ABD’de 8 Kasım 2016’da yapılacak başkanlık seçimleri, ülkenin en sıra dışı seçimlerinden biri olması hasebiyle daha şimdiden tarihe geçti. Irak ve Afganistan işgallerinin yarattığı savaş karşıtı ve değişim isteyen dalga, Obama’nın 2008’de ilk siyahi başkan olarak seçildiği tarihi başarısında kritik rol oynamıştı. Obama, dış politikada işgalleri sonlandırmayı ve İran’la anlaşmayı ana gündemi haline getirirken, İsrail-Filistin barışı konusunda olgunlaşmamış bir adım atmıştı.
Bunların ötesinde Obama -Libya istisnası dışında- ABD’yi yeni bir askeri angajmana sürükleyecek her tür inisiyatiften uzak durdu. İçeride ilk iş olarak tarihinin en büyük krizlerinden birini yaşayan ABD ekonomisini stabil hale getirmeye odaklanan Obama, ilk döneminde siyasi sermayesini kapsamlı sağlık reformunu gerçekleştirmeye harcamıştı. 2016 seçimlerine ise Obama’nın vaat ettiği değişimin gerçekleşmediğini düşünen Amerikan seçmeninin sistem dışı arayışı damgasını vurmuş durumda.
Anti-Sistem Popülizmi
ABD’de 2012 seçimlerine gelindiğinde bir türlü eski ritmini yakalayamayan istihdam rakamları ve sağlık reformunun orta ve küçük ölçekli işverene getirdiği yük yüzünden oluşan bir tepki vardı. Bu tepki, Cumhuriyetçiler içerisinde “Çay Partisi” tabir edilen aktivist ve aşırı uçları temsil eden siyasi akımın güçlenmesi sonucunu doğurmuştu. Merkeze yakın Cumhuriyetçi başkan adayı Mitt Romney’nin 2012 seçimlerini kaybetmesinde kritik öneme sahip bu hareketin enerjisinin 2016 seçimlerinde Trump tarafından bir ileri noktaya taşınarak popülist ve sistem karşıtı bir retoriğe büründüğünü görüyoruz.
Demokrat Parti tarafında ise ekonomik krizin iş imkanlarını daha sınırlı hale getirdiği “milenyal” tabir edilen 2000’liler neslinin Bernie Sanders’ın kampanyasında ifadesini bulan ve yine popülist karakteri yüksek sol ve liberal bir aktivizmin peşine takıldığını gördük. Bu seçimlerde popülizmin bu kadar güçlenmesinin ana nedenlerinden birisinin Amerikan ekonomisinin aslında periyodik anlamda en uzun süreli istihdam artışını yaşamasına rağmen bir türlü eski dinamizmine ve gücüne dönememesinin yattığını söylemek mümkün. Milenyal neslin yüksek öğrenci kredisi borçları, istihdam imkanlarının zorlukları ve ev sahibi olma etrafında inşa edilen “Amerikan rüyası”nın artık eskilerde kalmasından etkilendiği söylenebilir. Hem Cumhuriyetçi Parti hem de Demokrat Parti’de oluşan bu grupların, birbirine zıt uçları temsil etmelerine rağmen popülizm temelli bir sistem karşıtlığı etrafında birleştikleri görülmektedir.
Geleneksel olarak ABD’de bütün seçim kampanyaları Washington’ı ve siyasi sistemi değiştirme vaadi üzerinden yürütülür. Ancak bu sefer sistem karşıtı söylemin bu kadar güçlenmesinin ABD Kongresi’nin 2008’den beri tarihinin en verimsiz dönemini yaşamasından kaynaklandığı söylenebilir.
Çay Partisi aktivistlerinin Cumhuriyetçi Parti’nin üst yönetimine karşı adeta ayaklanarak partinin ortak pozisyon geliştirmesini imkansız hale getirmesi, Kongre’deki merkeze yakın Cumhuriyetçilerin Başkan Obama ile ortak bir zeminde buluşmasını engelledi. Sekiz yıllık başkanlığının sadece ilk iki yılında Demokrat bir Kongre ile çalışabilen Obama, altı yıl boyunca kendi reform politikalarına karşı çıkan temsilci ve senatörlerle mesai harcamak durumunda kaldı. Bırakın geniş kapsamlı reformları gerçekleştirmeyi, birçok bürokrat atamasını yapmakta bile zorlanan Obama’nın döneminde ABD iç siyasetinin Cumhuriyetçi Parti’nin farklı aşırı uçlardaki akımların esiri olduğunu söylemek mümkün. Siyasi sistemi adeta kilitleyen bu durumun en önemli örneği 2016’nın Ekim ayında bütçe görüşmelerinin başarısızlığı sonucunda federal hükümetin 16 gün boyunca kapatılması olmuştu.
Demokrat Parti içerisinde Obama’nın siyasi mirasını olumlu ancak yetersiz bulan “milenyal” genç kitlelerin tepkisi, sosyalist olduğunu açıkça ifade etmekten çekinmeyen ve buna rağmen beklenenin çok üzerinde oy alarak Clinton’ı zorlayan Sanders’ın kampanyasında kendini gösterdi. O kadar ki Clinton, Sanders’ın ücretsiz üniversite gibi vaatlerini kendi platformuna eklemek zorunda kaldı. Bu anlamda Clinton’ın sistemin parçası olduğu ve gerçek değişimi sağlayamayacağı yönündeki algı sadece Cumhuriyetçilerle sınırlı değil. Sistem karşıtı dalga Clinton’ı alt etmeye yetmeyecek gibi görünüyor ancak bu Amerikan seçmeninin gerçek değişim isteğinin azlığından değil daha çok Trump’ın ayrıştırıcı, yüzeysel ve sloganik söylemlerinin doyurucu olmaması ve birçok azınlık grubunu ötekileştirmesinden kaynaklanıyor.
Cumhuriyetçi Kimlik Krizi
Siyasi sistemin artık Amerikan halkının sorunlarını çözemeyen işlevsiz bir yere doğru gittiği algısı, 2016 seçimlerinde sistem dışı aday arayışını körükleyen ana neden oldu. Cumhuriyetçi Parti içinde ön seçimlerin başında başkan aday adayı sayısının 17 olması parti içindeki dağınıklığı ve kafa karışıklığını gösteriyordu. Parti yönetimi Paul Ryan gibi liderler etrafında mali muhafazakarlık temelli bir platform oluşturmuştu ancak parti tabanı sistem dışı adayları çok daha çekici buluyordu. Örneğin Texas Senatörü Ted Cruz’un parti ön seçimleri sırasında Trump karşısında en önemli adaylardan biri olarak kalmayı başarmasında sistem karşıtı söylemi etkili olmuştu.
Bu kampanya döneminde siyasi tecrübesi olmayan Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’nin kimlik krizinden faydalandığını gördük. George Bush’un geride bıraktığı siyasi miras Irak işgali ve ekonomik krizle özdeşleşmişti. Bunu Obama ile iyi değerlendiren Demokratlar karşısında Cumhuriyetçiler Bush yıllarını anmak istemezken adeta kendi geçmişlerini inkar etmek zorunda kaldılar. Bu geçmişle gerçek bir hesaplaşmaya girme çabaları akim kalırken, bir yanda Çay Partisi gibi uç aktivist gruplar, diğer yanda da merkeze yakın parti liderliğinin temsil ettiği muhafazakarlar arasında derin farklılıklar oluştu. Parti liderliği ile tabanı arasında oluşan bu uçurum hala aşılabilmiş değil. Parti içinde oluşan bu siyasi boşluğu fırsat bilerek popülist bir söylemle doldurmaya çalışan bir aday olarak öne çıkan Trump, partinin kimlik krizini doruk noktasına çıkarmış durumda.
2008’de “değişim” yönünde oluşan siyasi dalganın daha küçük ölçekte de olsa bir benzerinin 2016’da “sistem karşıtı” platform etrafında oluştuğunu söylemek mümkün. Ancak bu dalganın Trump’ı başkan seçtirmeye yetmesi zor görünüyor. Trump’ın bu siyasi akımı memnun etmek için etnik, dini ve kültürel azınlık gruplarına karşı negatif söylem geliştirmesi merkeze yakın ve bağımsız seçmenlerin desteğini alarak sistem karşıtı dalgayı genişletmesine izin vermiyor. Belgesiz göçmenleri, Meksikalıları, Müslümanları hedefe koyan ve kadınlara karşı aşağılayıcı bir dil kullanan Trump’ın desteğinin daha eğitimsiz, beyaz ve işçi sınıftan gelmesi ve kendisinin ne olursa olsun Cumhuriyetçi adaya oy verenlerin çok ötesine geçememesi sistem karşıtı platformu geniş kitlelere mal edemediğini gösteriyor.
Sistemin Geleceği
ABD’de 2016 başkanlık seçimlerinin sonucu ne olursa olsun siyasi sistemden memnuniyetsizliğin ve Cumhuriyetçi Parti içerisindeki kimlik krizinin Amerikan siyasi sistemi için ciddi bir tehlike arz ettiğini söylemek abartılı olmasa gerek. Siyasi sistemin temelini oluşturan iki partiden birinin bu seçimlerde görüldüğü derecede adeta iç savaş yaşaması, sistemin geleceği açısından ciddi soru işaretleri yaratıyor. Cumhuriyetçi Parti içerisinde yaşanan “taban isyanı” ya partinin daha uç bir siyasi çizgiye çekilmesine ya da daha merkeze yakın liderlikle yeni bir “büyük anlaşma” üzerinden parti kimliğinin yeniden tanımlanması sonucunu doğuracak. Cumhuriyetçi Parti kendini toparlayamaz ve iç barışını sağlayamazsa Trump gibi dışarıdan biri tarafından partinin “rehin alınması” tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
Kasım seçimlerinde Clinton’ın seçilmesine neredeyse kesin gözüyle bakılırken Kongre’nin nasıl şekilleneceği hayati önem taşıyor. Kongre’nin alt kanadı Temsilciler Meclisi’nin Cumhuriyetçilerde kalmaya devam edeceği bekleniyor. Üst kanat Senato’nun çoğunluğunun Demokratlara geçmesi durumunda Clinton önemli reformlar için adım atabilir ancak Temsilciler Meclisi Obama’ya yaptığı gibi reformlara engel olmaya devam edecektir. Cumhuriyetçiler iç barışlarını sağlayabilirlerse Demokratlarla masaya daha güçlü oturabilecektir. Aksi takdirde 2018’de seçmen tarafından yapıcı olmadıkları ve daha önemlisi siyaset üretemedikleri için cezalandırılabilirler. Clinton ezici bir zafer kazanır ve Kongre’nin her iki kanadı Demokratlara geçerse, bu sefer Sanders’ın temsil ettiği sol liberal aktivist kanat bir an önce reformlar için bastırıp, Clinton’ın Cumhuriyetçilere ödün vermesinin önüne geçebilir. Bu durumda da 2018’de tepki oyları Kongre’nin dengesini tekrar Cumhuriyetçiler lehine değiştirebilir.
2016 başkanlık seçimlerinde Clinton’ın kazanması durumunda azınlıkların desteğini almadan seçim kazanmanın artık imkansız hale geldiği onaylanmış olacak. Trump’ın “Ülkemiz elden gidiyor” ve “Ülkemizi tekrar geri almalıyız” gibi sloganlarının aslında beyazların ülkenin gitgide daha “esmerleşme”sine karşı ırkçı tonları barındıran bir tepkisi olduğunu söylemek mümkün. Bu seçimlerde de ülkesini geri alamadığını hisseden kitlelerin sisteme karşı kızgınlık ve hüsran duygularının şiddete dönüşme ihtimali yadsınamaz. Amerikan demokrasisinin temeline dinamit koyacak böyle bir gelişme, halkın sistemle barışının sağlanması gereğinin aciliyetini bir kez daha ortaya koyacaktır.