BM, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulurken neleri merkezine koydu, neden kuruldu ve nasıl bir yapıya sahip?
BM esasen uluslararası alanda son 200 yıldaki küresel bir üst örgüt oluşturma arayışının bir sonucudur hatta üçüncü versiyonudur. 1815 sonrasında Avrupa’da tam bir örgütlenme olmadı ama büyük devletler arasında amaca mahsus toplantılar yapan bir yapı oluşturuldu. Kriz çıktığında konferans diplomasisi yöntemiyle sorunların çözümünü amaçlayan, Avrupa merkezli bir yapıydı. Ki zaten dünya da Avrupa merkezli bir yapıydı. Bu 1900’lerin başına kadar, yani Avrupa’daki güç dengesi bozulup da yeniden bir gerginlik ve savaş ortamı çıkana kadar devam etti. Özellikle de İngilizlerin güçlü olduğu dönemde daha istikrarlı bir şekilde işleyen bir yapı oluşturulmuştu.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Versay Anlaşması’nın bir parçası olarak ilk küresel örgütlenme olan Milletler Cemiyeti kuruldu. Bugünkü BM’nin belki de ilk denemesidir Milletler Cemiyeti. Ama 20 yıl süren o iki savaş arası dönemde maalesef Milletler Cemiyeti de uluslararası barış ve güvenliği sağlamada başarılı olamadı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nı önleyemediği için işlevsiz hale geldi.
1939’da İkinci Dünya Savaşı başladığı zaman uluslararası diplomasinin en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi savaş sonrasında nasıl bir düzenin kurulacağıydı. 1942 Atlantik Bildirisi’nde, daha sonra Potsdam Konferansı’nda, Yalta Konferansı’nda büyük güçler arasında nasıl kalıcı barış ve güvenlik ortamının sağlanacağı tartışıldı. Temel ilkeler esasen savaş döneminde belirtildi ve nihayet 1945 San Francisko Konferansı ile 50 devletin katılımıyla bugünkü BM kuruldu.
Temel amaç uluslararası barış ve güvenliği garanti altına alacak bir mekanizma kurmaktı. Milletler Cemiyeti’nden farklı olarak ilk defa bir uluslararası örgütün tüzüğünde, bir sorun çözme aracı olarak savaş gayri meşru ilan edilmiş ve barışçıl çözüm önerileri BM tüzüğüne yerleştirilmiştir.
İkincisi, bunu sağlayacak mekanizmalar kuruldu. Bunların başında bugün hepimizin zaman zaman eleştirdiği BM Güvenlik Konseyi gelir. Bugünün koşullarında BM, 6 ana organdan oluşur ama hala BM deyince herkesin aklına gelen en önemli organ Güvenlik Konseyi’dir. Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararlar bütün üyeleri bağlar. Zaman içerisindeki performansına baktığınız zaman Soğuk Savaş döneminde kutuplaşmadan dolayı çok fazla etkili olamadı. Daha çok belki insan hakları alanında yaptığı çalışmalarla, sosyal alanda yaptığı sözleşmelerle gündeme geldi. Uluslararası hukukun kodifikasyonu ile ön plana geçti. Bunlar başarılı hamleleriydi ama doğrusu çok temel konularda Güvenlik Konseyi başta olmak üzere BM çok da istenen performansı sağlayamadı.
Hatta şunu söyleyeyim: Kuruluş tüzüğünde BM’nin kendi ordusunun olması öngörülmüştü. Bugün hala bu maddeler vardır ama işlevsel değildir. Soğuk Savaş da bunu önleyen bir ortam yarattı. 1945’te kuruluşunda kendisinden beklenen işleyişi aslında BM teşkilatı 1991 sonrasında daha iyi yerine getirmeye çalıştı. Çünkü iki kutuplu dünya bittiği ve Amerika’nın hegemonyasının güçlendiği 1991- 2001 arası dönem BM’nin altın çağını yaşadığı dönemlerden biri diye bilinir. Uluslararası toplum adına liberal değerleri esas alan insani müdahale doktrini, koruma yükümlülüğü dediğimiz kavramlar hep bu dönemde geliştirildi. Eski Yugoslavya’nın dağılması sürecinde, Kosova dahil olmak üzere, pek çok işlevi yerine getirdi. Uluslararası barışı koruma misyonlarını, Somali dahil olmak üzere dünyanın her yerine yaydı.
Fakat dünya düzenini işleten büyük güçler arasındaki uyum ve ahenk kaybolduğu zaman BM de işlemiyor. Netice itibarıyla, adına Birleşmiş Milletler desek de esasen BM devletler arası bir örgütlenmedir ve işleyiş de bu devletlerin çıkarlarının birleştiği ölçüsünde uyumlu, çıkarlarının çatıştığı ölçüde de uyumsuzdur.
Güvenlik Konseyinde Çıkar Çatışması Var
Hem işleyiş hem de karar almada BM’deki en önemli sorunları çerçevelendirebilir misiniz?
BM ile ilgili bugünkü en önemli sorun şu: BM’nin Güvenlik Konseyi üyeleri arasında ahenk ve uyum yok, çıkar çatışması var. Çünkü uluslararası sistem BM’den bağımsız olarak özellikle ekonomi-politik güç ilişkileri anlamında 1945’e göre çok değişti. 1945’in şartlarına göre oluşturulan o büyük güçler tanımı bugün aynı gerçekliğe tekabül etmiyor.
İkincisi de gerek Milletler Cemiyeti gerekse BM sisteminde, ana hegemon güç kimse onun değerleri daha çok ön plana geçiyor. Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında küresel sistemde oyun kurucu rolünü daha çok ABD oynadı. Fakat bugün ABD’nin kendi içinde de uluslararası alanda ABD’nin rolünün ne olması gerektiği konusundaki uzlaşma kırılmış durumda. Bugün BM’nin içindeki -velev ki Güvenlik Konseyi’nin üyesi bile olsalar- yükselen Çin, Rusya gibi ülkeler ve Güvenlik Konseyi’nin dışında kalan yeni yükselen güç merkezleri uluslararası sistemin işleyişinde daha fazla etkili olmak istiyor. Dolayısıyla mevcut karar alma süreçlerine katılan ülkeler dünyanın geri kalanının çıkarlarını temsil edemez duruma düştüler.
Üçüncüsü de BM uluslararası barış ve güvenlikten sorumlu bir örgüt olarak son birkaç yılda, yani Arap Baharı sonrası dönemde kendisinden beklenen işleri minimum düzeyde dahi yerine getiremez hale geldi. Bir meşruiyet krizi yaşıyor. BM Güvenlik Konseyi üyeleri Suriye gibi hem bölgesel hem de dünyaya güvensizlik ihraç eden, uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden bir kriz ortaya çıktığında bu krizi sona erdirmek için elini taşın altına koymakla yükümlüler. Bu yükümlülük hem ahlakidir hem siyasidir hem de uluslararası hukukun onlara tanımış olduğu ayrıcalığın yüklediği bir taahhüttür. Bu taahhüdünüzü yerine getirmezseniz sizin meşruiyetiniz tartışılır hale gelir. Nitekim Suriye konusunda üç kez karar tasarısı gündeme geldi. Soğuk Savaş döneminde bile görülmeyen çifte veto ile -Rusya ve Çin’in vetosuyla- karşılaştı. Ya da Ukrayna krizi, taraflardan birisi Rusya olduğu için BM Güvenlik Konseyi’ne getirilemiyor bile. Dünyadaki bu krizler hiç yokmuş gibi davranan, görmezden gelen, üç maymunu oynayan bir BM var. Bu da çok derin bir meşruiyet krizine yol açıyor. Dünyada bugün artan o reform çağrıları bununla ilgili.
Özetle; birincisi, BM’deki güç dengesi 1945’teki güç dengesinden çok farklı olarak dünyadaki gerçekliği yansıtmıyor. İkincisi, önemli konularda karar alma mekanizmasını oluşturan Güvenlik Konseyi’nin yeniden yapılanarak dünyanın gerçekliğini yansıtacak temsil kabiliyetini kazanması lazım. Bunu yapabilmek için yine bu üyelerin onayına ihtiyaç var ama bu yapılamıyor. Çünkü veto güçleri var. Üçüncüsü, dünyadaki sıcak sorunları görmezden gelen bir BM var. Bu da onu meşruiyet krizine sokuyor. Aynen Milletler Cemiyeti’nin 1939’da Almanya Polonya’yı, İtalya Habeşistan’ı ve Japonya Mançurya’yı işgal ederken görmezden gelmesi gibi. Nitekim Milletler Cemiyeti çökmek zorunda kaldı. Bugün de hakikaten BM ile uluslararası alanda reform çağrıları var. BM, gerçek uluslararası politikayı yansıtmayan bir konuma doğru evriliyor.
Değişen Dengeleri Yansıtacak Bir Mekanizma Kurulmalı
BM’nin içerisinde işleyişle, politikalarla ya da alınan kararların uygulanıp uygulanmamasıyla ilgili hangi reform tartışmaları yapılıyor?
BM sistemindeki reform tartışmaları aslında yeni değil. Kurulduğu günden bugüne pek çok reform çağrısı yapıldı. Aslında kurumsal olarak kısmen yapıldı da. Örneğin BM’nin kuruluşunda Güvenlik Konseyi’nde 5 daimi üye, 5 de seçilmiş geçici üye vardı. Daha sonra geçici üye sayısı 15’e çıkarılarak kısmen revize edildi. Diğer ana organ olan Ekonomik Sosyal Konsey bünyesinde pek çok yeni kurum ortaya çıktı. BM Çevre Programı, Kadın Programı, Kalkınma Programı vesaire. Yani soft alanlarda dünyadaki taleplere ve gelişmelere cevap verebilecek olan esnekliği gösterdi. Ama bence en temel konu, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi büyük savaşları veya bölgesel çatışmaları önleyecek nihai bir başvuru mekanizması olarak BM Güvenlik Konseyi’nin yapısındaki değişim ve dönüşüm talepleridir. Orada çok büyük bir reform ihtiyacı var.
Birincisi, temsil krizi var. Temsil krizinden kastımız şu: BM’nin 5 daimi üyesi sanki bu 1945’teki dünya şartları sonsuza kadar sürecekmiş gibi, orada ayrıcalıklı bir konum elde ettiler ve kimse bu konumunu paylaşmak istemiyor. Ama güç dengeleri değişiyor. Bugün Batı merkezli bir dünyadan Batı dışı bir dünyanın da yükseldiği çok kutuplu bir dünyaya doğru gidiyoruz. Artık bu 5 daimi üye içerisinde de güç kendi içerisinde el değiştiriyor. Örneğin Çin 2011’den sonra ikinci ekonomik güç haline geldi. Muhtemelen gelecek 10 yıl içerisinde dünyanın birinci büyük ekonomik gücü olacak. Dolayısıyla yükselen güçler hem karar mekanizmalarında daha fazla rol oynamak hem de dünyadaki farklı medeniyet, kültür ve siyasi geleneklerin sisteme yansımasını istiyor. Bu reel-politik olarak da kaçınılmaz. Ahlaki ve siyasi olarak da böyle bir talep var. Örneğin, 1,7 milyar nüfusa sahip olan Müslümanların BM Güvenlik Konseyi’nde herhangi bir temsil kabiliyetleri yok. Ancak geçici üyelikler üzerinden, Batı dünyası İslam dünyasını temsil ettirme yolunu seçiyor. Bu da İslam dünyasındaki beklentileri karşılamıyor. Benzer şekilde 1,3 milyar nüfusa sahip olan Hindistan temsil edilmiyor. Latin Amerika kökenli bir ülke de yok. Afrika’da bir milyar nüfus, 50 küsur ülke var ama tek bir ülkenin temsilcisi yok.
Dolayısıyla gerek reel güç unsurları bakımından değişen dengeleri yansıtacak bir mekanizma kurulması gerekse dünyadaki farklı kültürel geleneklerin BM içerisinde temsil edilmesi anlamında çok ciddi kriz var. BM Güvenlik Konseyi’nin yapısının değişmesi gerektiğine ilişkin reform paketleri bugün pek çok sivil toplum kuruluşu veya devlet tarafından dile getiriliyor. Bu, 2004 yılında Kofi Annan’ın hazırladığı raporda da vardı. Güvenlik Konseyi üyelerinin değişerek farklı ülkelerin temsil edilmesi veya geçici üyelerin alanının genişletilmesiyle ilgili pek çok tartışma var. Fakat maalesef o 5 daimi üye kendilerini ayrıcalıklı bir konuma koyup mevcut yapıyı değiştirmek istemedikleri için bu tür reform taleplerine destek vermiyorlar.
Bunun yerine dikkat ederseniz BM dışındaki platformları genişleterek çevreden gelen yükselen güçlerin taleplerini karşılamaya çalışıyorlar. Mesela G20 toplantıları. Esasen G20 gibi formüllerle gayriresmi olarak çevreden gelen talepleri karşılıyor görünerek savuşturulmaya çalışılıyor. Ama doğrusu bugünkü iletişim çağında çok kutuplu bir dünyaya doğru giderken 1945’in şartlarında kurulan BM’nin özellikle Güvenlik Konseyi’nin mevcut hali ile uzun süre kalabilmesi mümkün değil. Eğer orada bir reform olmazsa muhtemelen alternatif bölgesel sorun çözme mekanizmaları ve örgütlenme arayışları başlayacaktır. Onun için önümüzdeki gelecek 10 yıl belki biz en çok bu konuyu tartışıyor olacağız.
Türkiye’nin Pozisyonu Geniş Kabul Görüyor
Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Dünya 5’ten büyüktür” söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
BM’nin meşruiyetinin temeli işlevsel olmasına ve sorunları çözmesine bağlıdır. Sorunları çözme kapasitesi de temsil kabiliyetine bağlı olarak değişir. Bugünkü dünyada ister ekonomi-politik anlamda kuzey-güney ayrışmasını alın, ister medeniyet ve kültürel anlamdaki ayrışmayı alın, baktığınız zaman BM’nin yapısı içerisinde, Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi içerisinde Afrika yok, Hindistan yok, İslam dünyası yok, Latin Amerika yok. Ama dünyanın en dinamik kesimleri de bu coğrafyalar. Dünyanın birikmiş pek çok sorunu var ve en büyük krizler, çatışma noktaları da esasen reform talep eden bölgelerdeki ülkelerden geliyor. Kendi bölgemizde Irak, Suriye, Kuzey Afrika Orta Afrika ve Kafkaslar’da çatışmalar var. Ama buradaki çatışmaları kimse görmek istemiyor. Bu uluslararası toplum nezdinde çok büyük bir dışlanmışlık, haksızlık ve adaletsizlik yaratıyor.
Sadece nüfus bakımından bile baksanız, BM’de temsil edilmeyen dünya nüfusunun temsil edilenlerden çok daha kalabalık olduğunu görürsünüz. Kıtasal açıdan da Latin Amerika’dan Afrika ve Ortadoğu’ya kadar çok geniş bir alanda uluslararası sistemin işleyişiyle ilgili dışlanmışlık ve mahrumiyet hissi var. Peki bu gerçekliği, yani 5 daimi üyenin ayrıcalığını veri olarak kabul edip biz politikamızı, söylemlerimizi buna göre mi biçimlendirmek zorundayız? Hayır. Yani uluslararası siyasetten bahsediyorsak eğer bu eleştirileri sistem içerisinde veya dışında bir şekilde yüksek sesle sürekli olarak dile getirmek ve uluslararası alanda reform talep eden halklar koalisyonunu oluşturmak lazım.
Sayın Cumhurbaşkanımızın, “Dünya 5’ten büyüktür” şeklindeki artık motto haline gelen ve uluslararası alanda da kabul gören söylemi, aynen “One minute” olayında olduğu gibi, aslında geniş halk kesimlerinin beklentisine cevap verdiği için çok daha makes buluyor. Şu denilebilir: Ne gücümüz var ki biz bu söylemle BM’yi değiştirebilecek miyiz? Hayır, öyle değil. Karınca kararınca misali... Dünyadaki 200 civarında devletin bugün en azından 150’sini siz gelişmekte olan veya Batı sisteminin dışındaki ülkeler, çevre ülkeler olarak alırsanız burada çok büyük bir güç ve çoğunluk var. Üstelik ne Amerika eski hegemonik gücüne sahip ne Avrupa eskisi kadar dünyaya ilham kaynağı olabiliyor ne de Çin tek başına dünyayı yönetecek konumda. Gelecek 10-20 yıl içerisinde yeniden yapılanmakta olan bir dünyada kim bu beklentileri daha fazla ifade eder, çok kutuplu bir dünya kurulurken öncülük eder ve çözüm önerileri getirirse uluslararası alanda daha adil bir dünyanın kurulması konusunda olumlu rol oynayabilir. Dışarıdan yapılan eleştirilere rağmen Türkiye’nin bu pozisyonu inanın Ortadoğu’dan Latin Amerika ve Afrika’ya kadar çok geniş bir hüsnükabul görüyor.
Çevre ülkelerin dışında buna açık olarak destek veren başka ülkeler var mı?
Ülke bazında değil ama Batı dünyasının kendi içerisindeki farklı gruplar, sivil toplum kuruluşları ve hatta siyasi partiler var. Devlet bazında, “Niye Batı dünyasındaki ülkeler yakalamış oldukları bu ayrıcalıklı konumlarından vazgeçsinler ki?“ diye düşünüyorlar. Hakikaten vicdan sahibi olan, dünyayı daha gerçekçi şekilde yönetmeye çalışan, dünyanın daha huzurlu ve istikrarlı olması için reform talep eden gruplar var. Hatta ABD Başkanı Obama bile mesela Hindistan’ın BM Güvenlik Konseyi üyesi olması gerektiğini ve bunun için çalışacağını söyledi. Yani reform arayışları yeni değil ve sadece çevre ülkelere de has bir durum değil. Merkez ülkelerin içinde de daha gerçekçi değerlendiren ve daha adaletli bir dünyanın kurulması için destek verenler var. Ama tabii ki devlet bazında çevre ülkelerinin bu konudaki talepleri çok daha yüksek sesle dile getirdiğini görüyoruz.
Geçenlerde Güney Afrikalı bir grup akademisyenle konuştuk. Bu konuda ortak çalışma yapmak üzere Türkiye’ye gelmişlerdi. Daha adil ve istikrarlı bir dünyanın kurulması adına Türkiye’nin başlattığı bu tartışmalar dalga dalga çevre ülkelere yayılmaya başladı. Bu tür reform hamleleri kısa dönemde hemen sonuç vermeyebilir. Ama uluslararası politika da biraz bu koalisyonlar kurma, ortak bir reform paketi hazırlama gibi süreçlerden sonra ancak sonuç verebiliyor. Uzunca bir zaman alabilir ama ben bu konuda uluslararası toplumun baskısının giderek artacağını düşünüyorum.
BM Kendisinden Beklenen Rolü Oynayamıyor
BM’nin somut olaylara yaklaşımına geçelim. 1990’larda Bosna ve 2000’lerde Irak işgalinde BM’nin uluslararası hukuku koruma misyonunu yeterince yerine getirdiğini düşünüyor musunuz?
Biraz öncesine gidelim. Soğuk Savaş döneminin ilk müdahalesi biliyorsunuz 1991 Kuveyt’i kurtarma operasyonudur. Mesela BM’nin almış olduğu karar, oluşturulan uluslararası koalisyon, Amerika’nın oyun kurucu rolü bakımından o zamanki Amerikan Başkanı olan baba Bush’un dile getirdiği “yeni dünya düzeni” söylemini somut olarak tahkim eden bir yaklaşımdı. Yani egemen bir devlet, başka bir egemen devlet tarafından işgal edildiğinde bütün dünyanın bir araya gelerek onu kurtarması ve uluslararası hukukun ve egemenlik çizgisinin korunması. Fakat aradan bir iki yıl geçtiğinde aynı çatışmalar Yugoslavya parçalanma sürecinde yaşandığı zaman ancak 300 bin insan hayatını kaybettikten sonra elini taşın altına koyma gereği duydu büyük güçler. O zaman Amerikan Başkanı olarak Clinton vardı. Onun yönlendirmesi ile iyi kötü Dayton Anlaşması imzalandı. Ama örneğin -eleştiri olarak söylüyorum- İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki en büyük soykırım olan Srebrenitsa katliamı BM’nin gözlemcilerinin gözleri önünde gerçekleşti. Özellikle Hollandalı askerlerin BM bayrağı altında görev yaparken göz yummasıyla gerçekleşti. Dolayısıyla uluslararası hukuku, hak ve özgürlükleri koruma konusunda çok da istekli davranmadı.
Bugünlere gelirseniz, örneğin 11 Eylül sonrası dönemde Afganistan işgalinde BM’nin kararı vardır. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Ama örneğin 2003 yılında ABD’nin Irak’a yaptığı işgal harekatında BM yoktur. BM, 5 daimi üyesinden birisinin taraf ve öncü olduğu bir çatışmayı görmezden gelmek zorunda kalmış ancak işgal tamamlandıktan 3 ay sonra Amerika’yı meşru işgalci güç olarak kabul etmiştir. Bu da BM’nin kendi varlığını ve üzerine oturduğu hukuki zemini yaralamıştır.
Aynı şeyi Suriye krizinde yaşadık. Rusya sanki hala Suriye’yi temsil eden tek meşru aktör Esed’miş gibi, onunla yapılan tek taraflı bir anlaşmayla, ordusu ve savaş gücüyle, neredeyse Suriye’yi işgal etti. Eylül ayındaki işgalden ancak üç ay sonra Aralık ayında, yine Irak örneğinde olduğu gibi, bu kez Rusya’yı kurtarmak için BM Suriye’de geçiş sürecini öngören bir karar aldı. Gerek Suriye gerekse Ukrayna’daki hareketsizliğine baktığınız zaman aslında BM’nin bu tür sıcak çatışma noktalarında devletlerin uluslararası hukuk düzeninin korunması konusunda çok yetersiz kaldığını hatta giderek bu işlevinin azaldığını görüyoruz. Çünkü ancak büyük güçler arasında bir uzlaşma varsa BM gerçekten kendisinden beklendiği şekilde hareket ediyor. İçeride bir çatışma varsa -ki giderek artıyor şu anda- yeni bir kutuplaşmaya doğru gidiyoruz. ABD ile Rusya veya Batı ile Rusya arasındaki çatışma gibi. O nedenle doğrusu hiçbir önemli konuda BM kendisinden beklenen rolü maalesef oynayamıyor.
İsrail’in BM Hukuk Komisyonu Başkanlığı Tam Bir Trajedi
Uluslararası hukuk demişken İsrail’i de konuşmamız lazım. BM’nin en müsamahakar davrandığı ülkelerden olan İsrail’in BM’nin önemli altı komisyonundan birisi olan Hukuk Komisyonu başkanlığına getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İsrail, BM üyesidir ama BM, İsrail söz konusu olduğunda suskundur. Aldığı hiçbir karar İsrail tarafından uygulanmaz ve sanki o karar yok sayılır. Bu herhalde BM ile ilgili en çarpıcı örneklerden birisidir. Bunun sebebi şudur aslında: İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri olan Batı dünyası, bu savaş sırasında yaşanan Yahudi soykırımı ya da Holokost dediğimiz o büyük acının sorumluları olarak görür kendisini. Vicdanlarında sürekli olarak İsrail, sinemasıyla, kültürüyle, müziğiyle, her şeyiyle onlara Holokostu hatırlatır. Onlar üzerinde psikolojik bir baskı oluşturur. Onun için de İsrail’e herhangi bir şekilde yaptırım uygulayamazlar.
BM’den bağımsız olarak daha derine gidip biraz tarihsel olarak bakarsanız, İsrail’in kurulmasıyla, Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin oluşturulmasıyla Batı dünyası binlerce yıllık “Yahudi sorunu”ndan kurtulmuştur. Holokostun arkasındaki düşünce de budur. Hitler onları bir fitne merkezi olarak gördüğü için böyle bir şeye giriştiğini kendi halkına izah eder Kavgam kitabında. Oradaki sorumluluk sadece Hitler’in değildir. Batı dünyasının kolektif sorumluluğudur. Hristiyan dünyası açısından bir kolektif sorumluluk yüklendiklerini düşündükleri için İsrail’e söz geçiremezler. Ama böyle bir psikolojik veya siyasi açıklama hiçbir zaman BM’nin aldığı kararların İsrail tarafından yok sayılmasını ve uygulanmamasını haklı çıkaracak bir mazeret oluşturamaz.
Tersten okuduğunuz zaman, Ortadoğu’yu veya Müslümanları ilgilendiren konular söz konusu olduğunda BM çok da cesur olabiliyor. Ama İsrail söz konusu olduğunda maalesef bu cesaretin onda birini gösteremiyor. Çarpıklığın en büyük örneği herhalde burada görünüyor. İsrail’in yapmış olduğu zulümlere karşı bir şey diyemiyor. 1948’de İsrail devletinin kurulmasını sağlayan aynı madde içerisinde aynı zamanda bir Filistin devletinin kurulması da vardır. Bırakın bir Filistin devletinin kurulmasını, 1948’den beri İsrail sürekli olarak Arap halklarının aleyhine kendi topraklarını neredeyse üç kat genişletmiştir ve uluslararası alanda işgalci bir devlet konumundadır. Buna rağmen Batı Şeria ve Gazze’de İsrail’in yaptığı eylemler ne yargılanabiliyor ne de sorgulanabiliyor. Bütün bunların üzerine bir de BM Hukuk Komisyonu’nun başına bir İsraillinin getirilmesi tam bir trajedidir, bir hukuk katliamıdır. Bu şundan yapılıyor aslında: 2004’ten sonra oluşturulan BM İnsan Hakları Komisyonu var. Son yıllarda o komisyondan İsrail aleyhine ciddi eleştirel kararlar çıkmaya başladı. Çünkü orada oy çokluğuyla karar alınıyor. Bunu dengelemek için kurum içerisinde İsrail lehine dengeleyici adımlar atıldığını düşünüyorum ben.
Peki Filistin ne zaman BM’ye tam üye olabilir? Sonuçta bir süreç başladı. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Filistin sorunu aslında sömürge döneminden günümüze kalmış çözülemeyen en önemli sorunlardan birisidir. Diğer iki sorundan biri Keşmir, diğeri Kıbrıs sorunudur. Baktığınızda üçü de bir tarafında Müslümanların bulunduğu bir sorundur.
Yaşanan tüm acılara rağmen son yıllarda aslında Filistin halkının kendi devletlerine kavuşabilmesi anlamında bazı pozitif gelişmeler de var. Örneğin 2014’teki Gazze olaylarından sonra hızlı şekilde Batı dünyasından ve Latin Amerika ülkelerinden Filistin’i tanımaya yönelik çok ciddi bir destek gelmeye başladı. Bu yeni bir durum. Çünkü Amerika’nın kendi içerisinde de kayıtsız şartsız İsrail’e destek veren politikalar sorgulanmaya başladı. Daha önce yazılamayan bazı kitaplar, makaleler yayımlanmaya başladı. İki önemli yazarın, Mearsheimer ve Walt’un İsrail Lobisi diye yazdığı makale Amerika’da önce yayımlanamadı fakat daha sonra kitap olarak basıldı. Bu önemli bir devrim noktasıydı. İsrail artık eleştirilebilen ve tabu olmaktan çıkmış bir konuya dönüşmeye başladı. Hem Obama hem de daha önceki Clinton döneminde bağımsız bir Filistin devletine destek verilmesi konusunda da açıklamalar var. Tam bağımsız bir Filistin’in ne zaman kurulacağı konusunda net bir yön haritası öngörmek zor ama artan bir siyasi desteğin olduğunu söylemek mümkün.
İsrail’in Ortadoğu’da Amerikan hegemonyasının bittiği yeni dönemde kendi varlığını sürdürebilmesinin ve İslam dünyasının ortasındaki İsrail’in barış içerisinde varlığını koruyabilmesinin yolu bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını desteklemekten geçer. Bağımsız iki devletli bir çözüm aslında İsrail’in kendi güvenliği ve geleceği açısından da bir çözüm olarak görülmeye başlandı. Bunlar İsrail’in içinde de tartışılıyor. Belki bir on yıl daha alabilir ama ben bunun kaçınılmaz bir son olduğunu düşünüyorum.
BM Suriye Krizinde Açığa Düştü
BM’nin Suriye sorununa yaklaşımı hakkında ne söylersiniz? BM’nin hem Suriye krizindeki rolü hem de mülteci konusundaki tutumunu nasıl değerlendirirsiniz?
BM’nin uluslararası alandaki meşruiyet sorununu bu kadar açık bir şekilde ortaya koyan tek bir örnek varsa o da Suriye krizidir. Hiçbir krizde bu kadar açığa düşmemiştir. 500 bin insan hayatını kaybetti. En az 6-7 milyon insan yurt dışına kaçtı. Belki bir o kadar da ülke içerisinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Ülke içinde veya dışında sığınmacı durumuna düştüler. Tüm bunlara rağmen BM, 2015’in Aralık ayına kadar bu konularla ilgili bir tek karar almadı, alamadı. Sadece 2013’te kimyasal silah kullanıldığı zaman Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılmasına ilişkin bir karar aldı. O da göstermelik bir karardı. Suriye’ye yönelik müdahaleyi önlemek adına Rusya’nın geliştirdiği bir formüldü. Dolayısıyla ileride BM bir çökme aşamasına gelirse veya çok büyük bir reform başarırsa, bunda Suriye krizi bir dönüm noktası ve dengeleri değiştiren örnek bir olay olarak görülecektir.
Burada ne eksikti veya BM’nin hatası neydi?
BM Güvenlik Kurulu üyelerinin sıcak çatışma noktalarında uluslararası toplumun güvenliğini tehdit eden her durumda müdahale etme yükümlülüğü vardır. BM bunu yerine getirmedi. En önemli şey bu. Bunun için de bugün hala devam eden bir kriz var. Fakat BM'nin bu hatasını tamir etmesi açısından bir fırsat da var. Aralık 2015’te alınan karar bu konuda nispeten iyimser bir karardır. Ama uygulamaya baktığınız zaman son 6 ay içerisinde maalesef bir arpa boyu yol alınamadığı görülüyor. Daha bugünlerde Amerikan gazetelerine de yansıdı; ABD dışişleri bakanlığındaki üst düzey 51 diplomat açıktan isimlerle imzalı mektup yazarak Obama’ya artık Suriye’ye müdahale edilmesi gerektiği çağrısını yapıyorlar. Batı dünyası içindeki vicdanlı insanlar da o noktaya gelmiş durumdalar.
Suriye artık sadece Suriye krizinden ibaret değildir. Bugün Paris’te patlayan bombalar da Amerika’daki katliam da Suriye kriziyle alakalıdır. Batı dünyasını saran terör korkusu da Suriye krizinden beslenmektedir. Bu kadar önemli bir konuyu hala ciddi şekilde gündeme alıp sorunu çözemeyen bir BM’nin kendi varlığını güçlü şekilde devam ettirme şansı yok. Bugün kimse böyle bir reformu zorlamayabilir ama yavaş yavaş hızlanan ve ivme kazanan bir karşı koalisyon var. İnsanların vicdanları rahatsız, ülkeler kendi insanına anlatamıyorlar. Kaldı ki bugün sadece Türkiye’de 3 milyon mülteci var. AB bizatihi mülteci krizinden dolayı çökme aşamasına geldi. Bir milyon insanın Avrupa’ya göç etmesi Schengen vizesini, AB’nin birlik ruhunu öldüren bir yıkıcı tahribata dönüştü ve hala devam etmekte olan göç akımı var. Dolayısıyla ya bu ateşi söndürürsünüz ya da bu ateş bütün dünyayı yakar ve hep beraber bunun altında kalırız.
200 yıllık uluslararası örgütlenme çabaları ve tecrübesi bize bir şekilde BM gibi bir örgütün hala var olması gerektiğini söylüyor. Ama bu örgüt sadece ismen kağıt üzerinde olmamalı. Temsil kabiliyeti güçlü ve aynı zamanda işlevini kendisinden beklenildiği ölçüde yerine getirebilen etkin bir örgüt olmalı. Uluslararası barış ve adalete hizmet etmeli. Bu yapılmadığı sürece sadece Amerika’nın ya da Rusya’nın çıkarlarına hizmet eden bir BM ne saygınlığını koruyabilir ne de uluslararası toplum adına konuşabilecek ahlaki bir yükümlülük taşıyabilir.