Rahmetli Hüsamettin Arslan'ın entelektüel faaliyetlerinin anlaşılması için kişilik özelliklerine yakından bakılmasında fayda var. Kendisi çok yönlü okumalara ve ilgi alanlarına sahip olduğundan çoğu entelektüel gibi sistematik değil biraz dağınıktı. Çocukluğundan vefatına kadar onun ruhunu, arayışlarını ve “yuvaya dönüş”ünü anlamlandırmak açısından hayatının kritik eşiklerinin bilinmesi gerekir. Akademisyenliğinin yanında tercümeler için harcadığı muazzam enerjiyi babasından edindiği çalışma disiplinini dikkate almaksızın açıklayamayız. Dünyaya, hayata, kültüre, ideolojiye ve başka bütün sorunlara bulunduğu yerden bakması gerektiğinin farkında olduğunu da eklersek bahsettiğimiz serencam daha da önemli hale gelir. Hem kendisi de şunu dememiş miydi zaten:
“Sosyal ve tarihsel pratik hayatımız (ya da praksisimiz) teorilerimizi de problemlerimizi de bu problemlerin çözümlerini de belirler.”
Politik Bilinç, İdeolojiler ve Sonrası
Çocukluğu boyunca babasıyla sabah erkenden tan ağarırken yola koyulurdu. Belki bu yüzden ömrü hayatı boyunca tan ağartısını günün hiçbir saatine değişmedi. Saat beşte yola revan olurken kağnının ve öküzlerin ayaklarının toprakta çıkardığı seslere her daim babasının “Kadir Mevlam senden bir dileğim var/Beni muhannete muhtaç etme” türküsü eşlik etti. Gerisini tahayyül etmeye hacet var mı? Şurası açık ki çok çalışkan olan babasının kendine yegane mirası çalışma bilincidir.
“İlk modern elbisesi” siyah önlük, beyaz yakalık ve kocaman tereği olan ünlü asker şapkasıyla altı yaşındayken tanıştı. Bir yıllık kayıtsız ilkokul eğitiminin sonunda pekiyilerle dolu gayriresmi karnesini alınca mutluluktan havaya uçtu. Demokrat Partili bir ailenin çocuğu olarak köylerinin imamı Molla Kamil’in Halk Partili oluşunu hiç anlamadı. 1963 yılında modern teknolojinin ilk ürünlerinden bataryalı radyo ile tanıştı. Babasının köyde sadece iki ailede bulunan bu radyodan hiç kaçırmadan on üç ajansını dinlediğini bir türlü unutamadı. O yıllarda günden güne trajik hale gelen Kıbrıs olaylarının da etkisiyle evde haberler dinlenirken radyonun sesi dışında kimseden çıt çıkmaz. Bir yandan gazilik diğer yandan şehitlik vurgulu şiirler eve Alman romantizmine taş çıkartacak romantizmin sel gibi akmasına sebep olur.
“İlk modern politik bilinci” otorite tahtında babasının yerine ikame ettiği ilkokul öğretmeninden aldı. Bazı anların insan belleği üzerindeki beklenmedik ve bilinmedik hükümranlığı da diyebiliriz buna. Zira öğretmeni derslerde Adnan Menderes ve Demokrat Parti iktidarı aleyhine bugün yanlışlığı artık apaçık hale gelen tuhaf hikayeler anlatmıştı. Muhtemelen 2013 sonrasında dünyaya de facto bulunduğu yerden bakma gereğinin neticesi toplumsal entelektüel rolünü üstlendiği politik bilinç odaklı yazıları ve konuşmalarının en erken kaynağıydı bu karşılaşma. Çayın sembolik önemini babasından dinlediği heyecanlı bir hikayeden, babasına çay ısmarlayan Adalet Partililerden öğrendi. Çünkü onlar Hasan Efendi’ye kasabadaki kahvede “Gel bir çayımızı iç” demişlerdi.
İlkokuldan sonra köyünden, babasından ayrılır ve köydekilerce pek bilinmeyen dünyalara adım atar. Hayata parasız yatılı (leyli meccani) başladı. Tunceli Öğretmen Okulu’ndan sonra Ankara’ya geldi. Babası her tatil dönüşünde onu uğurlarken, artık bir nakarata dönüşen “Oğlum durumumuzu görüyorsun; ona göre oku, ona göre çalış” cümlesini kulağına fısıldadı. Gençliğini “ideoloji kanseri”ne yakalanmasından ötürü kısır bir sosyal zeminde harcadığını söylerdi. Zira zihni felce uğratan o zamanlarda “radikal, bilgiç, ruhunu ideolojiye satmış” genç bir adamdı. Yıllar sonra “Arzın Merkezinde” buluştuğu Terry Eagleton’la karşılıklı olarak çok tartışmalı, ihtilaflı ve belki de hiçbir zaman çözülemeyecek modern bir problem olarak ideoloji hakkında konuştu. Burada modernite döneminde dinin gördüğü işlevleri üstlenmeye çalışan ideolojilerin Orta Çağ yahut pagan çağdaki insanların problemi olmadığını ifade edişi kendi tecrübeleriyle yakından ilişkiliydi. Öte yandan 1950’lerden sonra Avrupa’da ideolojilerin sonunun geldiğini, artık refah devletinin yoksulları ve işçileri doyurduğunu, dolayısıyla ideolojilere gerek kalmadığını öne süren “ideolojilerin sonu” tezi konusunda Eagleton’la uzlaştığını açıkladı.
Nuh denilip peygamber denilemeyen zor zamanlarda derinlikli düşüncenin aforoz edildiği, itaat ve sadakat kültürünün egemen olduğu bir hareketin içinde yer aldı. Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Tarih Bölümü’nde okurken rejim sorununa kafayı takmıştı. Her şeye muhalifti, rejim değişince bütün hayatın güllük gülistanlık olacağına inanırdı bu yıllarda. Babası ise hep “Boş işler bunlar. Bu sağcılık solculuk meselesi boş” derdi.
Yakın Çağ Türkiye Tarihi alanındaki yüksek lisans tezini aynı bölümde yaptıktan sonra alan değiştirdi ve doktorasını İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Genel Sosyoloji ve Metodoloji alanında “bilgi sosyolojisi” ve yeni sosyoloji disiplini olan “bilim sosyolojisi” alanında yaptı. Felsefe ve sosyal bilimler alanında çığır açan Epistemik Cemaat kitabı onun ne kadar verimli, titiz ve değerli bir patikada yürüdüğünü gösterdi. Onun tercümelerinin önemli bir kısmı da bilimcilik denilen ideolojiye kafa tutan kitabının açtığı ufku güçlendirmeye matuftu. Elbette bunda 1980’li yıllardan itibaren yegane entelektüel hobisi haline gelen “felsefe” okumanın büyük bir etkisi vardı. Hobilerin görevlerden daha kalıcı olduğuna inandığı da söylenmeli tabii. Ona göre “tarih” ve “felsefe”yle birlikte okutulmadığında “sosyoloji” “teknoloji”den başka bir şey değildir. Bu yüzden sosyolojiyi “toplum hakkında felsefe” olarak tanımlar. Zira sosyoloji “sosyal felsefe”dir. Bu yüzden herhangi bir sosyolojinin ya da “ortodoks” sosyoloji anlayışının değil ısrarla “felsefi” sosyolojinin savunuculuğunu yaptı. Entelektüel alanın sokaklarını bu bakış açısıyla arşınladı. Hak edilmiş bir başarıdan söz etmemiz sebepsiz değil.
Entelektüel Çölde Bir Vaha: Tercüme Faaliyetleri
Bir sosyal bilimci tercüme faaliyetleriyle uğraşmayı ayrık otu ekmeye benzetmişti. Bir kez kök saldı mı, diyordu, bir daha kurtulamazsın. Hakikaten tercümelerin bilhassa 1980 sonrasındakilerin kültür hayatımızdaki rolü, tartışmaların da şahitlik ettiği üzere çok büyüktür. Gelgelelim tercümelerin bu değerine ve külfetine karşın, bu faaliyet alanı hiçbir zaman düşünce dünyamızda hak ettiği itibarı elde edememiştir. Hiç şüphesiz bu durum sadece memleketimiz için değil dünya için de geçerlidir. Türkiye’de tercümelerin miktarı artmasına karşın hala yeterli düzeyde olmadığı son derece açıktır. Buna örnek olarak çok önemli felsefe metinlerinin ancak 2000’li yıllarda dilimize kazandırılabildiği ve hala tercüme edilmeyen onca eserin bulunduğunu ifade edebiliriz. Sözgelimi sadece Batı felsefe tarihinin değil belki de dünyanın en önemli felsefi metinlerinden biri olduğu konusunda hemen herkesin hem fikir olduğu Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı kitabı 2000’lere kadar Türkçeye kazandırılmamıştı. Ne var ki onun Kara Defterler kitabı hala tercüme edilmiş değil.
İşte bu gerçekler dikkate alındığında Hüsamettin Arslan’ın yıllardır büyük bir fedakarlıkla yaptığı tercümelerin kıymeti daha iyi anlaşılır. Felsefeyi ve sosyal bilimleri yeniden keşfetmenin ve bu disiplinleri büyük bir kadere yaraşır kılmanın eşiğinde bir mütercim olarak Arslan, Heidegger’le ilgili en seçkin kitapların da bulunduğu tercümeleriyle tanındı. Tercümeye çok büyük bir önem atfetti ve bu amaçla İngilizceden tercümeler yaptı. Çok sayıda felsefe ve sosyoloji içerikli kitabı Türkçeye kazandırdı. Onu bir mütercim olarak irdelemek Türkiye’de tercümenin özellikle de sosyal bilim alanındaki gelişimini de bir nebze anlamayı beraberinde getirir.
Hayatın bize öğrettiği şeylerden biri şu: Başlangıç sonucu belirler. Nasıl başlıyorsan öyle gider. Dolayısıyla iyi başlamak her zaman önemlidir. Aslında Arslan’ın biyografisine bakıldığı zaman akademik hayatının başlangıcından itibaren tercümeyi önemsediği anlaşılmaktadır.
“Türkiye iyi bir değirmendir. Değerli ya da değersiz ne varsa ayıklamaksızın öğütür” diyen Hüsamettin Arslan’ın bir mütercim olarak ortaya çıkması tam da 1980’li yılların sonlarına rastlar. Heyecanlı umutlarla hayal kırıklıklarının beslediği bu yılların ardından peş peşe yaptığı tercümelerin başka entelektüel öbeklerin değirmenine su taşımaktan başka bir manası olmadığının farkına vardıktan sonra kendi kurucu patikasını, Paradigma’yı inşa ettiğini yazılarının kronolojik dökümü ve yakınlarından teyit edebiliriz.
Gerek içeriği ve yaklaşımıyla türünün farklı bir örneği olan Epistemik Cemaat kitabı gerekse tercümelerinin önemli bir kısmı entelektüel kamuoyunda büyük bir etki uyandırdı, akademi içi ve akademi dışı birçok çalışmanın kaynakçasında yer aldı ve almaya da devam ediyor. Türkiye’de entelektüel sınıfın gerçek anlamda bir monopol olduğunda daima ısrarcı oldu. Bu bakımdan Türkiye’deki eleştirel entelektüel öbeklerin onun tercümeleri ve yayınevinden pek çok şey öğrendiği yadsınamaz. Öyleyse tercüme siyasetlerini hesaba katan kıstas gelsin: Bana hangi tercümeleri okuduğunu söyle, sana kim olmadığını söyleyeyim.
Kendisinin takdirle andığı Terry Eagleton dünyadaki kültürel çatışmanın genel olarak Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıktığını söylüyordu. Arslan ise bizim modernleşme tarihimizin başından beri kültürel bir çatışmanın ortasında bulunduğumuzun farkındaydı. Türkiyeli bir entelektüel olarak memleketin temel problemlerinden birinin, “Nasıl aynı anda hem kendimiz kalabiliriz hem de modernleşebiliriz, dolayısıyla modern düşünceleri benimseyebiliriz?” sorusunda düğümlendiğini kavramıştı. Kendisi çok sevdiği postmodernist düşünürler ve tercüme faaliyetleri açısından bir bakıma dünyadan erken göçen Mehmet Küçük’ün büyüğüdür. İlkinden Epistemik Cemaat’in, ikincisinden “olumsallığın” miras kaldığını düşünürsek yersiz bir kıyas sayılmaz bu. Terry Eagleton’ın Katolik kökenli olması dolayısıyla da aslında Türkiye’yi daha iyi anlayacağını düşündü. Dahası onun kendisini heteredoks başka bir deyişle gelenekçi bir Marksist olarak tanımlamasını önemsedi. Ne var ki onunla postmodernizm konusunda bir türlü anlaşamadı. Fakat Eagleton’ın yüzüne karşı şunu söylemeyi de ihmal etmedi:
“Postmodernlerin var olduğu bir dünyada Derrida onca kitap yazmış ve onca görüş sergilemişken, mesela Lyotard’ın kitapları apaçık ortada okunuyorken, nasıl hala eskiden olduğu gibi ‘sosyalistler’, ‘demokratlar’, ‘muhafazakarlar’ ya da ‘sağcılar’ olmaya devam edebiliriz. Foucault’nun metinleri ortada iken, nasıl hala eskisi gibi solcular olmayı sürdürebiliriz? Sürdüremeyiz, ‘postmodern’ diye adlandırılan düşünürlere rağmen yaşayamayız. Eagleton, Derrida’ya ve Foucault’ya rağmen, hatta daha ileri giderek dile getirmek gerekirse, ‘postmodern Marksizm’e’ rağmen eskisi gibi bir Marksist olarak kalmayı nasıl sürdürebilir, merak ediyorum.
Hüsamettin Arslan hayatın törpüleyerek bilgeleştirdiği babasının hassas bir kalbinin olduğunu yıllar sonra çok iyi anladı. Dahası otuz beş yaşından sonra giderek fena halde babasına benzemeye başladığını fark edince entelektüel merakı başka mecralara da yöneldi. Novalis’in “Bütün dönüşler yuvayadır” derken babasına benzeyip benzemediğini sordu sözgelimi. Oğulların gençliğin verdiği enerjiyle hep başka bir şey olmak istediklerini fakat hayatın acımasız şartları ve zebanileri yollarını kesince enerjilerinin giderek azaldığını ve babalarına dönüştüğünü bilfiil tecrübe etti. Bu yüzden onu ayırt eden iki özelliği Rus romanlarıyla özetlemek mümkün: Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı ile Dostoyevski’nin Ecinniler’i. Son kertede Rusya edebiyattır fakat biz bunu yaratamadık. Bu konuyu tekrar düşünmeli: İlkini babasını anlattığı “Baban Olsun…” başlıklı yazısıyla, diğerini tercümeleriyle birlikte düşünmek icap eder tabii. Elbette tüm bunların ayrıntılarını ontolojik olarak dünyaya bir yerden bakmanın arayışlarının yansıdığı günlükleri yayımlanınca daha iyi kavrama imkanı bulacağız.