Kriter > Dosya > Dosya / Filistin 2 |

Batılı Devletlerin Koşulsuz İsrail Desteği Modern Batı Paradigmasını Yıkıma Uğrattı


Batılı devletler büyük bir sınavla karşı karşıya. İnsan hakları, savaş hukuku, Cenevre sözleşmeleri, hastanelerin, ibadethanelerin, okulların dokunulmazlığı… 50 günlük savaşta İsrail, Batı medeniyeti değeri namına ne varsa onunla savaştı. Batılı toplumlarla devletler karşı karşıya geldi. Bu değer erozyonu, telafi edilir olmaktan çıktı. Başka milletlere değer dikte eden, özgürlük ve demokrasi raporları hazırlayan Batı paradigması kökten yıkıldı.

Batılı Devletlerin Koşulsuz İsrail Desteği Modern Batı Paradigmasını Yıkıma Uğrattı
HAMAS'ın silahlı kanadı İzzeddin Kassam Tugayları (Ali Jadallah/AA)

Fütüristler ve komplocular, bir avuç Filistinli vatanperverin dünyada devrim düzeyinde bir değişimin habercisi olacağını söylemiş olsalardı, hiç dikkate alınmazlardı. Geride bıraktığımız 50 gün, değişimin fitilini ateşledi. Yaşadığımız dünya hiçbir zaman eski paradigmaya geri dönmeyeceği gibi eski paradigma bütün unsurları ile tartışmaya açıldı.

HAMAS’ın İsrail’in işgali altında olan topraklara saldırı düzenleyip yüzlerce esiri Gazze’ye kaçırması, 75 yıldır Filistin topraklarını işgal ve Filistinlileri esir olarak tutan İsrail’e hiç beklemediği bir travma yaşattı.

İsrail, dünyanın en güçlü istihbaratının MOSSAD, en güçlü ordusunun kendi ordusu olduğuna bütün dünyayı inandırmıştı. Bazı Arap ülkelerinde bu inanç, iman düzeyindedir. Netanyahu hükümeti, ilk şoku atlattıktan sonra dünyaya sert mesajlar vermeye başladı. Bir anda başta ABD ve birçok Avrupa ülkesi İsrail’e koşulsuz desteğini açıkladı. “İsrail’in savunma hakkına” vurgu yapıldı. Evet İsrail bir hafta süreyle savunmada idi peki sonra ne oldu?

Netanyahu ve bazı Siyonist din adamlarının açıklamaları, bütün olacakların habercisi gibiydi. Bir anda Tevrat’tan ayetler, DEAŞ benzeri sapık, dinci, ırkçı, ötekileştirici ve tehdit dolu açıklamalar birbirini takip etmeye başladı: “Biz insanlarla değil hayvanlarla savaşıyoruz. İsrail, esir aldığı yaralı Filistinlileri tedavi etmeyerek kaderine terk edecek. İsrail askerleri yapmış olduğu insan hakları ihlallerinden dolayı yargılanmayacak. Gazze’de asker sivil ayrımı yapılmayacak.”

Kan dondurucu bir açıklama daha geldi. “AMALEK’i hatırlayın.” Amalek halkının erkeklerini, kadınlarını, beşikteki çocuklarını ve bütün hayvanlarını öldürün.” Bu hatırlatma, Netanyahu’nun askerleri ziyareti sırasında yaptığı açıklamaydı. Bir Siyonist haham çıkıp şu cümleyi kurabildi “Yahudiler Allah’ın nurudur. Diğer insanlar ise köle ve hayvan statüsündedir. Bize köle olarak yaratılmıştır.” Dünya milletleri bir anda ABD’nin Irak ve Suriye’de oluşturmuş olduğu DEAŞ benzeri sapık, radikal ve hukuk tanımayan bir terör örgütü ile karşı karşıya kaldı.

Gazze’de kara savaşı başladı, İsrail her gün sivillerin üzerine tonlarca bomba yağdırdı. Her geçen gün binlerce çocuk kadın olmak üzere bugün itibari ile 15 bin sivil hayatını kaybetti.

Gazze’de yaşanan katliam ve soykırım canlı yayında izleniyor. Batılı devletler, bu katliam karşısında suskun kalıp sömürge çağından bugüne kadar süregelen Siyonist medya, finans ve yönetim tekeline uygun bir tutum takındı. İsrail bir devlet olarak terör örgütü gibi davranarak; insan hakları, savaş hukuku, dünya kamuoyunu dahil hiçbir şeyi hesaba katmadan “tanrı kibri”yle saldırılarını sürdürdü. 1970’lerde bütün dünyada sağ-sol ABD karşıtlığı, Filistin meselesi üzerinden tartışılırdı. Bilgisayar başında oturup bizler gibi Batı Katolik eğitimden geçemeyen gençler; moron kafalı konvansiyonel devlet adamları ve Siyonist medya tarafından yönetilemedi. Başta Batılı devletler olmak üzere dünyanın bütün başkentlerinde Filistin’e özgürlük sloganlarıyla dünyanın yarısı Gazze’deki hukuksuz savaşı durdurmak için sokaklara döküldü.

Batılı devletler büyük bir sınavla karşı karşıya kaldılar. İnsan hakları, savaş hukuku, Cenevre sözleşmeleri, yaşama hakkı, gıdaya erişme hakkı, savaş ortamlarında hastanelerin, kutsal mekanların, okulların ve BM merkezlerinin mülteci kamplarının dokunulmazlığı vardır. 50 günlük savaşta İsrail, Batı medeniyeti değeri namına ne varsa onunla savaştı. Batılı toplumlarla devletler karşı karşıya geldi. Bu değer erozyonu, telafi edilir olmaktan çıktı. Başka milletlere değer dikte eden, özgürlük ve demokrasi raporları hazırlayan, antidemokratik olanla savaşan Batı paradigması kökten yıkıldı.

Gerçekte, Batı’nın özgürlük anlayışı nasıl teşekkül etti? Ya da insanlık 200 yıllık bir uykudan uyanmak zorunda mı kalacak bir göz atalım.

Avrupa’da demokrasisinin kökleri oldukça derindir. Tarih yazıcılığını Avrupalılar kaleme aldığı için, Avrupa tarihi gibi Avrupa demokrasi tarihi de insanlığın tek demokrasi hikayesidir. Bütün dünya milletlerinin okullarında okutulan Avrupa demokrasi tarihidir.

Resmi demokrasi tarihinde övgüyle bahsedilen Yunan demokrasisi denilen demokrasi biçimi aslında gerçek bir demokrasi olmadığı gibi, halkın geniş katmanlarını kucaklayan bir demokrasi de değildi. Kadınlar, köleler ve yabancılar oy hakkından yoksundu. Aslında o ünlü doğrudan demokrasi ancak halk katmanları maaşa bağlanınca gerçekleşti ki burada da en büyük katkı halkçı Tiranlar sayesinde var olabildi. Dahası bu ünlü demokrasinin sınırı Sokrates'te bitivermişti.

Orta Çağın sonlarında tekrar alevlenen demokrasi tecrübesi ise aristokrasi karşısında sıkışan Burg (kent) mensupları olan burjuvazinin (kent soylu) aristokrasi ile mücadelesinde müttefiklere ihtiyaç duymasına borçluydu, varlığını ve iktidarı elde ettikten sonra nalıncı keserine dönüşerek sadece kendisine çalıştı. Yani burjuvazi ne zaman sıkışsa demokrasi dalgası güçlendi, ne zaman rahat ve güvende olsa demokrasi dalgası geriye çekildi.

Kıta Avrupa’sında demokrasinin en gelişmiş hali İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uygulama alanı bulmuştur. Fransız Devrimi ile Cumhuriyeti oluşturan Batı, ne yazık ki o döneme dek gelişkin bir demokrasi oluşturamadı. Genel oy hakkının kadınları da kapsamına alması, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar çok az ülke de yasalaşabildi. Sendikal özgürlükler, genel ifade özgürlüğü gibi birçok kamusal özgürlükler ancak refah toplumu denilen ve geniş bir orta sınıfa yaslanan bir dönemde hayata geçebildi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa devletleri bir ütopya olarak görülen demokrasi ve özgürlükleri geliştirdi ve içselleştirdi. Demokrasi ve özgürlükler, bütün dünyaya örnek olarak sunulan bir seviyeye ulaştı. Çağdaş Batı değerleri dediğimiz, özgürlükler, insan hakları, kadın hakları, işçi hakları hatta hayvan hakları ile ilgili olağanüstü bir seviye yakalandı. 68 kuşağının ve sol kültürün bu gelişmelere olumlu katkıları oldu elbette, bunların tümü Batı dışı dünya için hiç geçerli değildi… Sosyalizm tehlikesini ancak refahı toplumun geneline yayarak atlatan Batı için bu tehdit, artık kendisine büyük bir risk olmaktan çıktıktan sonra demokrasi genişletildi. Sovyet Blokunun çökmesiyle birlikte ise bu demokrasi yavaş yavaş rafa kalktı ve 11 Eylül ile birlikte yeni bir totaliterlik biçimine dönüştü.

İsrail, Gazze kentindeki Al-Shati Kampı bölgesine aydınlatma fişeği attı.
İsrail ordusunun Gazze Şeridi'ne yönelik havadan, denizden ve karadan düzenlediği saldırılar aralıksız devam ediyor. İsrail güçleri, Gazze kentindeki Al-Shati Kampı bölgesine aydınlatma fişeği attı. (Ali Jadallah/AA, 7 Kasım 2023)

 

Batı Demokrasisinin Çok Kültürlü Olamayışı

Sömürgecilik döneminde işgal ettikleri bölgelerde öteki ile karşılaşan Batılılar, köle ticareti ile beraber kendi şehirlerinde yabancı görmeye başlamışlardır. Ancak öteki ile olan tecrübedeki yetersizlik ya da ötekiyi aynıda eriten Batı kültürcülüğü, bu konuda da Eski Yunan'a çok şey borçludur. Pers savaşında başarı sağlandıktan sonra Perslere yönelik basbayağı bir ırkçılık dalgası oluşturan Batı, daha o zamandan Doğuyu içine alamadı. Buna mukabil o aşağıladıkları Pers İmparatorluğu, bünyesinde bir sürü farklı kültürü hiçbir zorluk çekmeden barındırabildi. Özcü suçlamasını göze alarak diyebilirim ki Doğu temelli imparatorluk kültürü, kentçi demokrasiden çok daha açık bir kültür oluşturabildi. Roma’nın da benzer bir ayrımcılığı, üstelik sınıf temelli bir ayrımcılığı ve farklı olana karşı açık olmayan bir kültür geliştirdiği ve Romalı olmayan herkesi “barbar” ilan ederek dışladığı bir vakadır. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, ünlü aydınlanmacılık aynı zamanda ırkçılığın da kaynağı olabildi.

Batı ülkelerinin Hristiyan olmayan dinlerle ilişkisine geçmeden Orta Çağ ve sonlarındaki Batı şehirlerinin kabullenme ve dışlama açısından durumlarına bir göz atalım. Şehirler, Batı şehri ve Doğu şehri diye ikiye ayrılır. Batı şehirleri nüfus itibariyle Hristiyan’dır, tekçidir, dışlayıcıdır. Bizim ilahi din diye tasnif ettiğimiz dinlerden Yahudilik, Hz. İsa’yı öldüren adamların dinidir. İslam ise Hristiyanların nezdinde putperestlik gibi bir dindir. Eğer bir Hristiyan, İslam’ı din olarak kabul etse zaten kendi dini hükmen ortadan kalkmış olur. Bu sebepten Batı şehirleri tarih boyunca yalnızca Yahudileri kentlerine kabul etmek zorunda kalmışlar ancak onları da gettolara kapatmışlardır.

Orta Çağ kentlerini Doğu kentlerinden farklı kılan özellik, bu kentlerin kale içinde bir nüfus barındıracak ölçüde küçük olmasıydı ve nüfusları da 10 bin ile 70 bin arasında değişmekteydi. Bu şehirler aynı zamanda birer piskoposluk şehriydi. Bu nedenle de ötekine açık değillerdi.

İslam şehirlerine gelecek olursak her şeyden önce İslam kentleri, Batı şehirlerinden çok daha gelişmiş ve çok daha kalabalıktı. İslam şehirlerinin nüfusu 50 bin ile 200 bin arasında değişebiliyordu. Doğal olarak kalabalık olan bu şehirlerde çok çeşitli dinlerden ve milletlerden insanlar yaşamaktaydı. Ancak bu şehirlerde Avrupa şehirlerindeki gibi Yahudi ya da Hristiyan gettoları mevcut değildi. Orta Çağ dahil İslam kentleri kabullenicidir. Hristiyanlar ve Yahudiler İslam şehirlerinde rahatça yaşamışlardır ve kendi kültürlerini rahatlıkla koruyabilmişlerdir. Çünkü İslam dini inanç olarak ilahi dinleri kabullenir. Bir Müslüman için Hz. İsa, Hz. Musa, tıpkı peygamberimiz gibi inandığımız peygamberlerdir. Bu yüzden İslam şehirleri kalabalıktır, mamurdur, Hristiyan ve Yahudi nüfus çoğu zaman Müslümanların nüfusuna denk olmuştur. Bağdat, Musul, Kudüs, Kurtuba, İstanbul, Halep, İzmir ve Saraybosna üç dinin mensuplarının bir arada huzur içinde yaşadığı şehirlerin bazılarıdır.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Selanik’ten ayrılmak zorunda kalan bir Yahudi yazarın kaleme aldığı Selanik ah Selanik adlı kitabında “Selanik’te ezan sesi kesildiğinde, dünyanın en renkli kenti olan Selanik, tek dinli hatta tek mezhepli bir Hristiyan kentine dönüşmüştü. Kısa zamanda Müslümanlar, Yahudiler kenti terk etmek zorunda kalmışlardı” diye yazar.

Nazi Almanyası’nda gördüğümüz Yahudi düşmanlığı ve soykırım, sapık bir liderin paranoyasını yansıtmakla sınırlı kalmaz. Aynı zamanda Avrupalı Hristiyanların inanç temellerinde bu nefretin köklerinin mevcut olduğunu gösterir. Orta Çağ Hristiyan şehirlerinde, “bütün hastalıkların ve kötülüklerin Yahudilerden geldiğine” inanılırdı. Gettolara kapatılmaları bu yüzdendir. Avrupa’da antisemitizm yasasının çıkarılması tesadüf olmasa gerek.

Batı devletleri ve şehirleri, sömürge döneminde köle olarak tanıştıkları öteki kültür mensupları ile Afrikalı, Asyalı Müslümanlarla bu kez sanayi işçisi olarak yüzleştiler. Avrupa değerleri, bugüne kadar alışık olmadıkları insanlarla yaşamaya zemin hazırladı ve fırsat verdi. Avrupa refahı ve zenginliği bu süreci destekledi. Çünkü Avrupa’daki Müslüman Afrikalı ve Asyalılar, onların refahını tehdit etmiyordu.

Soğuk Savaş’ın bitmesi, 11 Eylül saldırıları, Birleşmiş Milletlerin (BM) adalet dağıtma vasfının yok olması, BM Güvenlik Konseyinin keyfi davranışları, Batı’da ekonomik durgunluk ve işsizliğin artması, Avrupa’da ırkçılığın yeniden yükselmesine sebep olmuştur. Ancak Avrupa demokrasilerinin krizi sadece çok kültürlü bir demokrasi noktasındaki eksikliklerden ibaret değildir. 11 Eylül, Avrupa’da giderek aşınmakta olan ünlü liberal demokrasinin sonunu getirmeye yetti ve Avrupa demokrasiden faşizme kaz adımları ile ilerler oldu.

 

Hayatın Her Alanında Gözetim ve Militarizm

11 Eylül ile birlikte aslında küreselleşen yeni kapitalist dalganın giderek sosyal hakları tırpanlaması ve yönetimin giderek elitler düzeyinde piramidal bir hal alması, demokrasinin sınırlarını giderek daraltmaktaydı. Bireylerin kendi iç mahrem hayatlarına gömülmeleri neticesinde oluşan kitlelerin artık siyasete ve kamusal özgürlüklere yönelik ilgisizliği, farklı türden bir totaliterliğin hayata geçmesine neden oldu. ABD'li siyaset bilimci Sheldon Wolin tarafından ifade edilen tersten totalitarizm ve yönetilebilir demokrasi uğruna gerçek sivil özgürlüklerin feda edilmesi ile tanımlanan bu süreç, 11 Eylül ile bir polis devletine dönüştü. İşkence, kötü muamele, sistematik ayrımcılık gibi insan hakları ihlalleri artık normalleşmeye başladı. Nasıl “Yunan demokrasisi”nin sınırı Sokrates oldu ise “liberal Batı demokrasisi”nin sınırı da göçmenler oluverdi. Sıkı bir gözetim ve dinleme ağı ile devlet artık sosyal hayatın her boyutunu kontrol atında tutmakta.

Bugün tek kutuplu dünya yerini çok kutuplu dünyaya bırakacak. Batılı devletlerin kavramsal yıkıcılığı tarih oluyor. Batı medeniyetini var eden bütün değerler, İsrail tarafından ihlal ediliyor. Konvansiyonel medya tarihin en büyük hayal kırıklığını yaşayacak. İsrail ve Batı kendi sömürge ve işgal tarihini tartışmaya açarak insanlık vicdanı canlı bir şekilde yaşamaya devam edecek. Bir çağın kapısı yeniden aralanacak. Batı’da liderlik açısından büyük bir buhran yaşanmaktadır.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası