müdafaa hakkını kullandığı ve Türkiye-Suriye arasında 1998’de imzalanmış olan Adana Mutabakatı’ndan kaynaklı hakkının bulunduğu görmezden gelinmektedir. Barış Pınarı Harekatı’nın askeri işgal olarak adlandırılmasının yanı sıra hem ABD’nin hem de NATO müttefiklerinin güvenliğine zarar verdiği görüşü açıkça “Amerikan Ulusal Güvenliğine Katkıda Bulunmak ve DEAŞ’ın Tekrar Ortaya Çıkmasına Engel Olmak Yasası 2019’da” belirtilmektedir. Bu durum 1990’larda Türkiye’nin ABD ve AB ile yaşadığı gergin ilişkiler ve karşılıklı suçlamaların olduğu dönem ile benzerlikler taşımaktadır. Aynı zamanda o yıllardaki Türkiye’nin komşuları ile ilişkilerinde yaşadığı sorunlar, iç tehdit unsurları ve uluslararası yapıdaki değişikliklerden kaynaklı durum ile de benzerlikleri vardır. 1990’larda bazı komşuları ile sorunlar yaşayan Türkiye bugün de benzer bir durum içerisindedir. 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı öncesi Türkiye-Suriye ilişkileri, Kardak krizi ile Ege’de neredeyse savaş durumuna geçecek olan Türkiye-Yunanistan ilişkileri 1990’larda yaşadığımız ve bugün de hem Suriye ile hem de Doğu Akdeniz hidrokarbon rezervleri üzerinden Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile yaşadığımız sorunlarla benzerdir.
1990’larda Milli Güvenlik Siyaset Belgelerinde (MGSB) iç güvenliğe birinci tehdit olarak irtica ile bunun içinde yer alan Fetullah Gülen Cemaati, ikinci tehdit olarak bölücü terör örgütü PKK yer alıyordu. 2010’da MGSB’den çıkartılan bu iki iç tehdit unsuru artan terör saldırıları, 15 Temmuz darbe girişimi, savaş halinde olan komşular ve bunun Türkiye’ye doğrudan etkileri ile Türkiye’nin tekrardan 1990’lardaki içe dönük güvenlik anlayışına dönmesine neden oldu. Bugün tekrar iç güvenliğe bu iki tehdit unsurunun eklenmesiyle 1990’lardaki tehdit algılamasına benzer bir durum ortaya çıkmıştır.
1990 sonrasında değişen uluslararası yapıdan dolayı pek çok zorlu sınav veren Türkiye-AB ilişkileri bugün de benzer bir süreç içindedir. 1990’larda tüm bu zorlukların aşılmasına giden süreç 1995’de AB ve Türkiye arasında Gümrük Birliği’nin kurulması ile daha derinleşen bir ilişki şekline dönüşmüştü. Bu süreç alçak politika alanı olan ekonomi ile başlayıp diğer iki önemli gelişme -1999’da PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla PKK’nın zayıflatılması ve Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye AB’ye aday ülke statüsünün verilmesi- ile ivme kazanmıştı. İç politikada güvenlik anlayışı iç tehdit unsurlarının güvenlik-dışılaştırılması (de-securitization) olarak gerçekleştirilirken aynı zamanda insan hakları ve demokrasi alanındaki reform çalışmalarının hız kazanmıştı. Bu durum, Türkiye’nin en çok eleştirildiği konulardan biri olan insan hakları ihlalleri ve işleyen bir demokrasinin olmayışı gibi hem AB hem de ABD ile ilişkileri zehirleyen konuların ortadan kalkmasına neden olmuştur.
Suriye ile 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı sonrası hatta 2000’lerde Dostluk Barajı projesine varacak kadar ilerletilen ilişkiler ile Yunanistan ile deprem diplomasisiyle başlatılan ve devam eden süreç bu ve benzer sorunların ikili ilişkilerde bir sürede olsa geri plana itilmesine, ilişkilerin normalleşmesine katkıda bulunmuştu. PKK’ya destek sağlayan Suriye ve Yunanistan bu desteği kesmişlerdi. Türkiye’nin komşuları ile geliştirdiği iyi ilişkiler ve reform süreci neticesinde 2004 Brüksel Zirvesi’nde AB tam üyelik müzakerelerinin Türkiye ile 3 Ekim 2005’te başlatılması kararı alınmış ve bununla beraber bir başka konuda da önemli bir kararın alındığı yıl olmuştur. Tüm bu olumlu gelişmeleri takiben 2004’de AB, PKK’yı terör listesine almıştır.
Bugün de karşılıklı suçlamaların ve gergin ilişkilerin olumlu yöne doğru döndürülmesi de 1990’ların sonlarına doğru karşılıklı olarak atılan benzer adımlarla gerçekleştirilebilir. Ancak 1990’larda olup bugün farklı olan iki konuyu da göz ardı etmemek gerek: Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin sıkıntılı olduğu 1990’larda ABD, Türkiye-AB yakınlaşmasını tetikleyecek önemli bir rol oynamıştı. Bugün bu rolü oynama olasılığı muhtemel görünmüyor. Yine 1990’larda Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile tek kutuplu dünya düzeni varken bugün Rusya’nın artan etkisi ve Rusya’ya uygulanan ABD yaptırımları Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.