7 Ekim’de HAMAS’ın İsrail’in güneyindeki Gazze Şeridi sınırındaki kibutzlara ve yakındaki bir müzik festivaline saldırmasının ardından bir yıl geçti. Bin 200 kişinin öldüğü ve 251 kişinin rehin alındığı bu saldırı, İsrail’de güvenlikle ilgili temel taşları yerinden oynatmakla kalmadı; Şoa sonrası Yahudilerin yaşadığı en büyük travma olarak Yahudi kolektif hafızasında da yerini aldı. Geçen bir yıl içerisinde İsrail, “savunma hakkını” kullandığını öne sürerek Gazze’de taş üstünde taş bırakmadı, halen de süren İsrail’in saldırılarında 40 binin üzerinde Filistinli hayatını kaybetti. Rehinelerin eve dönmesi ise henüz sağlanamadı. HAMAS’a ders vermek için başlatılan savaş genişledi, İsrail kuzeyde cephe açtı, Yemen’den Husi füzelerinin hedefi oldu, İran ile bölgesel savaş riski arttı. İsrail, uluslararası kamuoyunun vicdanında mahkum oldu. İki askeri üste savaş suçu işlendi ama askerler suçlu bulunmadı. Hukuk erozyona uğradı.
Batı Şeria’da huzur kalmadı, yerleşimci şiddeti arttı. İsrail’de hükümet yetkililerinin cepheyi genişletmek pahasına sürdürdüğü bu çatışma halinin ne İsrail’in güvenliğine ne de toplumsal travmanın atlatılmasına yardımcı olmadığını görenler, geçen bir yıl içerisinde çatışmanın bitmesi ve hükümetin istifası veya politikasını değiştirmesi için sokaklara inerek, ellerinde “busha” (utan) yazılı pankartlarla protesto gösterileri yapmaktan geri durmadılar. İsrail’in hiç de iyi yöne doğru gitmediğini düşünenlerin protestoları hâlâ sürüyor.
Kutuplaşan Siyasetin Yansımaları
7 Ekim’in yıl dönümü de ortaya çıkan bu tutumdan nasibini aldı. Ulaştırma Bakanı Miri Regev’e anma organizasyonu için görev verilmesi, rehine aileleri ve diğer 7 Ekim kurbanları tarafından eleştirildi. Regev’in hazırlayacağı ve güneyde Ofakim’de yapılacak anmaya Gazze sınırındaki topluluklar katılmayacaklarını ilan ettiler. Başkan Isaac Herzog’un, “etkinliği Başkanlık Ofisi gerçekleştirsin, devletin sembolleri etrafında tüm halk birleşsin” şeklindeki önerisi, bu defa Regev tarafından başkanın “taraf tuttuğu” gerekçesiyle eleştirildi. Son tahlilde Tel Aviv’de Yarkon Park’ta alternatif bir anma töreni düzenlenmesi gündeme geldi. On binlerce İsraillinin hükümetin düzenlediğine değil, alternatif anma törenine katılması bekleniyor. Anma etkinliğinin bile alternatifiyle düzenleneceği İsrail’de siyasetin toplumu nasıl kutuplaştırdığı, ortak acıda bile birleşilmesini engellediği gözleniyor. Siyasetin tam da var olan toplumsal kırılmalardan, halihazırdaki fay hatlarından geçiyor olmasının 7 Ekim sonrasında toplumsal krizi de derinleştirdiği bir vakıa.
Zira İsrailli Yahudiler için 7 Ekim’in bir politik gelişmeler serisi olmadığını idrak etmek önemlidir; bu daha ziyade birinci elden tecrübe edilen son derece kişisel bir travmadır. HAMAS militanları dışarıdayken çocuklarıyla güvenli odalarda saklanmak, bir zamanlar güvende hissettikleri evlerini –özellikle güneyde ve kuzeyde– tahliye etmek zorunda kalmak, saldırılarda yakınlarını kaybetmek, gün aşırı siren seslerini duyarak yapmakta olduğu işi bırakıp sığınaklara koşmak gibi durumların öfkeyi ve umutsuzluğu beslemesi kaçınılmazdır.
İsrailliler, adeta daimi bir 7 Ekim kabusunda sıkışıp kaldıklarını hissediyorlar. Hesap vermeyen bir başbakan, iktidarda kalmak için rehineleri, ateşkesi, İsraillilerin güvenliğini gözden çıkarıyor; Gazze’deki yıkıma şahit olan dünyanın İsrail’e ve Yahudilere düşmanlığı giderek artıyor. Ortada tüm ulusu tüketen bir kriz olduğu hissiyatı geçmek bilmiyor. Pink Front adlı bir STK’nın aktivisti olan Kalanit Sharon’un ifadesiyle “Hiçbir şey değişmedi. Her şey çok daha kötüye gitti”.
Toplumsal krizin derinleşmesini siyasetteki dönüşümle birlikte okumak, İsrail’deki vaziyeti anlamak açısından elzemdir. V-DEM Index 2024 raporuna göre, İsrail artık bir liberal demokrasi değil, bir seçim demokrasisi haline gelmiştir. Geçen elli yılda ilk defa böyle bir kategori düşüşünün gözlendiğini belirtmek gerekir. Bu gerilemeyi, tedrici bir süreç olarak görmek mümkündür. İşçi Partisi’nin (Mapai) ülkenin kuruluşundan itibaren neredeyse otuz yıllık iktidarına son veren 1977 seçimleri, çevrenin merkez karşısındaki zaferi olarak selamlanmış, çoğulculuğun adımı olarak görülmüştü. 1977’deki zafer, bugün Başbakan Netanyahu’nun partisi olan Likud’un zaferiydi. O zaman da bu partinin üyelerinin demokratik-liberal bir tutuma sahip olduğunu söylemek zordu. Dolayısıyla bu seçim zaferi, aslında 1967 Haziran Savaşı ile Batı Şeria işgal edildikten sonra bunu Yahve’nin bir mucizesi olarak gören ve bu toprakları geri vermenin ona karşı bir küfür işlemek anlamına geldiğini savunan yeni bir oluşumun siyasetteki ayak sesleriydi.
Gush Emunim ile temsil olunan daha sonra çeşitli oluşumların da dahil olacağı yerleşimci hareketi anlamak, İsrail’deki halihazırdaki koalisyonu, onun politikalarını ve Gazze’deki etnik temizliğe bazı kesimlerce verilen desteği ve şüphesiz İsraillilerin bir kesiminin aylardır bıkmaksızın protestolar ve gösteriler vasıtasıyla verdiği mücadeleyi anlamaya yardımcı olur. Dolayısıyla İsrail’de cumartesi günleri şahit olunan gösterileri ve yürüyüşleri, anlık amaçlarının dışında farklı işlevler yüklenmiş eylemler olarak da görmek mümkündür. Bu açıdan protestoları, Netanyahu’yu Kayzerya’daki konutuna geri göndermeyi ya da rehinelerin geri getirilmesini sağlamak için kolektif bir ses ve talep olarak görmenin yanında; bu gösterileri İsrail’in demokratik –ve Yahudi– karakteriyle varlığını sürdürmesi ve bölgede huzurlu ve adil bir düzenin hakim kılınması için bir umut kaynağı ve çaba olarak görenler de mevcut. Bunun en bariz örneği geçtiğimiz Eylül’de sayıları beş yüz bin olarak tahmin edilen İsraillinin Tel Aviv’deki Kaplan Bulvarında toplanmasıdır. 7 Ekim’den beri ilk defa pek çok İsrailli; rehine anlaşması, ateşkes, Gazze’deki savaşın sonlandırılmasını ve erken seçim talep etmek üzere sokaklara döküldü.
Toplumsal Tepkinin Taşma Sınırı
İsrail tarihindeki en büyük gösterilerden biri olarak kayda geçen bu eyleme dair eleştiriler, bu aktivizmin müzakerelerde İsrail’e baskı yapmak adına HAMAS’ın elini güçlendirdiği şeklinde oldu. Tıpkı Netanyahu liderliğinde ultra milliyetçi-dindar bir koalisyon iktidara geldiğinde ve hukukun üstünlüğüne son verecek bir yargı düzenlemesi paketini Knesset’ten geçirmek istediğinde başlayan gösteriler sırasında Nasrallah’ın bunu İsrail toplumunun çözülüşü ve İsrail’in zayıflaması olarak yorumlaması gibi; sadece Gazze’de değil direniş eksenine karşı varoluşsal bir savaş sürdürmekte olan ülkesini tehlikeye atmak olarak yorumlayanlar da oldu. Savaş zamanında hükümeti protesto etmenin yanlış olabileceği düşüncesi, şimdiye kadar büyük kitlelerin sokağa dökülmesini engellemişti. Gelgelelim HAMAS’ın elindeki altı rehinenin katledilmesi, İsraillilerde hem şok hem öfke doğurdu; umutsuzluk ve çaresizlik arttı. Eğer Netanyahu, rehine anlaşmasında ayak diremeseydi, bu kişilerin evlerine dönebilme ihtimali olacağı dahi bu kesimlerin öfkelerini Netanyahu’ya yöneltmeleri için yeterli bir sebep oluyor. Kaldı ki Netanyahu savaşı sürdürerek ve rehine anlaşmasına yanaşmayarak ülkenin iyiliğinin önüne kendi siyasi çıkarını koymakla itham ediliyor. Öte yandan bu protestoların İsrail siyasetine ve önemli kurumlarına tedrici bir şekilde hakim olan yerleşimci zihniyetine (ayrımcı-dışlayıcı-ultra milliyetçi-dindar) karşı olduğunu da unutmamak gerekir. Gösterilere katılanlar Netanyahu’nun kolluk güçleri üzerindeki yetkiyi, Batı Şeria’daki kundakçı yerleşimcileri temsil eden bir siyasetçiye (Itamar Ben-Gvir) vermesini de kabullenmiyorlar. 2023’teki gösterilerin de benzer bir arka planı vardı. Kitleler, o dönemde de sözü edilen grupların devletin karakterini değiştireceği ve demokratik normların altını oyacağı saikiyle hareket etmişti.
Peki, esasında yeni olmayan bu toplumsal kimlik krizi ile siyasi krizin seyri 7 Ekim sonrası süreçte nereye evrildi? İsrail’in daha demokratik olmadığı ortada; o zaman İsrail toplumuyla ve siyasetiyle artık daha mı şahin oldu? Ya da İsrail toksik bir felsefe, bir ideoloji tarafından esir mi alındı?
“Kalıpların Dışında Düşünen”
Bugün İsrail’de demokratik solun siyaseten iflas ettiğini ancak toplumsal karşılık nezdinde çabalar dahilinde var olduğunu, belki de can çekiştiğini söylemek mümkündür. Bu gerileme açısından dönüm noktası İzak Rabin suikastı olarak işaretlenebilir. Filistinlilerle barışa en yakın olunan zamanda, Başbakanın barış mitingi sırasında aşırı sağcı Yigal Amir tarafından öldürülmesi, Amir’in bu emri Tanrıdan aldığını söylemesi ve “sanki bir Arap teröristi vurmuş gibiyim” şeklindeki ifadesi, yukarıda sözü edilen toksik ideolojinin vücut bulmuş bir hali olabilir. Amir gibi fanatikler, sadece bir başbakanı öldürerek barış ihtimalini baltalamakla kalmadı; 1970’lerden beri özellikle Batı Şeria’da Tanrının toprakları üzerinde pazarlık olmaz şiarından hareketle, onun adına şiddete başvuruyorlar.
Bugün bu toksik felsefenin en göze çarpan tezahürü ise İsrailli yetkililerden bazılarının Gazze’deki Filistinlileri Gazze’nin dışına yerleştirmek ve Gazze Şeridi’nde yeniden yerleşmek şeklindeki düşünce ve talepleridir. Böylesi bir nüfus transferini müzakere etmeyi, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, “kalıpların dışında düşünmek” olarak temize çekmeye çalıştı. Nüfus transferinin de yeni bir fenomen olmadığını belirtmek gerekir. Transfer zaten siyonizme içkin bir olgudur. Ne var ki, özelikle 1967 sonrasında Batı Şeria’da olgunlaşan yerleşimci hareketle beraber 1948 öncesinin bir düşüncesi olarak tarih olmadı. Hatta Gazze savaşından önce bazı sağ kanat İsrailli akademisyenler, düşünce kuruluşlarında çalışanlar ile uzmanlar arasında yeniden yerleşme düşüncesi konuşulan bir husustu. Bu kesimler, Filistinlilerin kolayca ulusal aidiyetlerinden koparılacağını sanıyorlar; bunda Arap devletlerinin yapay olduğu ve egemenlik olgusunun içselleştirilmediği şeklindeki inanışın payı olduğu söylenebilir. Yani, bu kişilere göre Filistinlileri Sina’ya veya Ürdün’e göndermek mümkün olabilirdi. Son tahlilde Gazze’deki savaş, bu düşüncelerin yüksek sesle dillendirilmesi için bahane oldu.
Bu noktada idrak edilmesi gereken, son seçimlerle koalisyona üye olarak iktidara gelen bu zihniyetin temsilcilerine atfedilen bu eliminasyoncu retoriğin yeni olmadığı, daha önceleri marjinal olan bu düşünce ve retoriğin özellikle de 7 Ekim sonrası süreçte ana akım hale geliyor olmasıdır. İsraillilerin bir kesimini; ülkenin geleceği, hukuk düzeni, demokratik normlar gibi konularda endişeye sevk eden tam da budur. Bu durum değişmezse neo-siyonizm, demokratik sol karşısında zaferini ilan etmiş olacaktır.
Dolayısıyla İsrail’de demokratik solu temsil eden kitleler için İsrail, sadece harici değil dahili tehditler karşısında da var olma mücadelesi vermektedir. Netanyahu’nun hükümeti ve hükümetin şiddet yanlısı unsurlara verdiği destek, bu kesimler nezdinde HAMAS veya Hizbullah kadar ağır bir tehlike. Ultra milliyetçi-dindar kanat ne kadar iktidarda kalırsa, Batı Şeria’daki etnik şiddet o kadar artacaktır. Bununla bağlantılı olarak hukuk düzeni ile medeni hak ve özgürlükler erozyona uğrayacak, İsrail müttefiklerini kaybetme noktasına dahi gelecektir. Bu noktada az sayıda sol kanat grup dışında İsrailli Yahudilerin Gazze’deki savaşın insani maliyeti hususunda çok az empati gösterdiğini de belirtmek gerekir. Bunun genel olarak Filistin meselesine gösterilen kayıtsızlıkla paralellik oluşturduğu söylenebilir. Nitekim 2023’te yargı için teklif edilen düzenlemeler, demokrasiyi tehdit ettiği için kitleleri alarma geçirirken, aynı anda Bezalel Smotrich’in Batı Şeria’nın ilhakını genişletmeye çalışması hakkında çok az insan konuşmuştu. Son tahlilde, İsrail’de savaşın insani maliyeti ve bunun azaltılması gerekliliği konusunda çok az tartışma mevcut. 7 Ekim sonrası yaşanan travmatik atmosferde, İsraillilere kendi üzüntülerinin dışında başka şeyler için çok az yer kalmış görünüyor. Zira her iki grubun da kendisini kurban olarak gördüğü bir kriz durumu sürüyor. 7 Ekim sonrasında gerçekleştirilen bir Gallup anketine göre İsraillilerin yüzde 65’i Filistin devletine karşı; Filistinlilerin yüzde 72’si ise HAMAS’ın 7 Ekim saldırıları için doğru bir karar verdiğini düşünüyor.
İki Taraf Gençlerinin Kararları
İsrail’i esir alıyormuş gibi görünen toksik felsefeye bu kayıtsızlığın, kasıtsız da olsa katkıda bulunduğunu görmek önem arz etmektedir. Bu noktada Haredim arasında azınlık da olsa sağduyulu sesler olduğunu not etmek gerekir. Hadar Enstitüsünden Rabbi Shai Held yazdığı bir yazısında, dini kurumlardan radikal ideolojileri kovmak gerektiğini, topluluk içinde herkesin bu yönde bir sorumluluğunun olduğunu belirtmişti.
HAMAS’ın saldırılarından, Netanyahu’nun tartışmalı kararlarından dolayı kalkan toz duman çöktüğünde ve ortalık sakinleştiğinde İsrail’de her şey eskisi gibi mi olacak yoksa hiçbir şey aynı kalmayacak mı? Bu cevap, genç nesillere dönülerek verilebilir.
İsrailli genç nesillerde son yıllarda bir dönüşüm olduğu vakıadır. Gençler, sağ kanat siyasete ve militarist şovenizme yatkınlık gösteriyorlar. Çoğunluğunun iki devletli çözüm siyasetini terk ettiğini söylemek yanlış olmaz. Bugün 20’li ve 30’lu yaşlarını süren İsrailliler, hiçbir şekilde barış sürecine şahitlik etmedikleri gibi, çocukluk ve ilk gençlik yılları, İkinci İntifadadaki şiddetle şekillendi. 2005’teki Gazze’den çekilme sürecinin bir toplumsal kriz haline geldiğini de hatırlatmak gerekir. Bundan sonra İsrail’deki milliyetçi dindar topluluk, halihazırda İsrail kontrolü altında olan bir karış toprağın dahi elden çıkarılmasını dile getirecek lidere öfkelenir hale geldi. Bugünkü söylem ise “biz toprağı bıraktık, oradan bize roket yağıyor” şeklinde. Bu gençler arasından askerlik yapanlar nezdindeyse durum daha da katı bir hal aldı. Sonuç olarak ebeveynlerinden daha sağ eğilimli oldular. Aynı dönüşümü genç Filistinlilerin yaşadığını da not etmekte fayda vardır; yıllar süren işgale boyun eğdiler; lider krizi yaşadılar ve İsrail ile olan etkileşimlerinde önce bir silahın namlusunu gördüler. Filistin’de son seçimler olduğunda bu gençler henüz oy kullanmıyorlardı. Dolayısıyla seçmedikleri bir düzen içinde büyüdüler; bu düzenin içerisinde şekillendiler. İsrail’de en son sol bir parti seçim kazandığında (1999) bu gençler henüz doğmamıştı.
Aralık 2022’de yapılan bir ankette, hem İsrailli hem Filistinli gençlerin yüzde 84’ü kendisini kurban olarak gördüğünü belirtti; İsrailli Yahudilerin üçte ikisi ve Filistinlilerin yüzde 90’ı bu mihnetin hayatta kalmak içim gerekli olanı yapma konusunda kendilerinde ahlaki hak gördüğünü söyledi.
İsrail’de bugün protesto için sokakta olanlar ve 7 Ekim sonrası için umut besleyenler, belki de 1995’te Rabin suikasta uğradığında orada olan 17-18 yaşındaki gençlerdi. Bugün 40’lı yaşlarını sürerken hâlâ kendi inandıkları barış ve demokrasi için mücadele ettiklerini düşünüyorlar. Gelgelelim, bugünkü gençlerin hikâyesinin ise çok farklı olduğunu anlamak gerekiyor. Aynı tarihin farklı bir penceresi adeta.
Öte yandan, İsrail Merkezi İstatistik Kurumuna göre 2024’ün ilk yedi ayında kırk bin İsrailli ülkeyi terk etti. Tersine beyin göçü ya da negatif göç olarak adlandırılan bu olgu, yeni değil ancak 7 Ekim’in kimilerinin karar verme sürecini hızlandırdığı ortada. Kalanlarsa çocukluğu çatışmanın yanında dindarlıkla da şekillenmiş olanlar. Bugün İsrailli gençlerin büyük bir oranı, geçmiş nesillere göre kendisini daha fazla Haredi Ortodoks veya dindar siyonist olarak tanımlıyor ve dindar İsraillilerin sağ kanada meyletme eğilimi çok daha fazla. İsrail siyasetinde yakın gelecekte hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış gibi görünüyor.