Pandemi ve ardından gelen Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi, küresel dengeleri altüst etti. Peşinden şimdilik sönümlenmiş gibi duran bir Tayvan krizi, dünyada yeni bir kaos beklentisi oluşturdu. Insight Turkey Dergisi Editörü ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Muhittin Ataman ile son olaylar sonrasında ortaya çıkan jeopolitik denklemi ve büyük güç rekabetini Batı özelinde konuştuk. Söyleşimiz, aynı zamanda Batı ile Pasifik dünyası arasındaki yeni geçişkenlikleri anlamaya çalışırken yararlanabileceğimiz önemli vurgular da barındırıyor.
SÖYLEŞİ: FERHAT PİRİNÇÇİ
Öncelikle küresel sistemde yaşanan sorunlar nasıl ortaya çıktı? Ve Soğuk Savaş sonrası dönemin başat aktörü olan ABD’nin küresel etkisi, bu süreçte nasıl bir değişim gösterdi?
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesinden sonra uluslararası sistem büyük bir krize ve beraberinde bir dönüşüm sürecine girdi. Önceleri “nihai zafer” ilan eden Amerika Birleşik Devletleri ve Batı dünyası, kısa süre sonra bu iddiasından vazgeçerek yeni bir siyasi fay hattı ve çatışma alanı yani din ve inanç temelli bir medeniyetler çatışması belirleyerek gelecekteki küresel çatışmanın kuvvetle muhtemel medeniyetler arasında olacağı iddiasını ortaya attı. Ancak 11 Eylül 2001’de ABD’nin sembol binalarına yapılan terör saldırıları sonrasında Batı dünyası bütün dikkatini, tam olarak tarif edemediği ve somutlaştıramadığı uluslararası terörizm ile mücadeleye verdi. Bu saldırılara bir cevap olarak 2001’de Afganistan, 2003’te Irak işgal edildi; fakat bu iki örnekte de beklenen hedeflerin ne olduğu ve gerçekleşip gerçekleşmediği tam olarak anlaşılamadı. Çünkü ABD ve Batılı müttefikleri yüzbinlerce insanın hayatını kaybetmesiyle neticelenen bu iki işgali sona erdirirken Afganistan’ı 20 yıl aradan sonra yeniden Taliban’a, Saddam sonrası Irak’ı da daha çok İran etkisine bıraktı.
BATI’NIN CEVAPLARI, BEKLENEN SONUCU VERMEDİ
O halde günümüz uluslararası sisteminde yaşanan sorunlara ABD ve Batılı ülkeler nasıl bir yaklaşım sergilediler?
Batılı devletler yapay bir “uluslararası terörizm” ile uğraşırken 2010’larda giderek asıl tehdidin daha çok Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerden kaynaklandığını fark etmeye başladı. Arap isyanları ve devrimlerinin Ortadoğu’daki bütün dengeleri değiştirmesi, Çin’in önlenemeyen ekonomik yükselişi ve Rusya’nın yeniden küresel iddialarda bulunmaya ve uluslararası krizlere müdahil olmaya başlaması ile birlikte ABD ve Batılı devletler, ciddi güvenlik endişeleri yaşamaya ve yükselen “tehditlere” cevaplar oluşturmaya başladılar. Bu durum da yeni bir Soğuk Savaş sürecinin başlaması anlamına geldi.
Batılı devletler bir taraftan Müslüman dünyadaki gelişmelere sert tepkiler vererek, Müslüman toplumların ve devletlerin demokratikleşmesine ve gerçek manada bağımsız olmalarına engel oldu. Diğer taraftan da Çin’in alternatif kurumlar ve değerler üretmesine cevaplar üretmeye başladılar. Ama bu cevaplar, siyasi ve ekonomik kapasitelerinin görece zayıflaması dolayısıyla doğrudan karşı koyma stratejisi yerine vekilleri üzerinden ve dolaylı tepkilerle oluyor. Mesela Tayvan, Güney Kore ve Japonya üzerinden Çin’i çevrelemeye ve yayılmasını engellemeye çalışırken, Rusya’yı Gürcistan ve Ukrayna üzerinden sınırlandırmaya çalıştılar. Ancak bu çabalar şu ana kadar onlar açısından beklenen sonucu veremedi.
BATI RUSYA’DAN ÇOK ÇİN’DEN ÇEKİNİYOR
Yeni bir Soğuk Savaş sürecinden bahsettiniz. Peki bu yeni Soğuk Savaş’ta, 20. yüzyıldaki Soğuk Savaş’tan farklı olarak devletleri neler bekliyor?
20.yüzyılın ikinci yarısındaki Soğuk Savaş döneminden çok farklı bir şekilde şekillenen günümüz küresel güç rekabetinin farklı boyutları ve birden çok cephesi bulunuyor. Bir kere, günümüzdeki küresel rekabette bir öncekinden farklı olarak en az iki cepheli bir Soğuk Savaş süreci yaşanıyor. Günümüzde Batılı devletler sadece Rusya’dan değil, belki daha fazla Çin’den kaynaklanan tehditten ve meydan okumadan çekiniyorlar. Rusya, geleneksel Batı içi tehdit iken Çin Batı dışı dünyadan çıkan bir tehdittir. Böylece Batılı devletler bir taraftan dikkatlerini Avrupa’nın doğusuna ve yakın bir bölgeye yöneltirken diğer taraftan da Pasifik’te ve Güney Çin Denizi’ndeki gelişmeleri yakından takip ediyorlar. Batılı devletler askeri yığınağını sadece Rusya’ya karşı değil Çin’e karşı da yapmak zorunda kalıyor. Neticede iki cepheli rekabet, özellikle orta ve uzun vadede Batı dünyası için daha yıpratıcı olacaktır. Çünkü askeri alana yapılan yatırımlar, Batılı devletlerin zaten mevcut bulunan ekonomik, toplumsal ve siyasal huzursuzluk ve istikrarsızlıklarını daha arttıracaktır.
ÇİN İLE DOĞRUDAN ÇATIŞMANIN MALİYETİ BATI’YA ÇOK AĞIR OLUR
İçinde bulunduğumuz süreçte ABD’ye meydan okuyan aktörlerin başında Çin geliyor. Siz bu görüşe katılır mısınız? Örneğin Rusya ile karşılaştırıldığında Çin’i Rusya’dan ve diğer güçlerden farklı kılan özellikler nelerdir?
Kanaatimce Batı bakımından Çin ile uğraşmak Rusya ile uğraşmaktan daha zor. Bu zorluğun birkaç temel nedeni var: Birincisi, kırılgan olan Rusya’dan farklı olarak Çin çok daha güçlü bir yükseliş içerisinde. Ekonomik olarak bütün Batılı devletlerle gelişen derin ilişkileri dolayısıyla karşılıklı bağımlılıklar geliştirmiş bulunan Çin’e karşı çıkmak kolay olmayacak. Dolayısıyla ABD ve Avrupalı devletlerin Çin ile doğrudan bir çatışmaya girmesinin maliyeti çok daha yüksek olur. Ayrıca muhtemel bir hegemon adayı olarak Çin daha mücehhez bir devlet. Batı’dan farklı kültürel ve siyasal değerleri bulunan Pekin, Batı’ya alternatif bir ideolojiyi daha kolayca geliştirebilir. Ancak şu ana kadar Çin, bu siyasal ideolojinin nasıl olacağı konusunda net bir tutum göstermiş de değil. Pek çok akademisyen ve gözlemci, bunun Batı’nın mevcut hegemonyasından daha otoriter, dolayısıyla daha baskıcı olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyor.
İkincisi, Rusya’dan farklı olarak Çin, Batılı devletlerle ciddi ve kapsamlı bir ekonomik ve teknolojik yarış sürdürüyor. Ekonomik ve askeri gücünü besleyen ve bunu daha ileri taşıyacak bir teknolojik zemine sahip olan Çin, çip gibi bütün dünyada kullanılan pek çok yüksek teknoloji ürününün üretiminde büyük bir paya sahip. Bu durum, Batılı devletlerin Çin’e karşı yaptırım uygulamalarını güçleştiriyor.
Üçüncüsü, Çin Batılı paradigmadan ve Batılı kurumların oluşturduğu zeminden istifade ediyor, dolayısıyla kendi lehine işleyen sistemin devamını sağlamak için herhangi bir maliyete katlanmıyor. Uluslararası ilişkiler literatüründe bu aktörlere “maliyete katlanmayan aktör (free rider)” denir. Mesela, pek çok üründe karşılaştırmalı ekonomik avantaja sahip olan Çin, Batılı liberal ekonomik prensiplere göre ticaret yapıyor, ancak küresel ölçekte daha çok ABD’nin sağladığı imkanlarla ticaretini sorunsuz bir şekilde yürütebiliyor. ABD’nin 100’den fazla ülkede askeri güç bulundurmasının temel nedenlerinden biri de uluslararası ticaret rejimi gibi kurumların işlerliğini sağlamaktır. Çin gerektiğinde, ekonomik olarak dünyanın liberal ülkelerinden biri olarak ABD ve diğer Batılı devletleri Dünya Ticaret Örgütü’nün ilkelerini uygulamaya davet etmektedir.
Dördüncüsü, Çin küresel ölçekli faaliyetlerinin tamamen ekonomi merkezli olduğunu, ideoloji ve siyasal perspektiften yoksun olduğunu iddia ediyor. Aslında bu iddiasıyla Çin, ısrarla küresel hegemonya peşinde koşmadığını göstermeye çalışıyor. Sovyet Rusya’nın sahip olduğu ideolojik bir karşıtlık söz konusu değil. ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin sürekli tahriklerine ve erken doğum yaptırma çabalarına rağmen istikrarlı bir şekilde herhangi bir siyasal ve ideolojik söylem kullanmıyor. Bazılarının “Konfüçyüs sabrı” olarak ifade ettiği bu siyasi tutuma göre, Çin mümkünse herhangi bir askeri çatışmaya girmeden giriştiği savaşı kazanmaya çalışıyor. Çünkü muhtemel bir sistemik savaşta savaşın her iki tarafının da büyük bir güç kaybına uğraması kaçınılmaz görünüyor.
KITA AVRUPASI ANGLOSAKSON DÜNYADAN GİDEREK AYRIŞIYOR
Peki Batının küresel güç mücadelesine bakışı nasıl? Kendi içlerinde farklı görüşler var mı?
En azından Anglosakson ülkelerinin iki cepheli rekabet ve çatışmayı göz önünde bulundurdukları ve küresel siyasetlerinin temeli olarak gördükleri anlaşılıyor. Pek çok başka konuda olduğu gibi bu konuda da Kıta Avrupası ülkelerinden ayrışıyorlar. Özellikle Brexit’ten, yani İngiltere’nin AB’den çıkmasından sonra Anglosakson ülkeler ile Kıta Avrupası ülkeler arasındaki ayrışma artmış durumda. Dolayısıyla ikinci bir fark da Batı dünyasındaki ittifakın ve askeri iş birliğinin eskisi kadar tahkim edilmiş durumda olmamasıdır. Rusya-Ukrayna Savaşı öncesinde Fransa gibi bazı Kıta Avrupası ülkeleri NATO’ya olan inançlarını kaybettiklerini açıkça ifade etmişlerdi. Örneğin, daha birkaç yıl önce Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini” diğer bir ifadeyle, ittifakın artık kendileri için bir anlam ifade etmediğini söylemişti. Ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ile birlikte konjonktürel olarak NATO cephesi tahkim edilmiş oldu. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın tahkim ettiği NATO ittifakının Avrupalı devletler için ne kadar dayanıklı ve caydırıcı olduğunu zaman gösterecek. Ancak görünen o ki kıta Avrupa’sındaki ülkelerin, NATO’nun geleceğini tartışmaya devam etmeleri kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan, Kıta Avrupası ülkelerin AB bağlamında bir güvenlik kurumu oluşturmak istedikleri de sır değil. Başını Fransa ile Almanya’nın çektiği PESCO projesinin yeniden canlandırılma ihtimali bulunuyor.
Üçüncü fark ise bir öncekinden farklı olarak, Batılı devletlerin kendilerini bir arada tutacak ve tutkal görevi görecek bir ideolojiden mahrum olmalarıdır. Bugün itibarıyla Batılı devletlerdeki hakim ideoloji liberalizm değil aşırı milliyetçiliktir. AB gibi bölgesel bütünleşmelere ve küreselleşme süreçlerine karşı çıkan bu ideoloji, Batılı devletler arasındaki iş birliğini de ciddi bir şekilde tehdit ediyor. Yabancı düşmanlığı, mülteci karşıtlığı, siyah karşıtı ırkçılığı, İslam düşmanlığı, çoğulcu demokrasi korkusu gibi dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı fikirlerden beslenen aşırı sağcı ve aşırı milliyetçi fikirleri savunan hükümetler ve siyasetçiler, içe kapanmayı ve krizlere tek yanlı müdahil olmayı dış politikalarının temeli olarak görüyorlar.
Böyle bir vasatta Batılı devletlerin birlikte hareket etme ihtimali de düşüyor. Daha doğrusu, bugün itibarıyla ortak bir düşmanlarının olduğunu söylemek bile pek mümkün değil. Örneğin, Rusya ile ilişkilerinde Anglosakson ülkeler daha şahin bir kanadı temsil ederken, enerji ve ticaret konularında Rusya’ya bağımlı Kıta Avrupası ülkeler daha ılımlı bir tavır sergiliyor. Menfaatlerin ayrışmasına paralel olarak dış politikaları ve askeri stratejileri de ayrışmaya başladı. ABD’nin baskın tavrı olmazsa Avrupalı devletler daha bağımsız hareket edeceklerdi. Ancak Almanya dahil bütün Avrupalı devletler hala ABD’den bağımsız bir küresel siyaset izlemeye çekiniyorlar.
Dışlayıcı, müdahaleci ve karşı taraf(lar)ın rızasını alma ihtiyacı hissetmeyen bu siyasetin bir sonucu olarak Batılı olmayan devletlerin Batılı devletlere güveni büyük ölçüde azaldı. Bu da mevcut küresel rekabetin yeni ve farklı bir boyutunu gözler önüne seriyor. Batılı devletler ne küresel sistemi yönetmeyi ne de Çin gibi başka devletlerin yeni bir hegemon güç olarak ortaya çıkmasını istiyor. Bir taraftan, mevcut uluslararası sistemin işleyişi Batılı devletlerin aleyhine gelişiyor. Sistemin işleyişi için maliyete katlanmayan devletler, Batılı devletlerle aralarındaki kalkınma ve güçlenme farkını kapatmaya başladılar. Batı dışı devletlerin dünya ekonomisinden aldığı pay büyük oranda artarken Batılı devletlerin payı düşüyor.
Farklardan dördüncüsü, günümüzde yaşanan en önemli sorunlardan birisi, uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması ve uluslararası ticaret rejiminin korunması gibi küresel kamusal malların temininde sıkıntılar yaşanmasıdır. Bu sorunun temelinde, ABD dahil olmak üzere Batılı devletlerin küresel sistemin mevcut işleyişinden memnun olmamaları yatıyor. Çünkü mevcut uluslararası sistemin işleyişi artık Batılı devletlere hizmet etmiyor. Mesela, Dünya Ticaret Örgütü’nün uyguladığı serbest piyasa ilkeleri artık Batılı devletlere hizmet etmediğinden komünist Çin gibi Batılı olmayan devletler, ABD gibi Batılı devletleri uluslararası ticaret rejiminin ilkelerini ihlal ettiği için şikayet etmektedir. Batılı devletler eskiyle kıyaslandığında çok daha korumacı bir ticaret politikası izliyorlar. ABD-Çin arasındaki ticaret savaşının bir boyutu da budur.
BATI, KENDİ YANINDA YER ALAN DEVLETLERDE BİLE GÜVENİLİRLİĞİNİ KAYBETTİ
Bugün uluslararası sistemin işlevsiz bırakılmasından en fazla etkilenen alanlar hangileridir?
Uluslararası sistemin işleyişinden memnun olmamak sadece uluslararası ticaret ile de sınırlı değil. ABD, kurucusu olduğu BM’nin aldığı kararları uygulamamakta, hatta UNESCO gibi bazı ihtisas kuruluşlarından çekilebilmektedir. Varlığı zaten tartışmalı olan BM’nin ABD tarafından dikkate alınmaması örgütün etkililiğine ilave bir darbe anlamına geliyor. Bu yönüyle, ABD sadece geleneksel Batı karşıtı devletleri değil, Batının yanında yer alan devletleri de ötekileştirmeye, en azından onlar nezdindeki güvenilirliğini kaybetmeye başladı. ABD ve Batılı müttefikleri, sadece Çin ve Rusya gibi devletlere değil, bu devletlerle diyalog içerisinde bulunan Ortadoğulu ve Afrikalı pek çok devletle de ilişkilerini yeniden tanımlaya çalışıyor.
Küresel kamusal malların temini için kurulan Batı ağırlıklı oligopolistik G-7 platformu dünyanın en gelişmiş yedi liberal kapitalist devletini bir araya getiriyor ve küresel ekonomi politik sisteminin işleyişini sağlamaya çalışıyor. Ancak son dönemde G-7’nin yetersiz kaldığını gören ve bu oligopolistik yapıyı genişletmeye mecbur kalan Batı, Batı dışı devletleri de dahil ettikleri G-20 platformunu oluşturdular. Bu kurumun özellikle yıllık toplantıları küresek ekonomik ve siyasal sistemin işleyişi hakkında önemli kararların alındığı bir platform oldu.
ORTADA DOLAŞAN ÜLKELER ALTERNATİF YENİ OLUŞUM GAYRETİNDELER
Küresel güç rekabetinin şiddetlenmesi diğer devletlerin politikalarını nasıl değiştiriyor?
Batılı ülkeler ile Çin ve Rusya arasında giderek artan küresel rekabet ve çatışma ortamında bölgesel ve küresel pek çok aktör görece daha tarafsız bir siyaset izliyor. Hindistan ve Pakistan gibi Güney Asya ülkeleri; Brezilya ve Arjantin gibi Latin Amerika ülkeleri, İran, Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan gibi Ortadoğu ülkeleri ve Güney Afrika Cumhuriyeti, Etiyopya ve Nijerya gibi Afrika’nın başat ülkeleri günümüzde daha ortada bir konumda yer alıyorlar. Bu devletler bir taraftan hala bağımlı oldukları Batılı devletlerle geleneksel ilişkileri devam ettirirlerken; diğer taraftan da Batılı devletlerin bölgesel küresel projelerine karşı çıkarak alternatif oluşumlarda yer alma gayretindeler.
Bundan dolayı, bu devletler Batılı ülkelerin öncülük ettiği ve hala yönlendirdikleri uluslararası örgütlere ve kurumlara alternatif kurumlar ortaya çıkartırken, ortada dolaşan devletler kendilerine, başını daha çok Çin’in çektiği alternatif kurumlarda yer buluyorlar. Çin’in öncülük ettiği kurumların başında, Rusya ile birlikte kurdukları Şangay İşbirliği Örgütü gelmektedir. Bu iki devlet bile iş birliği yapmaları durumunda Batılı devletlere en büyük askeri tehdidi oluşturabilecek kapasiteye sahiptirler. Öte yandan Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika gibi dünyanın en güçlü bazı devletlerini yanına alarak BRICS’in kurulmasına öncülük etti. Belki daha da önemlisi, Batılı devletlerin kurulmasına öncülük ettiği en önemli kurumlardan olan IMF ve Dünya Bankası’na alternatif olarak Çin’in kurduğu Asya Altyapı Kalkınma Bankası’dır. Daha şimdiden 50 civarında devletin üye olduğu bu kuruluşun merkezi Çin’in başkenti Pekin’dedir. Görüldüğü gibi Çin merkezli alternatif kurumların kurulması, Çin öncülüğünde gelecekte kurulabilecek uluslararası sistemde kullanılabilecek önemli araçlar olarak ön plana çıkıyor. Çin’in giderek bir ekonomik ve finansal cazibe merkezine dönüşmesi Batılı devletlerin etkililiğini daha da zayıflatacak ve böylece ortada kalan devletlerin giderek daha fazla Batı’dan bağımsız siyaset izlemeleri sağlanmış olacaktır.