29 Ekim 2023’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti yüz yaşını idrak edecek. Cumhuriyetimiz yüzüncü yaşına hem bölgesinde hem de dünyada ekonomik, sosyal ve siyasal olarak güçlü bir aktör olarak giriyor. Ancak bu durum, Türkiye Cumhuriyeti yeni yüzyılına hazırlanırken, hepimizin üstleneceği sorumluluğu daha da artırmaktadır. Söz konusu sorumluluk her alanda olduğu gibi yeni bir anayasanın yapılması için atılacak adımların da başlıca motivasyonunu oluşturmalıdır.
Darbe(ci) Anayasa Yapım Geleneği
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan anayasa tartışmaları o günden bugüne farklı biçimlerde ve farklı aktörler tarafından sıkça dile getirilmiştir. Bu aktörler kimi zaman Osmanlı’da olduğu gibi Padişah’a muhalif bir grup (Genç Osmanlılar), kimi demokratik siyasetin temsilcileri kimi zaman ise 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile başlayan gelenekte olduğu gibi darbecilerden gelmiştir. Maalesef, Cumhuriyetimizin son elli yılının anayasal çerçevesi, bahsi geçen son aktör olan darbeci geleneğin hakimiyetine işaret etmektedir.
Darbeci anayasa yapım geleneği vesayete dayalı bir anayasal düzen tasarımı anlayışının da ana kaynağını meydana getirmiştir. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile başlayan ve çeşitli bürokratik aktörlerin demokratik siyasal alan üzerinde etkili olma kabiliyetleri, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası da (1982 Anayasası ile 2007’de gerçekleştirilen anayasa değişikliğine kadar Cumhurbaşkanlığı makamını da bu aktörlerin içine ekleyerek) devam etmiştir.
1961 ve 1982 anayasalarının yapım sürecine hakim olan antidemokratik karakter, her iki anayasanın millet desteğini almasını engellemiş ve anayasal düzeni, fiili olarak süreklilik arz eden birer meşruiyet krizi içinde işlemeye zorlamıştır. 1982 Anayasası döneminde söz konusu krizler, özellikle siyaset kurumunun alanının daralmasında belirleyici rol oynamıştır.
1982 Anayasası’nda yürürlüğe girdiği günden bugüne toplam on dokuz değişiklik yapılmıştır. Bunların en kapsamlıları ise 2002’den itibaren AK Parti iktidarları döneminde gerçekleştirilmiştir. Yapılan değişiklikleri ortaya çıkaran başlıca motivasyon ise bahsi geçen krizleri aşmak ve bunlara anayasal çözüm formülleri üretmek olmuştur. Darbe(ci) tasarımın birer ürünü olan vesayetçi aktörlerin sivil siyasete yaptıkları müdahalelere karşı reaksiyon biçiminde doğan anayasa değişikliklerden 2007 ve 2017’de yapılanlar, parlamenter hükümet sisteminin zaaflarından kaynaklanan krizleri ortadan kaldırmayı hedeflerken, 2010’da yapılanlar ise 1982 Anayasası’nın ilk halinden itibaren vesayetçi refleks kapasiteleri güçlendirilmiş olan Anayasa Mahkemesi ve Hakim ve Savcılar (Yüksek) Kurulu gibi organların demokratik bir yapıya kavuşturulmasını amaçlamıştır.
Yapılan değişliklerin yalnızca darbeci geleneğin bir ürünü olan anayasal düzeni dönüştürme hedefinde olmadığı, aynı zamanda bizzat bu düzenin başlıca müsebbipleri olan başta Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile hayatta olan diğer Konsey üyelerinin yargılanabilmesinin yolu da 2010’daki anayasa değişikliği ile mümkün hâle getirilmiştir. Anayasa’nın geçici 15. maddesinin kaldırılması sonrası, 2012’de başlayan yargılamalar neticesinde Kenan Evren ve Konsey üyelerinden eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya, 4 Nisan 2012'de yargılanmaya başlamış ve müebbet hapis cezasına çarptırılmışlardır. Ancak dava temyiz aşamasındayken her ikisi de hayatını kaybetmiştir.
Yürürlüğe girişinin üzerinden kırk bir yıl geçen 1982 Anayasası’nda gerçekleşen değişiklikler, Anayasa’nın demokratik bir niteliğe kavuşmasına katkı yapsa da geldiğimiz aşamada bu durum maalesef ontolojik olarak yaşadığı meşruiyet krizinin çözülmesini mümkün kılmamaktadır. Gerçekleştirilen normatif düzenlemeler ve darbecilerle hesaplaşma, aslında demokratik anayasa yapımı için bir başlangıç iradesi olarak değerlendirilmelidir. Hukuksal anlamda teknik birtakım dönüşümleri gerçekleştiren siyasi iradenin, artık Türkiye Cumhuriyeti’ni yeni yüzyılına taşıyacak demokratik bir kurucu iradeyi harekete geçirecek motivasyonu da ortaya koyma zamanı gelmiş gözükmektedir.
İkinci Yüzyılın Sembolü Olan Bir Anayasa
Anayasa, bir devletin organlarını, bu organların görevlerini, birbiri ile olan ilişkileri ve vatandaşların sahip olduğu temel hak ve özgürlükleri düzenleyen bir belge olmasıyla onun hukuksal niteliği ile ilgilidir. Bu yönüyle devletin hukuk düzenini kuran temel kaynaktır. Ancak anayasa aynı zamanda politik bir metindir. Kaldı ki onun hukuki boyutu bir anlamıyla devletin üzerinde yükseldiği politik birliğin sınırlarını çizerek onun teminatı halini almaktadır.
Osmanlı-Türk anayasacılığı incelenip kurucu güç/iktidar başta olmak üzere yapılan tartışmalara bakıldığında, bunların ağırlıklı olarak anayasanın hukuksal bir metin olmasını önceledikleri söylenebilir. Bu da anayasalardaki normatif düzenlemeleri merkeze alan bir anlayışın yeni anayasa tartışmalarını domine etmesine neden olmuştur. Oysa yeni bir anayasanın yapılması bunun çok ötesine geçen bir bağlama sahiptir. Devleti meydana getiren insan topluluğunun değerleri, kimliği, amaçları, tarihi ve politik birliği söz konusu bağlamı işaret eder ve bu bağlam anayasa adı verilen bir metinle sembolik hale getirilir.
Bugün yeni bir anayasayı ihtiyaç haline getiren, 1982 Anayasası’nın Türk milletine ait bir sembol olmayı başaramamasıdır. 1982 Anayasası; demokratik siyasal zemini yıkan, hukuk devletini ve anayasal düzeni ortadan kaldıran, kendi vatandaşlarını insanlık dışı muamelelere tabi tutmaktan çekinmeyen bir kurucu iradeyi yani darbeyi sembolize etmektedir. Ve bu karakteri ile Türkiye’yi yeni yüzyıla taşıması söz konusu değildir.
Kapsayıcı, Katılımcı ve Uzlaşmacı Bir Süreç Olmalı
Bir anayasaya demokratik olma vasfını kazandıran başlıca unsur, anayasa yapım süreci ile yakından ilgilidir. Başka bir ifadeyle anayasa yapılırken onun muhatabı olan insan topluluğunun yapım süreci içinde yer alıp almadığı, anayasanın demokratik olmasının belirleyicisidir. Kurucu meclis yöntemi olarak adlandırılan ve ilk örneğini 1787 tarihli ABD Anayasası’nın yapımında gördüğümüz anayasa yapım şekli, bu tarihten itibaren demokratik anayasa yapımının en belirgin biçimlerinden biri olmuştur. Bu yöntemde halk tarafından genel, gizli, eşit ve serbest oy ilkelerine göre seçilen temsilcilerden anayasa yapmak üzere bir meclis (konvansiyon) toplanmakta, bir anayasa taslağı hazırlamakta ve bu taslak, halkoyuna sunulmaktadır. Halk oylaması neticesinde ise anayasa kabul edilmekte veya reddedilmektedir. Demokrasinin ilk şartını katılımcı bir süreç olarak kabul eden bu yöntem, 1787’den günümüze başlıca demokratik anayasa yapma yöntemi olarak anayasa hukuku ve siyaset bilimi kitaplarında anlatılmıştır.
Nitekim 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenlerin darbe sonrası yaptıkları ilk işlerden biri, 1924 Anayasası’nı ortadan kaldırarak yerine yeni bir anayasa yapmak üzere kurucu meclis teşkil etmek olmuştur. Ancak korporatif bir temsil esası üzerine inşa edilen bu meclis, görünürde demokratik bir nitelik taşımaktadır. Görünürdedir, çünkü demokrasinin katılımcılık şartını sağlamakla birlikte toplumun yaklaşık yüzde 40’lık bir kesimini dışlamıştır. Demokrat Parti taraftarlarının kurucu mecliste yer almaları engellenmiş, ağırlıklı olarak Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) taraftarlarına yer verilmiştir. Bu şekilde kapsayıcı olmayan ama görece katılımcı bir anayasa yapım süreci ile 1961 Anayasası yapılmıştır.
12 Eylül 1980 askeri darbesini gerçekleştirenlerin de ilk icraatlarından biri seleflerinin yaptığı gibi kendilerinden önceki anayasal düzene tepki duymak, 1961 Anayasası’nı yürürlükten kaldırmak ve yeni anayasa yapmak üzere kurucu bir meclisin teşkilini sağlayacak düzenlemeleri hayata geçirmek olmuştur. Demokrasi adına buradaki durum, 1961 Anayasası tecrübesinden çok daha vahimdir. Çünkü hem kapsayıcılık hem de katılımcılık anlamında demokratik olan bir kurucu meclisten bahsetmek mümkün değildir. 1982 Anayasası doğrudan Milli Güvenlik Konseyi tarafından belirlenmiş, hazırladığı anayasa taslağı yine Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in manipülatif kampanyası sonucunda onaylanarak yüzde 91 gibi rekor bir oranla kabul edilmiş bir anayasa olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğaldır ki her iki anayasa yapım süreci de ortaya çıkardığı metin itibarıyla, uzlaşmacı bir nitelik taşımamaktadır.
Demokrasiyi yalnızca katılım ile sınırlandırmak, çoğunlukçu bir demokrasi anlayışına kapı aralayan ve çoğunluğun dışında kalanları ötekileştiren bir yaklaşımı ifade etmektedir. Oysa demokrasi aynı zamanda azınlıkta kalanların da haklarının ve özgürlüklerinin korunması ve güvence altına alınmasını gerektirmektedir. Bunun yolu ise tüm toplum kesimlerinin kapsanması ve sürece dahil edilmesinden geçer. Katılımcılık bu kapsayıcılık sağlandığında ancak demokratik sürece hizmet edici bir karakter taşır. Çoğunluğu ve azınlığı bir araya getirerek, katılımlarını sağlayan bir sürecin ise üzerinde uzlaşılan çıktılar üretmesi kuvvetle muhtemeldir.
Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrası bağımsızlıklarını kazanan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Güney Afrika’daki gibi anayasa yapım tecrübeleri, günümüz demokratik anayasa yapım süreçlerini önemli ölçüde etkilemiş, artık demokratik bir anayasa yapım sürecinin, o anayasanın muhatabı olan bütün toplum kesimlerini kapsaması, sürece katması ve süreç sonrasında anayasa ile ilgili temel ilkeler üzerinde uzlaştırması beklenmektedir. Yalnızca sürece katılımı sağlayan süreçler demokratik olmak noktasında eksik kabul edilmektedir.
Geçmişi ve Geleceği Birleştiren Bir Anayasa
Türkiye Cumhuriyeti’ni ikinci yüzyılına taşıyacak yeni bir anayasanın yapım sürecinin söz konusu özellikleri taşıması Osmanlı-Türk anayasa yapım geleneği açısından da bir kırılmayı sağlayacaktır. Kurtuluş Savaşı’nı yöneten 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kurucu ruhu bir tarafa bırakıldığında ilk kez 85 milyonu kapsayan, katan ve uzlaştıran bir sürecin fırsat penceresi aralanmış gözükmektedir. Söz konusu fırsatın kullanılması ise siyaset kurumunun liderliğini bir zorunluluk olarak karşımıza çıkarmaktadır. Cumhur İttifakı 14 Mayıs 2023 Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yeni anayasa vurgusunu, seçim sonrası dönemin önemli gündem maddelerinden biri olarak zaten sunmuştu. Millet İttifakı ise daha ziyade hükümet sistemi üzerinde yapılacak değişikliklere odaklanan bir yaklaşımla yeni anayasa sürecine odaklanmıştı.
Pozisyonlar göstermektedir ki Türk siyasetinin iki büyük ittifakının da yeni bir anayasa konusunda uzlaşma iklimi mevcuttur ve bir ön şarttır. Çünkü yasama organında sağlanacak bir uzlaşmanın toplumsal motivasyonu da arttırıcı bir etkisi olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni yüzyılını sembolleştirecek, dünya demokrasi ve insan hakları tarihinde iz bırakmasını sağlayacak demokratik bir anayasa yapma imkanı, bugün her zamankinden daha büyük bir motivasyonla mevcuttur. Cumhuriyetimizin geçmiş yüzyılından çıkaracağımız dersler, yeni sürecin yol göstericileri olmalıdır. Demokratik siyasal aktörlerin öncülük ettiği, kaynağını sivil bir toplumsal iradeden alan, özgürlükçü ve eşitlikçi bir felsefe ile hareket eden, kapsayıcı, katılımcı ve uzlaşmacı bir yöntem kullanan ve sırtını bu toprakların değerlerine dayayan kurucu iradenin meydana getireceği yeni anayasanın, sadece gelecek yüzyılın nesillerine karşı üstlendiğimiz bir sorumluluk değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin geçen yüzyılına adını kazıyan nesillerine karşı da yüklendiğimiz bir borç olduğu unutulmamalıdır. Yeni anayasayı sembolleştirecek olan bu birleştirici gücü olacaktır.