ABD-Türkiye ilişkileri, bir süredir oldukça gergin bir zemin üzerinde şekilleniyor. Özellikle 15 Temmuz 2016’daki FETÖ darbe girişimi sonrası ABD’nin darbe girişiminin baş sorumlusu FETÖ elebaşını koruyup kollamaya devam etme yönündeki tavrı, Türk makamlarını son derece rahatsız etmiş ve müttefiklik ilişkisinin sorgulanmasına sebep olmuştu. Bunun yanında Suriye krizinin çözümü üzerinde Türkiye’nin tüm rasyonel hamle ve önerilerine karşı ABD yönetiminin oyalayıcı tavrı, Türkiye’nin güvenlik endişelerini görmezden gelmesi ve terör örgütü YPG/PKK’yı silahlandırıp Suriye’nin kuzeyinde bir sözde terör devleti yaratmaya matuf girişimleri de Ankara’nın ABD’yi güvenilmeyecek bir partner olarak kodlaması sonucunu doğurmuştu. Üstelik Türkiye’nin tüm girişimlerine rağmen müttefiki ABD, partnerinin ulusal güvenliğini sağlayacak Patriot hava savunma sistemlerini de satmak istemiyordu.
Türkiye, ertelenemez hale gelen ulusal güvenlik tedbirlerini almak adına bir dizi hamle ortaya koydu. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini alması, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı operasyonları ile Suriye’de güvenli bölgeler oluşturarak terör örgütlerini temizlemeye çalışması ve Rusya ile daha geniş çapta ticari ve enerji iş birliklerine yönelmesi bunların başında gelmektedir. Atılan bu adımlar, Türkiye’nin Rusya aksını seçerek ABD ve NATO’yu geride bıraktığı anlamına gelmemektedir. Bütün bunların anlamı Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda bağımsız bir dış politika tercihini hayata geçirmesidir. Dolayısıyla Türkiye her fırsatta NATO’ya olan bağlılığını ifade etmiş; ancak ulusal güvenliğini riske atacak oldubittilere izin vermeyeceğini de açıkça ortaya koymuştur.
Yaptırım Kozu
Bütün bu gelişmeler karşısında ABD’nin tavrı, Türkiye’yi yeniden kazanmaya çalışmak yerine ilişkileri daha da bozacak adımlar atmak şeklinde oldu. Amerikan Kongresi, Türkiye’nin dış politika karar ve icraatlarını kendi istediği doğrultuda yönlendirebilmek adına bir dizi yaptırım paketini devreye soktu. Yaptırımlar ABD’nin en çok tercih edilen dış politika enstrümanlarının başında gelmektedir. Bugüne kadar Rusya, Küba, İran ve Kuzey Kore başta olmak üzere pek çok ülke ABD yaptırımlarından nasibini almıştır. Yaptırımların esas fonksiyonu, silahlı müdahale seçeneğinin oldukça maliyetli ve içeride darbe organize etmek gibi gizli operasyonların işe yaramadığı durumlarda hedef ülkeyi istenen pozisyona getirecek baskı mekanizmalarının işletilmesidir. Yaptırım siyasetinin Trump döneminde Rusya ile Kuzey Akım-2 projesini yürüten Almanya gibi Batı Avrupa ülkelerine varana değin genişletilmesi ve sık kullanılmasının ABD için doğuracağı uzun vadeli negatif etkiler üzerine pek çok öngörü mevcuttur. Ayrıca bugüne kadar ABD’nin yaptırım politikasının mutlak başarıya ulaştığını söyleyebilmek için elde pek az veri vardır. Şüphesiz ki hedef ülkeler üzerinde türüne ve ağırlığına göre yaptırımların ciddi baskı oluşturabilme potansiyeli vardır ancak uzun vadede ilişkilerin bundan negatif etkileneceği ve hedef ülke halkının ABD’ye karşı pek de iyi olmayan bir algı geliştireceği de tartışılmaz bir gerçektir.
ABD Türkiye’ye karşı ilk kez yaptırım uyguluyor değildir. 1974’teki Kıbrıs Barış Harekatı sonrası ABD, 1975’te Türkiye’ye karşı 3 yıl süreyle silah ambargosu uygulamıştır. Türkiye ise bu ambargoya sessiz kalmamış ve 1969’da ABD ile imzalamış olduğu Savunma İşbirliği Anlaşması’ndan çekildiğini açıklamıştır. Aynı zamanda Türkiye, ülkedeki ABD üslerinde de kontrolü eline almıştır. Türkiye’nin bu sert çıkışı sonrası ABD 1978’de ambargoyu kaldırmak zorunda kalmıştır. Ayrıca silah ambargosu, ASELSAN’ın kuruluşuna da zemin hazırlamış ve Türkiye’nin milli askeri sanayisinin önü açılmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD yaptırımlarına karşı İncirlik ve Kürecik üslerinin kapatılabileceğine dair açıklamalarını bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Türkiye bu hamleyi geçmişte yapmıştır bugün de yapabilme gücü vardır. Ayrıca Türkiye, son dönemlerde kendisine karşı uygulanan yaptırımlar ya da müttefiklerinin silah satmama yönündeki tavrı üzerine kendi askeri sanayisini muazzam ölçüde geliştirmiştir. Örneğin, Türkiye’nin geliştirdiği son derece başarılı İHA ve SİHA’lar sayesinde terörle mücadele alanında önemli kazanımlar sağlanmıştır. Bu durum yaptırımların Washington’ın arzu ettiği sonuçları doğurmadığını göstermektedir.
ABD yönetiminin her yıl güncellediği savunma bütçesi tasarısı, “2020 Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası” adıyla hem kongre tarafından kabul edilmiş hem de ABD Başkanı Donald J. Trump tarafından onaylanmıştır. Bu yasaya göre Türkiye’ye Rus hava savunma sistemi S-400 satın alması dolayısıyla F-35 savaş uçaklarının teslim edilmemesi öngörülmektedir. Yasa, ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırım Yoluyla Mücadele Yasası’nı (CAATSA) kendisine dayanak olarak alıyor. ABD Başkanı, CAATSA çerçevesinde öngörülen 12 maddelik yaptırımlardan en az 5 tanesini uygulamak zorunda. Trump’ın bu yaptırımları en fazla 180 günlüğüne erteleme yetkisi de bulunuyor. ABD Başkanı, erteleme süresinin bitimine 15 gün kala bir kez daha aynı süre için yaptırımları erteleyebilme yetkisine sahip.
Türkiye’nin çoktan parasını ödediği ve ortağı olduğu F-35 projesinin dışında bırakılması, ABD’nin uluslararası hukuku ayaklar altına alan kabadayı tavrının bir tezahürü olmasının yanında Türkiye’nin ulusal güvenliğine de doğrudan bir tehdit ortaya koymaktadır. Türkiye’nin askeri hava gücünün asli bileşenlerinden olması planlanan F-35 savaş uçaklarından mahrum bırakılması, şüphesiz ki Türkiye’nin askeri kapasitesinin zayıflatılması amacını taşıyor. Bu açıdan bakıldığında ABD’nin tavrını “düşmanca” olarak isimlendirmekten başka bir sıfat akıllara gelmemektedir. ABD’li temsilciler, bu yasanın dışında yine F-35 teslimini engelleyen NATO Hava Sahasının Korunması Tasarısı’nı da Temsilciler Meclisi’nin gündemine almışlardır.
Türkiye’nin son dönemde Doğu Akdeniz’de giriştiği doğalgaz arama faaliyetleri pek çok aktörü rahatsız etmiştir. Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs bu durumdan en çok şikayetçi aktörlerdir. ABD’de kabul edilen savunma bütçesi yasasında Güney Kıbrıs üzerindeki silah ambargosunun da şartlı olarak kaldırılması söz konusudur. Her ne kadar şartlı olsa da bu durum da doğrudan Türkiye’yi hedef almakta ve KKTC’nin varlığı ile Türkiye’nin Doğu Akdeniz siyasetine bir tehdit oluşturmaktadır. Yasaya göre aynı doğrultuda ABD’nin Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs ile birlikte Doğu Akdeniz Enerji Merkezi adı altında bir oluşum içerisine girmesi öngörülmektedir. Bu hamlelerin, Türkiye’nin en akut jeopolitik meselelerinden olan Doğu Akdeniz üzerindeki operasyon kabiliyetini zayıflatmak amacını taşıdığı aşikardır. Dolayısıyla ABD, Türkiye’yi tüm yönlerden çevreleme ve diz çöktürme politikasını uygulamaktadır. Ancak Türkiye, Doğu Akdeniz’i salt ekonomik olmaktan öte bir egemenlik meselesi olarak telakki etmektedir. Libya ile Türkiye arasında varılan mutabakatı bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir ve bu mutabakattan en çok rahatsız olan aktörlerin de Yunanistan ve İsrail olması tesadüf değildir.
Siyasi Hesapların Sonucu
Savunma bütçesi yasasında Rus doğalgazının Karadeniz üzerinden Türkiye ve Avrupa’ya ulaştırılmasının hedeflendiği Türk Akım ile yine Rus doğalgazının Baltık Denizi üzerinden Almanya ve Avrupa’ya ulaştırma projesi olan Kuzey Akım-2 projelerinde yer alan şirketlere de yaptırım öngörülüyor. Hem Rusya hem Türkiye hem de Avrupa ülkeleri ABD’nin yaptırım politikasından nasiplenmektedir. Bu durumun önümüzdeki dönemde dünyanın ağırlık merkezinin ve doların rezerv para olma statüsünün değişme ihtimali üzerinde önemli etkileri olacaktır. O yüzden aslında ABD, yaptırım siyasetiyle kendi güvenilirliğini ve lider ülke olma kapasitesini zaafa uğratmaktadır.
Savunma bütçesinden önce sözde Ermeni soykırımı tasarısının ABD Kongresi tarafından kabul edilmesi ise söz konusu gerginlik zincirinin son halkalarından biri olarak karşımıza çıktı. Baştan sona tarihsel gerçeklerin siyasi çıkarlar uğruna çarpıtılmasının bir ürünü olan tasarının kabulü, Türkiye’ye ABD müdahalesinin açık bir göstergesi olmasının yanı sıra iki ülke ilişkilerinde tamiri zor uzun erimli bir krizi simgeliyor. Her ne kadar ABD Başkanı Trump cephesinden bu konuda kongreye karşıt bir tutum sinyali gelse de Kongre tarafından ilk kez bu tasarının kabulü, Türkiye karşıtı dalganın ulaştığı seviyeyi göstermesi açısından kritiktir. Ek olarak Türkiye-ABD ilişkileri üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan bu sözde soykırım kozu, Trump’ın azledilme süreci içerisindeki kırılgan ve görece zayıf pozisyonu sebebiyle daha da tehditkar bir şekilde kullanılmaktadır. Yine de bu tasarının yasal yönden bağlayıcı olmadığı ve vereceği zararın şimdilik sembolik olduğu söylenmelidir. Bu zamana kadar Cumhuriyetçiler eliyle sürekli engellenen söz konusu tasarının artık geçmiş olması, iki ülke ilişkilerindeki bozulmanın da net göstergelerinden bir tanesidir. Elbette bu tasarının kabul zamanının Türkiye’ye karşı topyekun yaptırım savaşıyla kesişmesi de tasarının bilimsel gerçeklerden ne kadar uzak ve siyasi hesapların bir parçası olduğunu göstermektedir.
Söz konusu yaptırımların haricinde Türkiye’yi NATO’dan çıkarmaya yönelik tehditler de zaman zaman dillendirilmektedir. En son Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından ifade edilen bu tehdit sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan “Sen önce kendi beyin ölümünü kontrol ettir” diyerek sert bir çıkış yapmıştı. NATO’nun kurucu antlaşmasına göre bir üye ancak kendi isteğiyle organizasyondan ayrılabilir. Diğer üyelerin Türkiye’yi NATO’dan atmak gibi bir hakları ve yetkileri bulunmamaktadır. Bu yalın gerçeğe rağmen Türkiye’yi NATO’dan ihraç ile tehdit etmek, Ankara üzerinde psikolojik baskı kurmanın bir diğer aracı olarak değerlendirilebilir. Buna ek olarak ABD, Halkbank davasını da Türk ekonomisine zarar verici bir koz olarak kullanmaya devam etmektedir. Halkbank davasından yargılanan Hakan Atilla serbest kalsa bile dava devam etmektedir. ABD mahkemelerinin bu dava kapsamında Türkiye’ye milyarlarca dolarlık ceza kesme ihtimali bulunmaktadır.
ABD’nin Türkiye’yi yaptırımlar yoluyla terbiye etmeye çalışması, Türkiye’nin son dönemde dış politikada ulusal çıkarları doğrultusunda bağımsız hareket etmesinden kaynaklanıyor. Washington’daki Türkiye karşıtı çevrelerin söz konusu hamleleri rasyonel bir dış politika anlayışı çerçevesinde değerlendirilmeye de müsait değil. Örneğin, Türkiye’nin sayısız girişimine rağmen Patriot sistemlerini satmaya yanaşmayan ABD yönetimi, ulusal güvenliği için Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini satın aldığı için Türkiye’yi cezalandırmaya çalışıyor. Trump’ın Türkiye’nin S-400 alımını rasyonalize edici açıklamalarına rağmen Washington’daki Türkiye karşıtı lobinin öfkesinin dinmediği anlaşılıyor. Dolayısıyla Türkiye ne yaparsa yapsın, kendisine düşmanlık besleyen Washington’daki lobilerin tatmin olmayacağı anlaşılıyor.
Yine de ABD’yi yeknesak ve homojen bir bütün olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Washington’da farklı perspektiflere sahip aktörler bulunmaktadır. Türkiye’nin güvenlik kaygılarını anlayan, ekonomik büyüme ve bağımsızlık hamlelerine saygı duyup Ankara ile anlaşmaya çalışan çevreler de mevcuttur. Bu noktada Türkiye’nin konuşabileceği en önemli muhatabı ABD Başkanı Donald Trump olarak görünmektedir. Trump, Kongre’deki temayülün aksine Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeye gayret göstermektedir. Barış Pınarı Harekatı’na yeşil ışık yakması, Türkiye’nin neden S-400 sistemini aldığını anladığını ifade etmesi ve sözde Ermeni soykırımını reddetmesi bu durumun net göstergelerinden sayılabilir. Ancak Trump’ın üzerinde de yoğun bir siyasi baskı bulunmaktadır. Azledilme süreci içerisinde olan ABD Başkanı, bu süreçten başarıyla ayrıldığı takdirde Türkiye ile olan problemlerin düzeltilebilmesi adına inisiyatif alabilecektir. Şu an için Trump’ın dış politika tercihleriyle içeride kendisine yönelen baskı arasında dengeli bir yol izlemesi gerekmektedir. Türkiye de bu süreçte sabırlı davranarak Washington’daki dostlarını çoğaltmaya çalışacak ve haklı tezlerini ileri sürmekten geri durmayacaktır.