Tek parti dönemi sona erip çok partili hayata geçildiği yıllarda siyasi yapılanmalar Osmanlı’nın son döneminde belirginleşen yelpazeye göre şekillenmeye başladı. Dünyadaki gelişmelerin ortaya çıkardığı sol ve sağ ayrışması en tepede olsa da Türk siyasi hayatı CHP’nin temsil ettiği sol (aslında tavizsiz bir Garpçılık), Adalet Partisi’nin temsil ettiği sağ, MHP’nin temsil ettiği Türkçülük ve MSP’nin temsil ettiği İslamcılık farklı görünümlerde siyaset sahnesinin ana aktörleri oldular.
12 Eylül Darbesi’nin ardından Özal ile gelen liberalleşme Cumhuriyet’in kuruluşundan beri din ve vicdan hürriyeti ile din eğitimi alanındaki baskıları hafifletti.
Bu süreçte yeni İslami akımlar ortaya çıktı. Ancak uzun süren istibdat döneminde Türk halkının yerli kaynaklarla irtibatı kopmuş, tasavvuf dışında özellikle yeni neslin İslami bilgileri öğrenmesi oldukça sınırlı imkanlara hapsolmuştu. Öte yandan İran devrimi ve Mısır’daki İhvan hareketinin faaliyetleri İslam’a yöneliş arzusu taşıyan gençler için bir çıkış noktası olmuştu.
İslamcı sosyoloji üzerinde asıl güç olan Milli Görüş hareketi bir taraftan dünyadaki İslamcı siyasi akımların gelişmelerini izlerken diğer taraftan da Osmanlı’dan tevarüs edilen tasavvufi gelenekle olan sıkı irtibatı ile “tarih” ve “millet” vurgusuyla gelenekten beslenen yerli bir duruş ortaya koyabilmenin çabası içerisinde oldu.
80’lerin ortalarından itibaren ister İran isterse Selefizmin etkisinde olsun yükselişe geçen, tercüme odaklı bu İslami hareketlerin ortak özellikleri yerli bir maya taşımamalarıdır. Milli Görüş dışındaki İslami hareketler ithal önerileriyle bir dönem sonra Türk solunun akıbetini paylaşarak ülke sosyolojisine yabancılaşmış ve giderek etkisini yitirmiştir.
Bu hareketler pozitivizme inanç, geleneklere savaş açma bakımından dini bir oluşumdan ziyade marjinal sol grupların hareket tarzına daha yakın bir duruş sergiliyorlardı. Osmanlı tecrübesini, geleneksel tasavvufi yorumları, dinin usul ve metoduna dair konuları, mezhebi görüşleri tamamen pozitivist bir akılla yargılayıp reddediyorlardı. İşin ilginç yanı Suudi tesirinde olanlar da İran tesirinde olanlar da geleneğe karşı aynı argümanları kullanıyorlardı. Bunun sonucunda namazın nasıl kılınacağı konusunda, bir vakit namazını bile kazaya bırakmamış dedesiyle didişen garip bir tip çıktı ortaya.
Zamanla asıl gayenin, bu milleti dinin usulünden, sahih itikadından, geleneğinden koparıp istenilen yere sürüklenen köksüz bireylere dönüştürmek olduğu daha iyi anlaşıldı. Milli Görüş hareketi İslamcılığın tamamen bu ülkenin değerlerine yabancılaşmasının önünde en büyük bariyer olmuş ve İslamcılığın yerli bir çizgide kalabilmesini teminde de büyük oranda başarılı olmuştur.
28 Şubat sürecinde Refah Partisi ve sonrasında kurulan Fazilet Partisi’nin kapatılmasıyla Refah Partisi içerisinde başlayan yenilikçiler ve gelenekçiler ayrışmasında yenilikçiler millete umut vermiş, bunun sonucunda Türkiye tarihinin en güçlü hareketlerinden biri olan AK Parti siyaset sahnesindeki yerini almıştır.
AK Parti’nin Omurgası
AK Parti kurulurken Türkiye’de yaşayan bütün kesimler, “Ben de bu partide yer alabilirim” düşüncesindeydi. Fakat yine de her siyasi parti kendi geleneğinden beslenerek bir sosyoloji oluşturur. AK Parti sosyolojisinin ana omurgası Refah Partisi ve Milli Görüş geleneğine dayanıyordu. Bu ana damar dışında, geleneksel tarikatlar, milliyetçi muhafazakarlar, sağ partilerin muhafazakar kesimleri ve son olarak da 12 Eylül sonrası dış tesirlerle ortaya çıkan marjinal dini gruplar, her kesimi kucaklama iddiasındaki bu siyasi çatı altında yer kapma arayışında oldular.
Refah Partisi’nin siyasetle yüzleşen kesiminin büyük bölümü AK Parti’nin kurucuları arasında yer aldı. Refah Partisi’nin iyi yetişmiş genç kesiminin AK Parti’ye geçişi kademeli bir şekilde geçekleşti. Öte yandan Refah Partisi içerisinde konjonktürel olarak yer alıp da aslında Milli Görüş değerlerini özümsememiş Erbakan’ın şahsında filizlenen ve Recep Tayyip Erdoğan ile zirveye oturan milletin büyüklüğüne vurgu yapan siyasete mesafeli, milletin tarihi, kültürü, tecrübesi ve kabiliyetine inanmadığı halde parti içerisinde bulunan marjinal radikal gruplar da AK Parti içerisinde ciddi bir hareket imkanı buldular. O zaman bir cemaat görünümünde olan FETÖ hükümeti dışarıdan kuşatmaya çalışırken içeride de zinde bir grup partide belli bir politik ajandaya göre hakimiyet tesis etmeye soyundu. Siyasetin zahmetini çekmeden konfor ve devlet erkine ulaşmak, devletin kritik kurumlarında ve hükümetin akıl yollarında etkin olmak onlar açısından oldukça keyifli bir durum ortaya çıkardı.
Siyaset ve devlet aklının oluşumunda oldukça önemli bir yer işgal eden bu grup ülke sosyolojisinden uzak, pozitivist, tecrübesiz ve kariyerist oldukları için başta FETÖ problemi olmak üzere Kürt sorunu, Gezi Parkı Şiddet Eylemleri süreci ve Suriye meselesinde Türkiye’nin karşılaşabileceği handikapları öngörmekte yetersiz kaldılar. Daha ziyade Türkiye içindeki iktidar alanlarını kontrol etme motivasyonuyla mesai harcadıklarından ülke için hayati meseleler savunmacı bir psikolojiyle geçiştirilmeye çalışıldı.
Erdoğan’ın başarısının ve ülkenin geldiği durumun arkasındaki asıl aklın ve aktörün kendileri olduğunu düşünen bu grup, neredeyse teşkilatların AK Parti üzerine yük olduğu düşüncesine bile kapıldılar. Öyle ya her şeyi düşünen, en doğrusunu bilen ve uygulayan bir “üst akıl” varken tabana kim kıymet verir?
Erdoğan hükümetlerinde bir etki ajanı şeklinde çalışan şaz gruplar Davutoğlu hükümeti döneminde yüzde 1’lik sosyoloji ile yeni Türkiye’nin kurucu iradesi olacaklarını hesapladılar. Fakat dünyanın hiçbir yerinde toplumsal tabanı bu kadar zayıf olan gruplar büyük bir siyasi hareketin kaderine el koyamaz.
Karar Gazetesi Ne Yapmaya Çalışıyor?
Siyaset bir program işidir. Bazen öngörüler tutmaz bazen yapılan bir icraat toplumda karşılık bulmaz. Bazen yanılır, geri adım atarsınız bazen de tüm dünyayı karşınıza alma pahasına politikalarınızda ısrar edersiniz. Ama dayandığınız ve güç aldığınız bir mihenk taşı olmalıdır. Siyaseti ilkeli yapan budur.
Bu itibarla AK Parti de eleştiriden azade değildir. Ancak özellikle yakın döneme kadar AK Parti ile iltisaklı bir grubun, belli bir yayın organında mevzilenerek üstelik de bugün bazı çevrelerin eleştiri konusu yaptığı uygulamaların da destekçileri olarak getirdiği eleştiriler hangi ilkeyi mesnet kabul etmektedir?
Dahası bazı eleştiriler o derece tutarsız ki yıllardır camianın yakından tanıdığı bu insanların kendi düşüncelerinden hareketle bu eleştirileri getirdiği konusunda şüphe duymamak elde değil.
Özellikle Karar gazetesi yazarlarının eleştirileri doğrudan kendi hissiyatından ziyade; özünde demokrasiyi benimsememiş, siyasi parti tabanlarını cahil, gelişmemiş, geri kalmış olarak gören ve siyaset mekanizmasını bayağı bir kurum olarak kodlayan eski tarz siyasetin temsilcilerinin sözlerini hatırlatıyor. Oysa ki bu grup daha yakın zamanda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a yöneltilen suçlamaların aynısına muhataptılar. Şam’da Cuma namazı kılmaktan bahsedenler de onlardı, “Rus uçağının düşürülmesi emrini ben verdim” diyecek kadar gözü pek olanlar da. Şimdi Davutoğlu dönemini yüceltip Erdoğan’ı demokratik dünyayı karşısına almakla ve herkese efelenmekle suçluyorlar.
Bu eleştirilerde en temel nokta AK Parti’nin kuruluş ilkelerinden uzaklaştığı iddiasıdır. Bu uzaklaşmanın miladı da Ahmet Davutoğlu’nun devir teslim tarihidir. Oysa Davutoğlu danışmanlığı döneminden başlayarak başbakanlık yaptığı süre de dahil dışarıdan eleştiri oklarının en çok yöneldiği isimlerin başında gelmektedir. Eleştirilerin haklı olup olmadığı başka konu ama ilginçtir Davutoğlu da tıpkı Recep Tayyip Erdoğan gibi ülkenin eksenini kaydırmış, Ortadoğu bataklığına sürüklemiş, habire Mekke’den, Üsküp’ten selam getirerek Osmanlıcılık heveslerine kapılmıştı! Yani öyle çok da diyalog yanlısı filan değil stratejik derinlik çerçevesinde “demokratik” dünya ve evrensel değerlerle çatışan bir portre çiziyor, bildiğini okuyordu.
Biraz ironik oldu ama Erdoğan’ı eleştirdikleri noktanın tutarsızlığını vurgulamak adına böyle bir hatırlatma gerekliydi.
Bu arkadaşlarımıza göre AK Parti 2002’de kurulduğunda bütün toplum kesimlerini kucaklayan bir vizyonla yola çıkmış ama gelinen noktada “Reisçi” diye kodladıkları bir grubun hakim olduğu, farklılıklara tahammül edemeyen bir yapıya bürünmüş. Kimlerdir o bütün toplumsal kesimler?
Kürt meselesinin ekmeğini yiyip çözüm umudu belirince kendilerini dağa vuran, istedikleri olmayınca darbeciliğe kadar savrulan liberaller mi? Devleti anahtar teslim talep eden, olmayınca ülke tarihinin en büyük ihanetine imza atan FETÖ’cüler mi?
Tabansız ve zahmetsiz devlette hakimiyet kapma telaşındaki şaz gruplar mı? Kimdir bütün bu toplumsal kesimler ve neye karşılık gelmektedirler?
Gariptir bütün kesimler arasında ülkücülerin nedense yeri yok. Mehmet Ocaktan MHP’yi iktidarın küçük ortağı olarak niteleyip tahkire bile kalkışabiliyor.
Yine aynı yazar bayram ziyaretinde bulunduğu koyu AK Parti’li bir ailenin Boğaziçi’nde okuyan genç üyesinin şu sözleriyle gençlerin AK Parti’den uzaklaştığını izah etmeye çalışıyor:
“Biz beş yıl öncesine kadar özgürlükler ve demokratikleşme konusunda, ekonomik kalkınmada dünyanın gıpta ile baktığı ülkelerden birisiydik. Şimdi bu özelliğimizi kaybettik, üstelik de demokratik dünya ile kavgalıyız.”
Şimdi bu söylemin içeriden bir eleştiri olduğuna bizi kim ikna edebilir? Sahi gelinen noktada “demokratik dünya” olarak vasıflandırılabilecek bir yeryüzü parçası, bir uluslararası kurum var mı? O demokratik dünya değil mi diktatörlere arka çıkan, seçilmiş liderleri diktatörlükle suçlayan? Dünyada ve bölgemizde yaşanan onca olaya rağmen, artık kartların bu kadar açık edildiği bir düzlemde, aynı demokrat dünya katillerimizi korumaya alıp darbeyi alenen desteklerken bu tarz bir eleştiriye iyi gözle bakılabilir mi?
Hakan Albayrak bir fert olarak eleştiri geliştirse “mahallenin çocuğudur eyvallah” denir fakat olan biteni bütünün bir parçası olarak görmek durumundayız ki devlette güç temerküzünden başka bir arzusu olamayan insanların sözcülüğü acı bir durumdur.
2002 ile 2017 arasında bu ülkede hiçbir şey yaşanmadı mı? Her şey olağan bir süreçte ilerliyordu da Recep Tayyip Erdoğan birdenbire “tek adam” olma hevesine mi kapıldı?
Aynı grup devlet erkini tepe tepe kullanırken ve bazı kesimleri itibarsızlaştırırken adalet, demokrasi, ortak akıl ve hakkaniyetten hiç bahsetmiyordu. Burada bu dostlarımızı hakkaniyete davet etmekten başka bir şey elimizden gelmez. Zaman içerisinde pek çok grup AK Parti’yle yollarını ayırdı. Hiçbirinin sosyolojik karşılığının abartıldığı kadar olmadığı da görüldü. Olmayan sosyoloji ile seksen milyonun kaderine arızi bir zamanda etki edilebilir. Fakat siyaset sosyolojisi bu duruma uzun erimli fırsat vermez. Bu durum ancak ihtilal dönemlerinde mümkündür ki, darbelerin ömrü fazla uzun sürmüyor.