Türkiye, hem cumhuriyetin yüzüncü yılı hem de bu yüzyılın Türkiye Yüzyılı ilan edilmesi nedeniyle tarihi bir seçimin eşiğinde. Bu seçimi tarihi yapan faktörler arasında, sadece iki farklı yüzyıllık kesişme değil, bu kesişmelere paralel yürüyen bir ulusal ve küresel derin ayrışma ve hesaplaşma da bulunuyor. Kavga da küresel düzeyde ABD’nin başını çektiği tek kutuplu dünyacılarla çok kutuplu dünyacılar arasında geçiyor.
Bunun her ülkenin içine yansıyan boyutunda ise küreselci ve millici ayrışması yer alıyor. Bugün Türkiye’deki siyasi mücadele, bu açıdan çok çarpıcı bir örnek olarak çıkıyor karşımıza. Bir yanda Batıcı eski Türkiye’yi temsil eden vesayetçi partiler ve güçler var, öte yanda kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, bağımsız hareket etmek isteyen “Yerli ve Milli” yeni Türkiye güçleri… Bu iki güç arasında son 20 yılı kapsayan derin siyasi mücadelede son aşamaya gelindi.
Bu yüzden önümüzdeki 14 Mayıs seçimleri, normal partiler arası “demokratik” bir yarıştan çok gayri nizami harbin, PKK ve FETÖ gibi silahlı terör örgütlerinin de kullanıldığı bir “iç savaş” provası gibi.
Anlayacağınız sert bir seçim mücadelesine tanık olacağız. Her yolun mübah sayıldığı, bütün küresel aparatların devreye sokulduğu her türlü yalanın siyaset olarak sunulduğu bir seçim süreci bu…
Yakın tarihte darbe dahil her yolu denedikleri için de tek çareleri bu seçimi kazanmak.
Bu nedenle küresel güç merkezleri, Türkiye’deki seçimleri “yüzyılın en önemli seçimi” olarak niteledi.
Şimdi gelin küresel güç merkezlerinin böylesine önem verdikleri bu seçimde, kimlere neden yatırım yaptıklarına biraz daha yakından bakalım.
İlk sırada hiç kuşkusuz 2010’da “Kaset Operasyonu” ile CHP’nin başına getirilen Kemal Kılıçdaroğlu var. Onu sürecin en önemli ayağı ve görünürdeki “siyaset mühendisi” olarak nitelemek yanlış olmaz. Kurgunun ikinci ayağında, yüzde 65’lik klasik sağ bloku bölen İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener yer alıyor. “Laik milliyetçilik” üzerinden Batıcı blokun oluşmasında kritik bir rolü var Akşener’in… Batıcı blokun üçüncü ayağında ise AK Parti’den kopan veya o çizgi içinde değerlendirilen küçük Batıcı muhafazakar partiler var. Tek işlevleri muhafazakar sosyoloji nezdinde Kılıçdaroğlu’na meşruiyet sağlamaktı.
HDP’yi SHP-CHP Hattı Büyüttü
Bütün bu oluşumun kilit partisi ise terörle bağını koparmamakta ısrar eden HDP yani yeni adıyla Yeşil Sol Parti. Kandil-Selahattin Demirtaş ikilisinin yönlendirdiği bu partiler, bugün artık altılı masanın vazgeçilmezleri arasında. Onların bugünkü pervasız noktaya gelişlerinde Kılıçdaroğlu ve CHP’nin büyük katkısı var.
Tıpkı 1991’de yapılan seçimlerde o günkü CHP diyeceğimiz SHP’nin, PKK’nın siyasi ayağı partiyle ittifak yapması gibi. Bu ittifak, SHP’yi çöküşe götürürken, PKK’yı da meşrulaştıran bir rol oynamıştı. Bu gerçeği Öcalan, kendisini sorgulayan Atilla Uğur’a şöyle anlatmıştı “O güne kadar köylüler PKK’lıları köylerine sokmuyordu. DEP, SHP’yle ittifak yapınca halk meşru kabul etti ve PKK büyük sıçrama yaptı.”
Şimdi o günden bugüne dönelim; Başkan Erdoğan’ın “silahların bırakılması” için 2012 sonunda başlattığı çözüm sürecini sadece ABD ve Kandil baronları değil, o günün HDP yönetimi de istemedi.
HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş, bugün HDP listelerinden aday olan Hasan Cemal ve Cengiz Çandar dahil HDP yönetimi de PKK’nın silah bırakmasını istemedi ve çözümün karşısında yer aldı.
Ama çok daha vahim olan cumhuriyeti kuran CHP’nin de aynı rolü üstlenmesiydi.
Bugün yedili koalisyonun cumhurbaşkanı adayı olan Kılıçdaroğlu, o gün sadece çözümü sabote etmedi aynı zamanda HDP’nin terörle bağını koparmayan bir parti olarak ayakta kalmasında da ciddi rol oynadı.
Hatırlayın 7 Haziran 2015 seçimlerinde CHP, “Her evden bir oy HDP”ye diyerek tarihinde ilk kez HDP’nin yüzde 10 barajını geçmesini sağladı. Bu tarihi bir kırılma noktasıydı. Kılıçdaroğlu sadece AK Parti karşıtlığıyla HDP’nin PKK’yla ilişkisine göz yumdu ama istediği sonucu da alamadı. Kandil, CHP desteğini de HDP’nin “Türkiyelileşme” siyasetini de çöpe attı.
Buna rağmen CHP ve Kılıçdaroğlu, arkasında yüzde 50 halk desteği olan AK Parti’yi düşmanlaştırırken, terör örgütü PKK’yı HDP üzerinden meşrulaştıran bir siyaset izledi.
Bu CHP’yi HDP-PKK hattına mahkum eden bir siyasetti.
HDP de bu siyaseti devam ettirmek için iddialı olmadığı büyük şehirlerde CHP’ye açık destek verdi. Bunun bedelini de mevki makamdan çok PKK’nın meşru siyasetin parçası yapılmasıyla aldı.
Bu, oy ilişkisinin ötesinde siyasi bir ilişkiydi ve küresel güç merkezlerince de desteklendi.
CHP’nin, 2023 seçim stratejisi de bu sürece paralel bir mantıkla ele alındı ve giderek daha açık yürütülür oldu. Nasıl ABD, terör örgütü ilan ettiği PKK’yla müttefik olduysa, CHP de PKK’yla ilişkisi malum HDP’yi altılı masaya monte ederek bunu yaptı.
Doğal olarak da HDP ve PKK’nın önünü açtı. Ve öyle bir hava oluştu ki artık HDP ve PKK, altılı masaya rota çizen pervasız bir noktaya geldi.
Pervin Buldan, “İkinci yüzyılın aktörü onlar değil, biz olacağız” derken, Ahmet Türk, Öcalan’a af istiyor, Sırrı Süreyya Önder; CHP’lilerin gözünün içine baka baka, “Yüzyıllık avans”tan söz ediyordu.
PKK’nin Kandil’deki baronları ise hem “bittik” diye feryat ediyor hem de “faşist” ilan ettikleri seçilmiş iktidardan kurtulmak için açık açık Kılıçdaroğlu’na destek vereceklerini söylüyordu.
CHP, HDP’ye Can Suyu Olmasaydı
Oysa 15 Temmuz sonrası FETÖ’den kurtulan güvenlik güçlerinin yürüttüğü terörle mücadele PKK’yı bitme noktasına getirdi. Suriye ve Irak’a yönelik sıcak operasyonlarla bu mücadele daha da derinleşti ve PKK nefes alamaz oldu. Doğu ve Güneydoğu’da da buna paralel olarak PKK desteği olmayan HDP giderek yalnızlaşıyordu. Artık sokakları yakıp yıkan, kepenkleri kapattıran bir PKK olmadığı için mahalle baskısıyla halkı susturan bir HDP de yoktu.
Sivil itirazın çarpıcı örneği Diyarbakır Anneleri, bu siyasi zeminde ortaya çıktı.
İşte Kılıçdaroğlu, AK Parti’yi düşmanlaştıran HDP’yi de koruyan siyasetiyle, bu siyasi zemini tam tersine çevirdi. HDP’ye can suyu oldu. Akşener de, altılı masanın diğer partileri de buna destek verdi.
Böylece HDP, altılı masanın kendisine mahkum olduğundan hareketle pervasız bir siyaset izlemeye başladı. Talep etmediği şey kalmadı.
Bu tablo Türkiye’nin geleceği açısından ciddi bir risk taşıyor.
Seçimi Başkan Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın kazanması siyasi riski en aza indirse de tehdit bitmiş olmayacak. CHP’nin makulleştirdiği HDP-PKK hattı ABD, FETÖ ve içerideki marjinal gruplarla boş durmayacak. Kılıçdaroğlu’nun ilk kez “Ben de Aleviyim” demesi de bu fotoğrafı tamamlıyor.
Ama asıl büyük risk seçimi Kılıçdaroğlu’nun kazanması halinde ortaya çıkacak. O durumda PKK-HDP hattının nasıl durdurulacağına ilişkin ortada hiçbir ipucu yok. Elinde silah olan PKK’nın demokrasi havarisi kesilmeyeceği de çok açık. Arkalarına aldıkları ABD’yle hangi pazarlığı dayatacakları da gizli saklı değil.
Bu sürecin riskini silahların gölgesinde demokrasi hayali kuranlar hesap etmese de vatandaş etmek zorunda. Çünkü bedelini sadece “demokrasi güçleri” yalanını uyduranlar değil herkes ödeyecek.