Kriter > Siyaset |

Siyasal İktidarsızlıktan Kültürel İktidarsızlığa: Batıcı Nefret Rejiminin Sosyolojik Dinamikleri


Tüm sosyolojik dezavantajlarına rağmen milliyetçi-muhafazakar kesimlerin büyük bir değişim ve toplumsal hareketlilik içerisinde olduğunu görmek gerekiyor. Eğitim oranları, kentleşme ve orta sınıflaşma düzeyleri sürekli yükseldiği gibi özgüvenleri de giderek artıyor. Artık susan, sinen bir muhafazakar tipinin yok olmaya başlayacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.

Siyasal İktidarsızlıktan Kültürel İktidarsızlığa Batıcı Nefret Rejiminin Sosyolojik Dinamikleri
TSK’nın kimyasal silah kullandığı yönünde iftiralarda bulunan Türk Tabipleri Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı beraberindeki bazı HDP ve CHP’li milletvekilleri ile TBMM’de basın toplantısı düzenliyor. (Raşit Aydoğan/AA, 15 Haziran 2022)

Türkiye’nin demokratikleşmesi ve dış politikada bağımsız bir aktöre dönüşme süreci ile siyaset üzerindeki vesayet yapılarıyla gerçekleştirilen mücadele arasındaki ilişki, oldukça dikkate değer. 27 Mayıs ile kurumsallaşan ve askeri, jüristokratik, bürokratik boyutlarıyla milli egemenliği pasifize eden vesayet unsurlarıyla yapılan mücadelede büyük bedeller ödenerek önemli kazanımlar elde edilirken, demokratikleşme sürecinde büyük bir aşama kaydedildi. Bütün bu vesayet unsurlarının, küresel Batı vesayeti ile zihinsel, ideolojik, stratejik özdeşliği aynı zamanda Türkiye’nin bağımsızlığının üzerinde de bir vesayet yapısının oluşmasına, Türkiye’nin Batı ile bağımlılık ilişkisi içerisinde bir uydu müttefike indirgenmesine yol açmıştı. Türkiye’nin özellikle de 2010’larla somutlaşan vesayetle mücadelesinin siyasal alanı demokratikleştirecek, çoğulculaştıracak ve Türkiye’yi bağımsızlaştıracak bir sürece evirildiği bilinmektedir.

Öte yandan siyasal alan üzerinde kurumsallaşan vesayet yapılarının toplumsal, kültürel ve ekonomik bir tabandan tamamen yoksun olduğunu söylemek de zordur. Bu noktada Batı vesayetinin Türkiye için yalnızca devletlerarası ilişkilerde bir siyasal vesayet mekanizması olarak işlemediğinin; Türkiye’nin siyasal, bürokratik, ekonomik, entelektüel ve kültürel elitlerinin önemli bir kısmı üzerinde de bir vesayete dönüştüğünün altını çizmek gerekir. Türkiye’nin Batılılaşma süreci içerisinde, bir dünya imparatorluğunun kaybedilmesinin doğurduğu travmanın ve Batı ile kurulan çeşitli tarzdaki ilişki biçimlerinin etkisiyle oluşmuş bu vesayet biçimi, kolonyalizm döneminde Batı’nın sömürgelerinde oluşan bir vesayet biçimini hatırlatmaktadır. Türk milleti tarih boyu hiç sömürge olmamasına, bunun için milli mücadele verip kazanmasına rağmen, Batı vesayetinin Türkiye’deki çeşitli kültürel, entelektüel, ekonomik ve bürokratik zümreleri etkisi altına almasının üzerinde durmak gerekir.

 

Batı Kolonyalizminin Zihinsel Uzantıları

Yakın tarihe kadar devlet aparatlarının, sermayenin, medyanın, üniversitelerin, kültür ve sanat unsurlarının önemli bir kısmı üzerinde görülmüş olan bu Batı vesayetinin ideolojik, zihinsel ve sınıfsal boyutları bulunmaktadır. İdeolojik olarak kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, akla gelebilecek her türlü sorunun kaynağını Müslümanlıkta, Türklükte ve Şarklılıkta arama; modernleşmenin, demokratikleşmenin, kalkınmanın ancak ve ancak kültürel olarak Batılılaşmakla mümkün olabileceğini düşünme ve hissetme hali bu ideolojik vesayetin belirleyici özelliğidir. Bu düşünce ve hisse sahip olan kesimler, Batılılaşmayı aynı zamanda da bir statü edinim aracı olarak görmüşlerdir. Batılı sömürgecilerin Batı dışı toplumlara “medenileştirilmesi gereken, demokrasi ve modernleşme süreçleriyle milletleşme aşamasına geçememiş cemaatler” olarak bakması gibi Batı’nın kültürel, siyasal ve ideolojik uzantısı olan “yerli” Batıcılar da kendi toplumlarına aynı biçimde bakmış ve kendileri gibi Batıcı olmayanlarla kültürel olduğu kadar sınıfsal olarak da kendilerini ayrıştırmaya çabalamışlardır. Küresel sermaye ilişkilerinin ve ülke içinde Batıcı resmi ideolojinin hakim olduğu dönemdeki etatist ilişkilerin de etkisiyle Türkiye’nin ekonomik ve bürokratik elitleri, kendi yönetici-beyaz yakalı çeperleriyle birlikte bu Batıcılığın sınıfsal ayaklarından birini teşkil etmiştir.

Batıcılığın entelektüel/akademik taşıyıcılarının ve kültür-sanat unsurlarının küresel Batı kültürel hegemonyasının Türkiye’deki yerli mümessili olarak oluşturdukları hegemonya da yine Batıcılığın hem toplumsal hem de kültürel vesayetini göstermektedir. Akademyasıyla, aydınlarıyla, kültür-sanat unsurlarıyla ve medyasıyla, Türkiye’nin Batı kültürel vesayeti altına alınmasının sacayaklarını, bu Batıcı zümrelerin hakimiyetindeki merkezler oluşturmuşlardır. Bütün bu ekonomik ve kültürel vesayet biçimlerinin etki alanlarında kalan dahası siyasal ve ideolojik olarak da kendisini “sol”, “liberal”, “sol-liberal”, “feminist”, “sosyalist” veya “Kemalist” olarak tanımlayıp netice itibariyle tüm ideolojik varyasyonlarına rağmen Batı’nın toplumsal, kültürel, zihni değerlerini norm olarak Türkiye’ye dikte etme paydasında özdeşleşme eğilimindeki kesimleri de eklediğimizde Türkiye’nin vesayetle mücadelesine direnç oluşturacak bir toplumsal taban ortaya çıkmaktadır.

Oyuncu Eda Ece, ödül töreni konuşması
Oyuncu Eda Ece, bir ödül töreninde yaptığı konuşmada, “Deprem bölgesine yaptığımız her şeyi onlar başkaları yapıyor sandı, sandıktan onu anladık” sözlerini kullanmıştı.

 

“Kültürel Sınıf”

İşte bu noktada söz konusu “kültürel sınıf”ın karşısında yer alıp, Batı’nın siyasal ve kültürel vesayet biçimlerine karşı Müslümanlık ile Türklüğü bir kimlik olarak gururla sahiplenen; inanç, tarih, gelenek gibi toplumsal değerleri muhafaza etmeye çalışan kesim milliyetçi-muhafazakar kesimdir. Lakin ya taşrada yaşayan ya da daha yeni kentlileşen, yarı taşralı ailelerden gelen, iş gücü piyasasında beyaz yakalı ve yönetici pozisyonlarda henüz yer almaya başlamış yani ekonomik, kültürel ve sembolik sermaye bakımından sınıflaşma sürecine yeni katılmış milliyetçi-muhafazakar kesimin yakın zamana kadar büyük sınıfsal dezavantajları bulunuyordu. Buna Batıcı kesimlerin küresel Batı hegemonyasının mümessili oldukları kültürel hegemonyaları ve söylem hakimiyetleri de eklendiğinde durum muhafazakarlar için daha da zorlaşabiliyor; bu durum ya birtakım asimilasyon süreçlerinin çalışmasıyla ya kamusal alanda sinik bir tavır sergilemeyle ya da Batıcıların vesayeti karşısında toptan bir ricatla neticelenebiliyordu.

Ama tüm bu sosyolojik dezavantajlara rağmen milliyetçi-muhafazakar kesimlerin de büyük bir değişim ve toplumsal hareketlilik içerisinde olduğunu görmek gerekiyor. Eğitim oranları, kentleşme ve orta-sınıflaşma düzeyleri sürekli yükseldiği gibi özgüvenleri de giderek artıyor. Artık susan, sinen, geri çekilen bir muhafazakar tipinin yok olmaya başlayacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bunun ilk işaretleri, siyaset üzerindeki askeri, yargısal veya bürokratik vesayet türlerinin yıkılması mücadelesinin arkasında sapasağlam duran toplumsal tabanı bu kesimlerin teşkil etmesiyle görüldü. Milliyetçi-muhafazakar kesimlerin siyasal vesayeti yıkmalarının ardından ekonomik ve kültürel vesayet yapılarına karşı da bir alternatif inşa etmeye başladıkları görülüyor. Bu durum iş hayatını, sermayeyi, plazaları, üniversiteleri, medyayı, entelektüel platformları, lüks tüketimi ve kültür-sanatı kendi selfkolonyalist kurtarılmış bölgeleri olarak gören, kültürel ve ekonomik hegemonyalarını mutlak varsayan kesimler için ciddi bir sınıfsal tehdit olarak algılanıp, büyük bir öfkeyle, linç ve nefret söylemiyle karşılanıyor. Kültürel ve ekonomik hegemonyaları yalnızca siyasal olarak değil, sınıfsal olarak da kendilerini toplumun geri kalanından ayrıştırmaya dönük bu “aparhteid” psikolojisinin; yeni bir alternatifi, çoğulculaşmayı, demokratikleşmeyi ve millileşmeyi kabul etmesi kolay olmuyor. Kolay olmadığı için de başta darbeler olmak üzere Türkiye üzerindeki Batı’nın siyasal vesayet unsurlarıyla özdeş bir siyasal tavır sergileniyor. Yine aynı sebeplerle de kültür hayatının tek tipçi bir Batıcı vesayet altında kalması savunuluyor ve kültür-sanat, milliyetçi-muhafazakar kesimler ile bu kesimlerin siyasi temsilcilerine karşı Batıcı nefretin bir aracına dönüştürülüyor.

 

Nefret Rejimi

Yalnızca siyasette değil, kültür ve ekonomide de merkeze doğru bir yürüyüş içerisindeki milliyetçi ve muhafazakar kesimlere ve onların siyasal temsilcilerine yönelen bu öfkenin, bir nefret söylemi patlamasına ve sözlü şiddete dönüştüğü en önemli platformların festivaller ve ödül törenleri olduğu görülüyor. Adeta bir nefret ayini havasına bürünen bu platformların Batıcı-selfkolonyal bir nefretle darbecilikten terör örgütlerine kadar Batıcılığın operasyonel unsurlarına gönderilen selamlardan, milli egemenliğe karşı gösterilen tepkiye kadar pek çok dışavurumu sergileniyor. “Şarkıcı” veya “oyuncu” olduğu iddia edilen bazı kimselerin kültürel ve ideolojik olarak uzantısı oldukları küresel Batı kültürel hegemonyasından cesaret aldıkları gibi, satıcı-müşteri ilişkisine girdikleri Batıcı kitleleri de hoşnut etmeye yönelik bir tarzda hareket edecek bir piyasa ilişkisine girdikleri anlaşılıyor.

Başörtülü kadınları eğitim, çalışma ve seçilme hakkından yoksun bırakan cinsiyetçi, darbeci zihniyete veya PKK’nın şehit ettiği kadınlara karşı sessiz kalıp sözde “bu coğrafyada acı çeken kadınlar”dan bahsederek Batı’nın oryantalist peşin hükümlerini bir hakikatmiş gibi sıralayan bir dile sahip olunduğu gibi, PKK propagandasını yapan Tabipler Birliği başkanına ithaf edilen ödüllere kadar bizi millet yapan her türlü asgari zemine saldıran bir dil de tesadüfen ortaya çıkmıyor. Dahası sponsorluklar, reklamcılık, organizasyon vb. sektörlerin sürüklediği bir küresel kültür endüstrisi ve onun Türkiye’deki komprador uzantıları ile kurulan ödül-ceza ilişkisi de bu nefret ayininin ekonomik ayağını oluşturuyor. İşte depremzedeleri bile hedef alabilecek kadar insanlıktan çıkma halinin arkasında böyle bir nefret rejiminin teşekkül etmesi yer alıyor.

 

Milliyetçi-Muhafazakar Kamuoyunun İnşası

Milliyetçi-muhafazakar kesimler yukarıda anlatılan sosyolojik süreçlerle ve büyük mücadelelerle yalnızca siyasal anlamda bir özne konumuna gelmediler. Aynı zamanda da artık yavaş yavaş da olsa orta sınıflaşma dinamikleriyle kültürel ve ekonomik alanda da daha güçlü ve özgüvenli bir şekilde yer alacaklarının işaretlerini vermeye başladılar. Artık kültürel ve ekonomik alan, Türkiye’nin Batıcıları için rekabetin olmadığı, tek tipçi bir dikensiz gül bahçesi olmaktan çıkmaya başlıyor. Bütün nitelik yoksunluklarına rağmen sadece ve sadece küresel Batı hegemonyasına eklemlendikleri için var olabilen bu kültürel vesayet unsurlarının bir milliyetçi-muhafazakar alternatifin ihtimalini bile görmesi bir tehdit gibi algılanıyor ve kültürel alandaki çoğulculuk ile demokratikleşme talepleri içi boş bir “kutuplaşma” tartışmasıyla etiketlenip boğulmak isteniyor. Buna özellikle seçim süreci ve sonrasında da artarak görüldüğü üzere saldırganlık, düşmanlık ve nefret söylemleri içeren bir ötekileştirme de ekleniyor.

İşte bütün bu saldırganlığa karşı milliyetçi- muhafazakar kesimler kamuoyu oluşturabildiklerini göstererek ve gösterdikleri tepkilerle netice de alarak artık kültür alanındaki vesayete karşı da daha özgüvenli bir şekilde mücadele ediyor. Bu mücadeleyi yaparken kendi siyasal, bürokratik ve kültürel aktörlerinden de aynı özgüvenli mücadeleyi bekliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi özgüvenle bu küresel Batı vesayetine ve onun yerli uzantılarına karşı geri adım atmadan mücadele edebilmiş bir liderin arkasında bu denli sağlam durmaları da bu özgüvenli mücadele şuurundan kaynaklanıyor. Milliyetçi ve muhafazakar kesimler aynı özgüveni, duruşu diğer siyasal ve kültürel aktörlerden de bekliyor hukuklarının, şahsiyetlerinin ve haysiyetlerinin elitler düzeyinde de savunulmasını istiyor. Savunulmadığını hissettiklerinde de tepkisini ortaya koymaktan çekinmiyor.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası