7 Ekim’den bu yana soykırım politikasını sürdüren İsrail’e karşı Filistin’in bağımsızlığı için mücadele eden HAMAS lideri İsmail Heniyye’nin şehit edilmesinin ardından geleneksel ve dijital medyada sansür konusu bir kez daha gündeme geldi. Sosyal medya platformları, Şehit Heniyye hakkında yapılan paylaşımları silerek kullanıcıların düşüncelerine sınırlama getirmekle kalmadı, ifade hürriyetine de ağır bir darbe indirdi. Diyanet İşleri Başkanlığı, Heniyye’nin şehit edilmesinin ardından kılınan gıyabi cenaze namazını sosyal medya hesabından canlı yayınlamış, Instagram ise bu yayını kaldırmıştı. Ayrıca benim de yayınladığım, Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Erbaş’ın ve İletişim Başkanımız Prof. Dr. Fahrettin Altun’un Heniyye’nin şehit edilmesiyle ilgili taziye mesajılarını da silerek işgal karşısındaki tavrını belli etmiştir. Bu yasaklamalar, sosyal medya şirketlerinin İsrail ve işgal politikalarına destek veren Batılı ülkelerin politikalarına nasıl “uyumlu” hareket ettiğinin anlaşılması açısından önemlidir. Bu “uyum politikası”, aynı zamanda sosyal medya şirketlerinin özgür ve bağımsız hareket etmediğini de gösterir.
Batı’nın İfade Özgürlüklerine Bakışı
Hatırlanacağı gibi ülkemizin birliğine ve bütünlüğüne kast eden terör örgütlerinin eylemleri uzun yıllardır ifade hürriyeti parantezine alınarak meşru gösterilmeye çalışıldı. Terör örgütü üyeleri, Batı başkentlerinde Türkiye aleyhine yayın yapmayı sürdürdü. Ancak Batı, kendi politikalarına uyumlu görmediği bir taziye mesajına dahi tahammül edemeyecek kadar ifade hürriyetini yok sayabilmektedir. Böylelikle ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler, gerek ülkemize gerekse Batı dışı toplumlara karşı yeri geldiğinde ifade hürriyetini araçsallaştırmaktadırlar.
Benzer bir durum, düşünce özgürlüğü konusunda da görülmektedir. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu olarak her yıl düzenli gerçekleştirdiğimiz İslamofobia çalışmalarında düşünce özgürlüğüyle Batı politikaları arasındaki “uyumluluk” ilişkisi ortaya koyulmaktadır. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra İslam dinine ve müslümanlara dönük Batı medyasında ayrımcı ve ötekileştirici yayınlara yer verildi. İlk olarak 1997’de hazırlanan bir raporda kullanılan İslamofobi kavramı, günümüzde İslam karşıtlığını besleyen bir mekanizmaya dönüştü. Uzun yıllar Hollywood sinemasında, müslümanlarla ilgili kurgulanan sterotiplerle müslümanlar hakkında olumsuz imajlar oluşturulmaya çalışıldı. Müslümanlar; kaba, merhametsiz, geri kalmış, terörist olarak sunuldu. İslam dünyası hakkındaki bu kaba genellemeci yaklaşımlar, İslamofobiyi besleyen bir mekanizmaya dönüştü. Hollywood yapımlarının haricinde geleneksel medyada oluşturulan içeriklerle de müslümanlar hedef alındı.
Oluşturulan nefret söyleminin sonucu olarak Batılı ülkelerde müslümanları ve İslam dininin kutsallarını hedef alan birçok saldırı yaşandı. Başörtülü kadınlar sokak ortasında taciz edildi, camilere dönük saldırılar gerçekleşti, Peygamber Efendimiz hakkında çok çirkin ithamlarda bulunuldu ve son olarak kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in yakılması gibi en büyük nefret suçları işlendi. Ancak, bu seviyesiz saldırılara tepki gösterildiğinde Batı medyası ve Batılı politikacılar, bu eylemleri düşünce özgürlüğüyle savunmaya kalkıştı. Biz, yaşanan bu olaylar neticesinde de birçok kez Batılı muhataplarımıza kutsallara hakaret edilmesinin, müslümanların gerçek dışı iddialarla hedef gösterilmesinin düşünce özgürlüğü şeklinde görülemeyeceğini ifade ettik. Batı medyasında açık bir şekilde İslamofobik yaklaşımlara yer verilmesine dikkat çekerek bu tavrın din ve vicdan hürriyetiyle bağdaşmadığı gibi dünya barışına da zarar verdiğini dile getirdik. Ancak tüm bu uyarılara rağmen Batılılar, İslamofobi konusunda gerçeklerle yüzleşme olgunluğunu hiçbir zaman gösteremediler. Bilakis İslam karşıtlığı Batıda siyasetçilerin oy devşirmeye çalıştıkları bir alana dönüştü. Dışişleri Bakanımız Sayın Hakan Fidan da katıldığı uluslararası bir toplantıda bu duruma şu sözlerle dikkat çekmişti; “Müslümanların ve İslam'ın başka ülkelerde kötülenmesi, hor görülmesi, hakaret edilmesi, kimliklerinden dolayı ayrımcılığa tabi tutulması ve müslümanlara düşmanlık üzerinden siyaset yapılması giderek artan trend haline dönüştü.”
Özgürlüklerde İsrail Sınırı
Bu noktada Batı’da Yahudi karşıtlığı olarak görülen antisemitizmin bir suç olarak kabul edildiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Bugün birçok Batı ülkesinde İsrail devletinin işlediği suçları eleştirmek dahi antisemitizm olarak tanımlanmakta ve yasal bir suç olarak kabul edilmektedir. Sadece medyada değil üniversitelerde de İsrail’i eleştirmenin ağır bir bedeli söz konusudur. Hatırlanacağı gibi 7 Ekim sonrasında İsrail’in Gazze’de sivilleri hedef alan saldırılarının ardından çok sayıda protesto gösterileri düzenlendi. Harvard Üniversitesi’nde İsrail’i protesto eden öğrencilerin eylemini düşünce özgürlüğü olarak savunan Harvard Üniversitesi Rektörü Claudine Gay, bu sözlerinin ardından baskıya uğramış ve istifa etmek zorunda kalmıştı. Söz konusu Yahudilik olduğunda kimsenin ağzını açmasına müsaade etmeyen Batılı ülkeler, İslam’ı hedef alan saldırıları ise sorun olarak görmemektedir. Hal böyleyken, İsrail devleti hakkında sarf edilen bir söz dahi antisemitizm şeklinde değerlendirilip suç olarak kabul edilirken İslam’a dönük saldırıların düşünce özgürlüğü şeklinde savunulması Batılı devletlerin düşünce özgürlüğü konusunda da samimi olmadığını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Düşünce özgürlüğü de tıpkı ifade hürriyeti gibi Batı’nın içeriğini dilediği tarzda doldurduğu bir araca dönüşmektedir. Aynı şekilde İslamofobiyi besleyen İslam düşmanlığı da bir nefret suçu olarak görülmemektedir.
Benzer durum insan hak ve hürriyetleri konusunda da yaşanmaktadır. Örneğin Türkiye’de yaşanan Gezi kalkışmasında İstanbul’da 24 saat canlı yayın yapan Batı medyası, maalesef Gazze’de çocuklar keskin nişancıların hedefi olurken, hastaneler, ibadethaneler bombalanırken, binlerce insan öldürülürken sessizliğe gömüldü; İsrail aleyhine tek bir yayının yapılmasına dahi izin verilmedi. “Özgür ve bağımsız” olduğu iddia edilen Batı medyası, yaşananları çarpıtarak olayları, İsrail’in gözünden dünya kamuoyuna sunmak için yarışa girdi. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın işaret ettiği gibi, “İsrail vahşetini gizlemek ve Filistin halkının sesini kısmak için her yola başvurdular.” Batı medyası, konu İsrail ve onu destekleyen Batılı ülkelerin siyaseti söz konusu olduğunda insan hak ve özgürlüklerinin de kendileri için bağlayıcı bir değer olmadığını bir kez daha tüm dünyaya gösterdi.
Dezenformasyon ve Sınırlar
Tüm bu yaşananların yanı sıra sosyal medyanın geniş kitlelere daha hızlı bir şekilde yayılma gücüne sahip olması sorunu daha da büyütmektedir. Sosyal medya şirketlerinin dijital dünyayı bir manipülasyon aracına dönüştürmesi, toplumların doğru bilgiye ulaşmasını engellediği gibi, bireylerin davranışlarını da yönlendirmektedir. Bu mecralarda egemen güçlerin lehine kanaatler oluşturmak adına kullanıcıların kendi iradelerinin dışında bazı içerikler önlerine çıkmaktadır. Bu açıdan, Gazze olayları sırasında, sosyal medya şirketleri tarafından uygulanan sansür sıradan bir durum olarak görülmemelidir. Sosyal medyada üretilen dezenformasyon, birçok ülke tarafından artık milli güvenlik sorunu olarak ele alınmaktadır.
Batı düşüncesi tarafından evrensel değerler olarak sunulan kavramların Batı dışı toplumları manipüle etmek ve siyasetlerini Batıya uyumlu hale getirmek maksadıyla kullanılmasına karşı büyük bir dikkat gösterilmesi gerekmektdir. Bu açıdan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu olarak, öncelikli görevimiz Türk toplumunu manipülasyona ve dezenformasyona karşı korumaktır. Sosyal medya terör örgütlerinin Türkiye aleyhine yürüttüğü kampanyalara, sapkın akımların normalleştirilmesine dönük içeriklere ve Türkiye’nin bütünlüğünü hedef alan saldırılara karşı mücadele etmeyi sürdüreceğiz. Bu çerçevede son olarak yine sosyal medya mecralarında yayınlanan “Sokak Röportajları” veya “Vatandaşın Görüşü” gibi çeşitli adlarla sunulan içeriklere dikkat çektik. Basın meslek ilkeleriyle bağdaşmayan, basın etik değerlerine aykırı yapılan bu yayınlarda toplumun manipüle edilmesine izin veremeyiz. Kitleleri bilinçli olarak etki altına almak maksadıyla yanıltıcı röportaj teknikleri kullanılarak yeni medya platformlarında toplumsal değerlerimizin aşağılanması, yalan, propaganda ve itibar suikastına girişilmesi masum bir eylem olarak görülemez. Tüm bu yayıncılık faaliyetlerinin ve paylaşımların, görsel yayıncılık alanında faaliyet gösteren ve anayasal bir kurum olan RTÜK’ün takibinde olduğunu ayrıca belirtmek isterim.
Sayın Cumhurbaşkanımızın “dijital faşizm” olarak nitelendirdiği bu dayatmalara karşı Türkiye Cumhuriyeti olarak vatandaşlarımızın özgürlüğünü korumayı sürdüreceğiz. Tek bir vatandaşımızın dahi sosyal medyada üretilen dezenformasyondan etkilenip mağduriyet yaşamaması için dijital bağımsızlık çalışmalarımızı daha da geliştireceğiz. Günümüzde ortaya çıkan iletişim sorunlarına karşı Radyo ve Televizyon Üst Kurulu olarak mücadele edip, çözüm önerilerini ortaya koymak bizim öncelikli görevlerimiz arasındadır. Bu sorumluluk çerçevesinde her platformda ifade ettiğimiz gibi Amerika’da ya da farklı bir Batılı ülkede kanunlara uyumlu davranan sosyal medya şirketlerinin Türkiye’de de yasalara uygun davranması konusunda asla taviz vermeyeceğiz. Türkiye’de medya özgürlüğü yasal olarak güvence altındadır. Hiçbir kurum ya da herhangi bir uluslararası şirket Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının medya özgürlüğünün sınırlarını belirleme hakkına sahip değildir.