20.yüzyılın yıkıcı savaşlarının gölgesinde geçen kasvetli bir siyasi tarihin ardından, 21. yüzyılın ikinci çeyreği, aşina olduğumuz tamlamaların güncel sürümlerini tarih sahnesine ekliyor. Soğuk Savaş 2.0, Yeni Soğuk Savaş, Büyük Güç Rekabeti vb. farklı tanımlarla ifade edilen içinde bulunduğumuz konjonktür, özellikle son zamanlardaki Ukrayna krizi ışığında uluslararası aktörlerin bir önceki yüzyıldan kalma mücadelesinde, eski ancak unvanını yeniden kazanmaya kararlı bir oyuncuyu ön plana çıkarıyor: Çin Halk Cumhuriyeti.
Pek çok uzman tarafından Rusya’nın önemli bir müttefiki, NATO tarafından uluslararası sisteme yönelik meydan okuyucu ve ABD tarafından ulusal güvenliğe yönelik ciddi bir tehdit olarak görülen Çin, özellikle Ukrayna krizinde izlediği politikalar neticesinde merakla takip edilen aktörlerden biri haline geldi. Yeni dünya düzeninin potansiyel kutuplarından biri olarak görülen Çin’in, bilhassa Avrupa perspektifiyle 21. yüzyılın en büyük felaketleri arasında görülen Ukrayna krizinde izlediği stratejiyi incelediğimiz zaman; uluslararası normların etrafında şekillenen aynı zamanda pragmatik ihtimalleri ön plana koyan gri adımlarla karşılaşmaktayız.
Burada vurguladığımız griliğin sebebi Çin-Rus ilişkilerinin hissedilen yakınlığıyla Ukrayna krizi sürecinde uygulanan Çin stratejilerinin birbiriyle paralellik göstermemesinden kaynaklanıyor. Bu kapsamda iki ülke ilişkilerine bakıldığında, Çin ve Rusya’nın birbirini “müttefik” yerine “kapsamlı stratejik ortak” olarak tanımladıklarını vurgulamakta fayda var. Çin Dışişleri sözcüsü Wang Wenbin’in ifadesiyle bu ortaklık ittifak etmemeyi, çatışmamayı ve herhangi bir üçüncü şahsı hedef almamayı içeriyor. Bu tanımlar iki ülke arasına belirli bir mesafe koysa da Çin tarzı uluslararası sistemin hiyerarşik olduğu ve başında da bizzat Çin Medeniyetinin bulunduğu düşünüldüğünde, söz konusu mesafenin yalnızca Rusya’ya özgü olmadığını görebiliyoruz.
Diğer taraftan Çin-Rusya ilişkilerinin özellikle 2014’ten itibaren ivmelendiği; savunma, enerji, teknoloji ve ticaret alanında Putin’in de ifade ettiği gibi son yıllarda tarihi seviyelere ulaştığı ortada. Bilhassa Putin’in Pekin Olimpiyatları kapsamında gerçekleştirdiği Çin ziyaretinin ardından, iki ülke liderinin yayınladığı ortak açıklama, uluslararası sisteme yönelik deyim yerindeyse bir manifesto niteliği taşıyor. İlgili metinde iki ülke arasında Soğuk Savaş döneminin askeri ve siyasi ittifaklarından bağımsız, yeni bir ilişki türü geliştirildiği vurgulanırken, bu ilişkide “sınırların” ve “yasaklı iş birliği alanlarının” olmadığının altı çiziliyor. Çin-Rusya ilişkilerinin zirve noktasına ulaştığının kanıtı olan bu metinde, Ukrayna’dan söz edilmemiş olsa dahi NATO’nun genişlemesinin oluşturduğu tehdit algısından, Tayvan’ın Çin’in bir parçası olduğundan ve tek taraflı yaptırımların uluslararası düzene getirdiği istikrarsızlıklardan açıkça bahsedilerek aslında iki ülkenin hassasiyet gösterdiği tüm noktalara tek tek parmak basılıyor. Çin-Rusya yakınlığının yansıtıldığı bu atmosferin üzerinden geçen kısa sürede, bugünlerde Çin’in Ukrayna krizinde uyguladığı ikircikli stratejinin nedenleri ve bu stratejinin geleceği sorusu akılları kurcalıyor.
Ukrayna Krizinin Çin-Rusya Ekseninde Neler Oldu? Çin Stratejisini Şekillendiren İhtimaller Nelerdir?
Çin’in Ukrayna Krizi sürecinde uyguladığı dış politika stratejisine yönelik öngörüleri birkaç temel eksen etrafında toplamak mümkün. “Çin’in Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etme planından haberi var mıydı?” sorusuna cevaben öne sürülebilecek ilk potansiyel yanıt ‘Evet’dir. Bu doğrultuda yöneltilen iddia Çin’in tüm süreçten haberdar olduğu, Putin’in Pekin Olimpiyatlarının açılışı vesilesiyle gerçekleştirdiği ziyaret esnasında iki lider arasında konunun masaya yatırıldığı, sürecin başlatılması için olimpiyatların bitişinin beklendiği (2007 Pekin Olimpiyatları Rusya’nın Gürcistan’ı işgaline denk geldiğini ve Çin’in bu durumdan rahatsız olduğunu hatırlayalım) hatta bu sebeple sürece dikkat çekmemek adına 4 Şubat’taki ortak bildiride Ukrayna’dan bahsedilmediği yani kısaca Rusya’nın işgal niyetini Çin’e açıkça bildirdiği yönünde şekilleniyor.
Bu görüşü destekleyen argümanları sıraladığımızda ilk sırada Çin’in süreci “işgal” olarak tanımlamamak yönündeki direnci ile karşılaşıyoruz. İkinci olarak BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul kararlarında tüm dış baskılara rağmen Çin’in çekimser kaldığını görmekteyiz. Üçüncü olarak Wang Wenbin’in Ukrayna krizi sürecinde bir sorumlu aranması gerekiyorsa bunun ABD olduğu aynı zamanda NATO’nun sürekli genişlemesinin Rusya’yı bu şekilde davranmaya ittiğine dair suçlamalarını ekleyebiliriz. Dördüncü sırada Rusya’nın meşru güvenlik endişelerinin Çin tarafından anlayışla karşılandığına dair yapılan açıklamaları ve son olarak Çin’in Rusya’ya uygulanan yaptırımlar da dahil olmak üzere tüm tek taraflı yaptırımların karşısında olduğu açıklamasının yanı sıra Ukrayna krizi öncesi yüksek miktarda tahıl stokladığı iddiaları çerçevesindeki gelişmelerin geneli, Çin’in Rus işgalinden haberdar olduğu görüşünü destekler nitelikte kanıtlar sunmaktadır.
Bu savlar karşısında, Rusya’nın işgal planından haberdar olan Çin’in, niçin tamamen Rusya’ya destek olmak yerine belli-belirsiz bir duruş sergilediği sorusuna yanıt, Çin karakteristiğinde aranmalıdır. Uluslararası toplum tarafından anlaşılmaya çalışılan bir aktör olarak Çin’in dış politika karakteristiği “barış içinde bir arada yaşama”, “tüm insanlık için ortak gelecek”, “devletlerin iç işlerine karışmama”, “ülkelerin egemenliklerine ve toprak bütünlüklerine saygı” kavramları temelinde şekilleniyor. Özellikle Üçüncü Dünya ülkeleriyle kurulan ilişkilerde bu söylemlerle bir bağ kurulduğu için Rusya’nın niyetinden haberdar olunsa dahi bu faaliyetlere açık biçimde destek vermek özellikle uluslararası toplumda çok taraflı bir konum elde edinmek isteyen bir ülke için riskli bir adımdır. Bunun yerine Çin’in biraz daha orta yolcu bir çizgi çizerek, uluslararası topluma karşı uluslararası hukuku önceleyen, adil ve tarafsız bir devlet imajı çizmek üzere dış politikasını kurguladığını söyleyebiliriz. Aynı zamanda tüm dünya ile ekonomik bağlar kuran bir ticaret devleti olarak Çin’in Rusya’ya alenen destek vermesi durumunda karşılaşacağı yaptırımlar silsilesi, Rusya’nın hissettiğinin yanında hem Çin hem küresel sistem açısından çok daha yıkıcı olur. Böyle bir ihtimal, bir yanda pandemi ve ekonomik krizle uğraşan Çin için göze alınamayacak bir risktir.
Çin: Oyun Kurucu mu, Manipüle Edilen mi?
Sürece farklı bir açıdan bakmak istersek, Çin’in Ukrayna krizindeki davranışlarını şekillendiren bir başka öngörü Rusya’nın oyun kurucu olduğu ihtimaldir. Buna göre, 4 Şubat’ta yayınlanan ortak bildiride belirtildiği gibi Rusya’nın NATO kaynaklı güvenlik endişeleri Çin tarafından anlayışla karşılanmaktadır. Bu endişelerin yanı sıra ABD’nin Çin ve Rusya’yı revizyonist devletler olarak aynı potaya koyması sebebiyle iki ülkenin ABD kaynaklı baskılara karşı ortak mücadele konusunda fikir birliğine vardığı düşünülebilir. Ancak iki ülke arasında esen bu bahar havası esnasında Çin’in Rusya tarafından manipüle edildiği iddia edilmektedir. Bu sebeple temel öngörü; Çin’in Ukrayna işgalinde Rusya’ya destek veren ve süreçten haberdar bir ülke olmadığı halde tam tersi şeklinde yansıtılarak kısaca Rusya tarafından oyuna getirilerek hazırlıksız yakalandığı ve aslında Ukrayna işgalinden bihaber olduğu ihtimali üzerine yoğunlaşmaktadır.
Bu görüşün temel argümanlarına; ilk olarak Kiev’deki Çin Büyükelçiliği’nin işgalin ilk gününe kadar vatandaşlarına Ukrayna’nın güvenli olduğu yönünde ilettiği mesajlardan ve Ukrayna’da yaşayan Çinli vatandaşların işgalin başlamasına rağmen bölgeden çıkartılamamış olmasından ulaşmak mümkündür. Ek olarak Çin’de bulunan akademisyenler ve dış politika uzmanları dahil büyük çoğunluğun tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Rus işgaline hiçbir şekilde ihtimal vermediklerini basın-yayın organlarında sıkça ifade ettikleri gerçeği ikinci destekleyici argümanı sunmaktadır. Üçüncü olarak Çin’in BM’deki oylamada Rusya’nın yanında yer alıp veto oyu kullanmak yerine çekimser kalarak aslında Rusya’ya olan tepkisini gösterdiği yorumu, dördüncü olarak işgalin ikinci gününde Çin’e ait devlet bankalarının Rus mallarının finansmanına kısıtlamalar getirmesi ve son olarak her ne kadar Rusya’nın gerçekleştirdiği kuvvet kullanımına “işgal” denilmemiş olsa da Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün korunması ve egemenliğine yönelik tüm süreçlerde Çin’in Ukrayna’nın yanında olduğuna dair açıklamaların geneli üzerinden ulaşılabilmektedir. Bu doğrultuda Rusya tarafından kandırılan Çin, bu durumdan huzursuz olsa dahi “sınırsız ortağı” olarak tüm dünyaya ilan ettiği Rusya ile yolun yarısında ayrılmak yerine tepkisini Rusya’nın gerçekleştirdiği işgal girişiminin tam anlamıyla arkasında durmayarak ve Rusya’ya kapsamlı destek vermeyerek göstermektedir.
Çin’in Ukrayna krizindeki davranışlarını açıklamak üzere kurgulanan bir başka öngörü ise bu kez Çin’in oyun kurucu olduğu bir sahneyi karşımıza çıkarıyor. Çin-Rusya ilişkilerinin özellikle Rus işgalinden birkaç hafta önce yaşadığı zirve düşünüldüğünde, ki bunun en net dokümanı sıkça bahsettiğimiz 4 Şubat’taki ortak açıklamadır. Bu açıklamada ülkeler birbirlerinin güvenlik endişelerini anlıyor ve farklı bir dünya düzenine birlikte yürüdüklerini ilan ediyorlardı. Bu atmosfer Rusya’nın işgal planına Çin tarafından tam destek verilmesini sağlamış olabilir.
İbrenin tersine döndüğü nokta, işgal sürecine kadar tam destek veren ancak işgalin ardından kademeli olarak geri çekilen bir Çin portresinde ortaya çıkıyor. Daha önce de belirttiğimiz üzere bu iki ülke birbirini müttefik değil kapsamlı stratejik ortak olarak tanımlamaktadır ve siyasi tarihlerinde birbirleri ile olan ilişkileri günlük güneşlik geçmemiştir. Her şeyin ötesinde 4 bin kilometrelik bir sınırı paylaşıyorlar ve geçmişleri, çatışmalar ve yarı yolda bırakılmışlıklar içeriyor. Bu durumda nihai bir Rus zaferi, aslında Çin’in çıkarlarına tam anlamıyla hizmet etmeyecektir. Aynı zamanda Rusya’nın şu an Ukrayna sahası içinde bulunduğu durum, hibrit savaş denilen ciddi bir yıpratma savaşına dönüşmüş durumda.
Çin üst perdeden hala Rusya ile dostluğunun “demir kaplı” olduğunu ilan ediyor olsa da alt perdede, 2020’de 15 milyar doları aşan ikili ticaret kapasitesine sahip ve Kuşak Yol İnisiyatifinde kilit rolü bulunan Ukrayna’nın istikrarsızlığa sürüklenmesine göz yumma sebebi; Ukrayna sürecinde girdaba kapılarak gücünü kaybeden bir Rusya olabilir. Yukarıda bahsedilen öngörülerin çeşitlendirilmesi mümkün olmakla beraber, Çin-Rus ilişkilerinde temel tetikleyicinin ABD olduğunu ve Çin’in ilk kez, biri Pekin'in en yakın stratejik ortağı olan Rusya, bir diğeri Avrupa’ya açılan kapısı olan Ukrayna olmak üzere iki ülkenin karşı karşıya geldiği tam ölçekli askeri çatışmada er ya da geç konumunu belirlemek zorunda kalacağı muhtemeldir.
Ukrayna Krizi Gölgesinde Tayvan’ın Durumu
Rusya Ukrayna’ya saldırırken uzun süre gündemi meşgul eden bir başka soru da fırsattan istifade “Çin Tayvan’ı işgal eder mi?” sorusuydu. Çin bu soruya Ukrayna ve Tayvan’ın aynı örnekler olmadığı tepkisiyle yanıt verdi ve ekledi; “Tayvan zaten Çin’in bir toprağı!”
Burada altının çizilmesini gerekli gördüğüm nokta, Rusya’nın dış politika karakteristiği ile Çin’inkinin birbirinden çok farklı olduğu gerçeğidir. Son yirmi yıldır uluslararası arenada görünürlük kazanan ve uluslararası toplumun tanımaya/anlamaya çalıştığı bir ülke olan Çin’in temel dış politika ilkeleri, yukarıda bahsettiğimiz uluslararası hukuk odaklı hassasiyetler paralelinde ilerliyor. Aynı şekilde ekonomik bağlarını geliştirdiği, özellikle yarı-çevre ve çevre ülkeler tarafından kabul görmesinin temel sebebi, bu ülkelerin Batı’nın yaraladığı taraflarına elinde merhemle gitmesidir. Yani bu ülkelere iç işlerine karışmama, kazan-kazan, sömürgeciliğe karşı ortak duruş söylemleriyle yaklaşmaktadır.
Böyle bir imaj algısında olan, askeri gelişimi ekonomik kalkınmasına bağımlı bir ülke için Tayvan işgali, Çin’e yönelik ciddi soru işaretleri doğuracak ve Çin’in ortakları tarafından da sorgulanmasına sebep olacaktır. Aynı zamanda Çinli ünlü savaş stratejisti Sun Tzu'nun öğretilerine göre en iyi askeri operasyonlar; ilk aşamada düşmanın planlarını baltalamak, ardından diplomasiyi kullanmak ve tüm ihtimallerin tükenmesinin ardından düşmanı savaş meydanında yenmektir. Bu öğretilerin ışığında Tayvan’da yaşayan halkın genelinin Han Çinlisi olduğu ve Tayvan’a yönelik bir işgalin iç politikada olası tepkiler doğurma ihtimali ve ABD’nin Tayvan konusunda yaptığı askeri yatırımların yanı sıra son iki yılda başını Baltık ülkelerinin çektiği AB ülkeleri arasındaki “demokratik Tayvan” farkındalığı düşünülürse; Tayvan’a yönelik 1996’daki askeri kuvvet kullanımı girişiminin ardından oturtulan diplomatik odaklı mücadelenin sürdürüleceği görüşü ağır basmaktadır. Ancak yine de burada iki önemli noktayı atlamamakta fayda var; ilk olarak Ukrayna krizi Tayvan meselesinde Çin’e küçük devletlerin tek lokmada yutulamayacağı gerçeğini göstermiştir. Aynı zamanda tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi Tayvan’da halihazırda başlamış olan ulusal birlik bilinci bu krizle birlikte daha da hızlanmış ve Tayvan’ın askeri stratejilerine gösterilen önemin dozu Taipei yönetimi tarafından arttırılmıştır. İkinci olarak her ne kadar Çin’in Tayvan’ı işgali yakın gelecekte mümkün görülmese de “Çin Rüyası” olarak adlandırılan Çin’in ulusal gençleşmesinin sağlanabilmesi için Tayvan’ın nihayetinde anakaraya bağlanması şartını ve bu durumun Çin için kırmızı çizgi olduğu gerçeğini unutmamakta fayda vardır.
Tüm bu gelişmeler ışığında, bir taraftan Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik kuvvet kullanımına “işgal” tanımlaması yapma noktasında çekimser kalırken, diğer tarafta uluslararası hukukun temel normlarının önemini vurgulayan tek taraflı yaptırımları eleştirerek bunun yerine diyalog çağrısında bulunan aynı zamanda alenen Rusya’ya askeri ve teknik destek vermekten geri duran kararsız bir Çin Halk Cumhuriyeti portresi ile karşı karşıyayız. Çin tarafından gerçekleştirilen açıklamaların neredeyse tamamında, Rusya’nın kuvvet kullanımı kararına kendisinin varmadığını, NATO kayıtsızlığı ve ABD paranoyası tarafından itildiğini belirterek bu iki aktörü hedef gösteren hatta ABD’nin özellikle Afganistan, Irak, Suriye deneyimlerine ve dünya genelinde insan haklarına yönelik başarısızlıklarına atıf yaparak uyguladığı politikalara eleştiriler yönelten Pekin yönetimini izlemekteyiz.
Söz konusu yönetim, bir taraftan Rusya’ya uygulanan Batı yaptırımları karşısında dehşete düşerek, Çinli diplomatlar aracılığıyla AB ile iyi ilişkileri sürdürme yönünde açıklamaların tonunu yükseltirken diğer taraftan Rusya ile ticari ilişkilerinde Çin Yuanı’nın kullanımını artırarak AB yaptırımlarının Rusya’ya olan sarsıcılığını azaltmayı tercih etmektedir. Aynı yönetim bir yandan ABD’nin Çin’e yönelik Rusya’ya silah/MRE (askeri harekatlarda kullanımı kolay hazır yemek) desteği verdiği suçlamalarını keskin biçimde reddetmeyi tercih etmiş ve uluslararası düzenin yanında olduğunu belirtmiştir. Diğer yandan ise Sırbistan’ın NATO’ya yönelik sert söylemlerine destek vermeyi, Çin’de bulunan basın yayın organlarının Rusya’yı haksız gösteren haberler yapmasını engelleyerek dezenformasyon faaliyetlerini sürdürmeyi ve ABD karşıtı bir ittifak şemsiyesi oluşturmak için Ukrayna krizi dahil olmak üzere tüm seçenekleri kullanmayı tercih etmiştir. Önümüzdeki sürecin getireceği gelişmeler belirsizliğini korumakla birlikte Çin’in Ukrayna krizinde uyguladığı karmaşık stratejinin yukarıda ifade edilen ihtimaller kadar Çin’in uluslararası topluma sunduğu uyuşmazlıkların çözümüne yönelik Çin tarzı bir prensip olması da muhtemeldir. Ancak uluslararası sistemin özellikle Ukrayna kriziyle birlikte küreselleşmenin getirdiği kaynaşmadan sıyrılarak saflara bölünmeye başladığı düşünülürse, Çin’in er ya da geç konumunu açıkça belirlemek zorunda kalma ihtimali oldukça yüksektir.