Birçoklarının da ilgisini çektiği üzere Brad Pitt’in World War Z filmi önemli bir değişime işaret ediyordu. Böylesi filmlerde pek alışık olmadığımız şekliyle bu sefer kurtarıcı takım herhangi bir ülke, özellikle de ABD yönetimi değil Birleşmiş Milletler (BM) ve onun memurlarıydı. Her ne kadar ABD ordusu ve askeri kapasitesi farklı bir tür virüsün yol açtığı zombileşmeye karşı aşı bulunması konusunda ciddi bir rol oynasa da başrolde BM’nin bulunması önemli bir farklılıktı. Filmde sıklıkla üzerinde durulduğu üzere uluslararası alanda problemlerin artık daha fazla küresel bir boyut alması bu sorunların çözümünde de küresel bir örgüt ve işbirliğini gerekli kılıyordu.
Son yıllarda SARS, EBOLA ve şimdilerde Zika virüsü gibi salgın hastalıklar ortaya çıktıkça özelde Dünya Sağlık Örgütü gibi uzmanlaşmış teşkilatların genelde de BM’nin bu gibi krizlerin yönetilmesindeki önemine dikkat çekilmeye başlandı. Son birkaç sene içerisinde BM, aralarında iklim değişikliği ve küresel ısınmanın da bulunduğu teknik alanlarda daha fazla görünürlük sergiledi. Onun için örgüt kendi tanıtım videolarında da genel olarak bu tip teknik alanlardaki faaliyetlerini daha fazla gündeme getirmeye başladı. Ancak BM özellikle temel fonksiyonu olan çatışmaların barışçıl yollardan çözümü, uluslararası normlara uyumun sağlanması ve soykırım gibi İkinci Dünya Savaşı’na da doğrudan damgasını vuran suçların önlenmesi konusunda ciddi bir krizin ortasında bulunuyor. Bu durum örgütün artık bir kimlik krizinden ziyade bir varoluşsal krize girmesine yol açıyor.
Asli Fonksiyonundan Uzakta
Küresel nitelikte bir uluslararası örgüt kurarak dünyadaki problemlere ortak çözüm arayışı ve uluslararası sorunların barışçıl yollarla çözümü yüz yıldır idealist politikacıların ve uzmanların en büyük hayali. Etkin ve kapsayıcı küresel bir örgüt ile belirlenen uluslararası normların uygulanışını sağlamak, uluslararası hukuku daha anlamlı ve etkin bir hale getirmek ve dünyada barış ve huzur ortamını sağlamak düşüncesi herkes için aslında iyi bir fikirdi. Özellikle arka arkaya yaşanan iki büyük dünya savaşı ve bu savaşlar sırasında yaşanan katliam, soykırım ve trajedi bunların tekrar yaşanmasını engelleyecek bir mekanizmanın hayata geçirilmesi düşüncesini bazı kesimlerde oldukça popüler kılmıştı. Başarısız ve etkisiz bir Milletler Cemiyeti’nden sonra BM teşkilatının kurulması için kolları sıvayan kurucu babalar daha mütevazı hedefler ve büyük güçler için daha “kabul edilebilir” prensiplerle bu fikri yeniden uluslararası sistemin gündemine soktu. İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan ittifak güçlerine Güvenlik Konseyi’nde sağlanan daimi üyelik ve veto yetkisi, örgütün merkezinin New York’ta olması, prensiplerin yaptırım gücü ve ülkelerin iç politikalarına müdahale yetkisinin oldukça daraltılması bu büyük güçlerin örgüte girmesini sağlamak için kabul edildi.
Soğuk Savaş’ın ortaya çıkmasıyla uluslararası gerilim arenalarından biri haline gelen BM Güvenlik Konseyi asli fonksiyonunu bu süreçte yerine getirmek konusunda oldukça yetersiz kaldı. Küba füze krizi, Ortadoğu’daki savaşlar ve Vietnam savaşı sırasında BM Güvenlik Konseyi savaşın engellenmesi ve barışın sağlanmasında umut edilen rolü oynayamadı. Üye sayısında meydana gelen artış ve farklı alanlarda faaliyet gösteren örgüte bağlı uzmanlaşmış otonom teşkilatlar bu asli alanlarda herhangi bir katkıda bulunmadı. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte BM’nin uluslararası ilişkilerde artık daha etkin bir şekilde rol oynamasını bekleyenler kısa bir süre sonra büyük hayal kırıklığına uğradı.
BM özellikle Soğuk Savaş sonrası uluslararası güvenliğin en önemli meseleleri haline gelen iç savaşlar, etnik çatışmalar ve aşırı milliyetçi liderlerin soykırım ve “etnik temizlik” girişimleri karşısında da son derece atıl bir organizasyon olarak kaldı. Özellikle Bosna’da yaşanan soykırım girişimine uzun bir süre seyirci kalmakla yetindi. Srebrenitsa’da, bazı kesimlerin ve iyimser gözlemcilerin özel önem atfettiği BM Barış Gücü’nün gözleri önünde meydana gelen kıyım tüm hayalleri yıktı. Bu işlevsizlik daha sonra kendini başka iç savaş ve çatışmalarda da gösterdi. Darfur’da meydana gelen trajedi, Ruanda’da yaşanan soykırım ve Sri Lanka’daki çatışmalar sırasında sergilenen başarısızlık BM’nin fonksiyonuna ilişkin soru işaretlerini artırdı. Özellikle Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyelerin kendi çıkarları doğrultusunda farklı çatışmaları yönlendirmeye çalışması, bu çatışma bölgelerindeki kangreni daha ciddi bir hale getirdi. Bu süreçte yapılan BM operasyonları da yeterince başarılı olamadı. Özellikle Somali’de yaşanan fiyasko tarihe geçecek cinstendi.
Kriz Bir Fırsat Eşiği Olabilir
BM Güvenlik Konseyi’nin bu işlevsizliği konusunda yapılan reform çabaları yine BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyeler tarafından engellendi. Sahip oldukları ayrıcalıkları kaybetmemeye çalışan bu ülkeler, BM sisteminin meşruiyetine ciddi bir darbe vurmuş oldu. Ortaya çıkan tabloda BM, veto silahını karşılıklı kullanan devletlerin politikaları yüzünden çok ciddi insani krizlerde dahi varlık gösteremedi. Suriye krizi BM sisteminin artık on yıllardır sergilemiş olduğu başarısızlıklara son halka olarak anılmaya başladı. Bu serinin her halkası uluslararası sisteme yeni tehditler, yeni insani trajediler ve yeni soru işaretleri getirdi.
BM yoluyla uluslararası sistemi tıkama ve mevcut statükodan yararlanma girişimleri artık bu konuda bir reformun gerçekleşmesini kaçınılmaz kılıyor. Ancak şimdiye kadar sergilenen performans bu hususta iyimser olmamızı sağlayacak hiçbir veri sağlamıyor bize. Özellikle BM Güvenlik Konseyi’nin odaklandığı çatışmaların önlenmesi, sona erdirilmesi, barış ve huzurun sağlanması ve soykırımların engellenmesi konusunda alternatif önerilerin tartışılmaya başlanması için uygun bir zaman içinde bulunuyoruz. Bu alanda rahatsızlık bildiren devletler ve toplumlar için fırsata dönüştürülebilecek bir eşikteyiz.