Komedi filmlerindeki gibi bir seçim dönemi yaşıyor ABD. Medyanın ve adayların katkısıyla çok renkli değil çok gürültülü ve endişe verici bir seçim dönemi bu. Yer yer Jay Roach’ın The Campaign ve Penelope Spheeris’in Black Sheep filmindeki yerel ve kongre seçim kampanyalarını andırıyor yaşananlar. Şu ana kadar siyasi pozisyonlar, profiller ve politikalardan çok adayların polemikleri ve kampanyaların savaşı konuşuluyor. Kampanyaların söylemi ve seviyesi de ABD’nin gerilemesi tartışmasına bambaşka bir boyut katıyor. Neredeyse bu komedi filmlerindekine benzer absürt şeyler yaşanıyor ama bu filmlerin sonundaki iyimserlik ve sağduyu patlaması konusunda şimdilik herhangi bir gösterge yok.
ABD son on senedir oldukça önemli bir tartışmayla meşgul. Özellikle Irak savaşının sonuçlanamaması ve yaşanan ekonomik kriz sonrası ortaya çıkan ABD’nin uluslararası sistemdeki yeri ve rolü tartışması kısa sürede “ABD geriliyor mu?” sorusu etrafında dönmeye başladı. Bu tartışma birçoklarına göre Amerikan tarihinin farklı dönemlerinde yaşanan her geçici ekonomik ve siyasi kriz sonrası abartılarak ortaya atılan ve fazlasıyla alarmist bir refleksten ibaretti. Zira Irak’ta yaşanan sorunlara rağmen ABD hala savunma sanayii ve askeri konularda zirvede yer almaya devam ediyor ve kısa sürede ekonomik anlamda elde edilen gelişmeler de geçici olarak yaşanan problemlere rağmen ekonominin sahip olduğu güçlü altyapıyı ortaya koyuyordu.
Ancak bu gelişmeler ve kendilerini alarmistlerin karşısında konumlandıran grupların argümanları tartışmanın sona ermesini sağlayamadı. Evet bir yandan ABD, askeri ve güvenlik politikaları açısından en çok para harcayan ve en çok silah üreten ülke olmaya devam ediyordu ancak öte yandan özellikle dış politikada gösterilen eylemsizlik ve mütereddit tavırlar ortaya çok farklı bir ABD portresi çıkmasına sebep oluyordu. Suriye özelinde yaşanan krizler, karar alma konusunda ortaya çıkan gecikmeler ve sorumluluktan kaçma çabaları, bu “gerileme” tartışmasını farklı bir boyuta taşıyordu. Ancak bu sefer de durum “yeniden mevzilenme” olarak açıklanmaya çalışıldı: Aslında ABD gerilemiyor sadece kaynaklarının daha akılcı kullanımı yolunda yeni bir yapılandırmaya doğru gidiyordu. Bu durum ise gerilemeyi önlemek için atılan adımlar ve alınan önlemler arasında yer alıyordu.
Cin Lambadan Çıktı
Tam bu argümanlarla “ABD’nin gerilemesi tartışması bitti” derken bu sefer de ABD iç politikasında yaşanan durum yeniden bir duraklama ve gerileme tartışmasını gündeme getirdi. Bir süredir Demokrat Partili bir başkan ile Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Kongre arasında yaşanan kriz ve son birkaç senede özellikle borçlanma tavanı ve bütçe tartışmaları sebebiyle ortaya çıkan darboğaz, ABD’deki siyasi kutuplaşmayı gözler önüne sermişti. Birçoklarına göre bu siyasi kutuplaşma ABD’deki asıl gerileme ve duraklamanın en önemli göstergeleri arasında yer alıyordu. Bu kutuplaşma ve giderek kendine yeni bir damar bulan aşırıcı söylem ABD’nin on yıllardır sergilediği en önemli güç enstrümanlarından biri olan yumuşak güç ve liberal prensipler ile doğrudan bir çelişki anlamına geliyordu. Son sekiz senede bu durum önceki yıllara nazaran daha sert bir dönüşüm yaşadı. Önce Başkan Obama’nın sosyal güvenlik ve sağlık sigortası reformu konusunda iki parti arasında yaşanan sert tartışma kısa sürede farklı konulara yayıldı. Devletin durma noktasına geldiği bütçe tartışmaları ve son olarak Anayasa Mahkemesine yapılacak atama konusunda yaşanan fikir ayrılıkları sadece siyasi bir tartışmanın ötesinde ABD’de yaşanan sosyolojik bir çatlağın da ipuçlarını veriyordu.
Son birkaç senedir bu durum daha da ciddi bir hale geldi. Özellikle son iki seçim kampanyası meseleyi sadece bir iç politika konusu olmanın dışında hem ABD’nin dünyadaki yeri ve rolü tartışmaları hem de imajı ve prestiji açısından daha ilginç bir noktaya taşıdı. Şimdiye kadar her türlü “gerileme” ve “duraklama” söylemine karşı argümanlarla cevap vermeye çalışan uzmanlar ve analistler bile bu noktada oldukça sessiz kalmayı tercih ediyor. Artık birçokları Amerikan seçimlerinde kampanyaların politikaları ve adayların profilini neredeyse ABD’nin gerilemesinin en önemli göstergelerinden biri saymaya başlamış durumda.
Aslında daha önceleri de bu gibi seçim kampanyaları olmasına rağmen adaylar üzerinden yapılan tartışmalar hiç bu kadar seviye kaybetmemişti. 2012 yılındaki başkanlık seçimlerinde bu durumun ilk sinyali verilmeye başladı. Başkan Obama’ya karşı Cumhuriyetçi Parti adayları arasında yaşanan ön seçim yarışı, bu sırada yapılan tartışmalar ve adayların kullandığı söylem ABD açısından farklı bir dönemin ipuçlarını veriyordu. 2008 yılında ortaya çıkan “Tea Party” dalgası henüz yatışmamışken ortaya çıkan adaylar adeta aşırı sağ oylar için yarışıyordu. Göçmen reformu ve terörizm konusunda ortaya konan siyasi pozisyonlar meselenin artık son derece ciddi bir boyuta gelmeye başladığını göstermişti.
Aday adaylarının açık bir şekilde Ortadoğuluların fişlenmesi konusunu gündeme getirebilmeleri ve dahası bunu terörle mücadelenin en önemli ayaklarından biri olarak görmeleri oldukça sorunlu bir durumun ilk işaretleri arasındaydı. Yavaş yavaş İslamofobik söylem sıradanlaşıyor ve normalleşiyordu. Birkaç seçim önce oldukça marjinal olarak kabul edilecek ifadeler artık en önemli adaylar tarafından dile getiriliyordu.
Bu durum seçim sürecini dünyanın farklı yerlerinden izleyenler için de ABD’nin iç ve dış politik açıdan kendini konumlandırması bakımından oldukça ciddi bir gösterge durumuna gelmişti. Neticede 2012 seçimlerini Obama kazandı ve bu tartışmalar biraz olsun yatıştı ancak dikkatli gözlemciler bu konuda daha temkinliydi. Bu seçim sürecinde uyandırılan cinin yeniden lambasına dönmesi zaman alabilirdi ve dahası bir daha lambasına hiç dönmeme ihtimali de bulunuyordu.
Siyasal Trajedi
2016 seçimleri yaklaştıkça ABD’nin gerilemesi tartışması aslında daha önce Thomas Friedman gibi kimi yazarların yaptığı şekilde altyapı, eğitim ve ekonomik göstergelerden farklı bir düzlemde ele alınmaya başlamıştı. Öncelikle 2012 seçimleri sonrası yaşanan kutuplaşma, seviye kaybı ve siyasi marjinalleşme 2016 ön seçimlerindeki en büyük tehlike olarak kabul ediliyordu. Bir yandan çok fazla adaylı Cumhuriyetçi Parti ön seçimlerde oldukça tartışmalı bir söylemi ortaya koyarken, Demokrat Parti bu konuda oldukça kısır bir dönemden geçiyordu. Clinton’ın karşısında güçlü bir aday bulunamazken, Bernie Sanders’ın neredeyse son dakikaya kadar sürdürdüğü mücadele Sanders’ın görüşleri sebebiyle tüm Clinton karşıtlarını bir araya getiremedi.
Kampanyalar sırasında özellikle Cumhuriyetçi adaylar arasındaki mücadele, ortaya oldukça trajikomik tartışmalar çıkardı. Dünyanın süper gücünü, en büyük ordusunu ve en büyük ekonomisini yönetmeye namzet olan isimlerin kamuoyu önünde paylaştığı bazı absürt fikirler ABD’nin gerilemesi tartışmalarının aslında bu düzlemde yapılmasını da beraberinde getirdi. Adaylar göçmenleri kriminal ve tecavüzcü olarak adlandırmaktan göçmenlerin vücutlarına izleyici cihazlar yerleştirmeye kadar birçok sorunlu fikri ortaya koydukça, dünya kamuoyu da ABD’nin geleceği konusunda ciddi kaygı duymaya başladı.
Adaylar bir yandan daha aşırı sağ seçmenlere hitap etmek için söylemlerini revize ederken öte yandan da farkında olmadan ABD’de daha önce marjinal olarak kabul edilebilecek siyasi pozisyonları günlük kullanıma soktu. 2012’de nüveleri atılan İslamofobik ifade ve pozisyonlar da bu sıradanlaşan durumlar arasındaydı. Bu konuda da Müslüman bir başkanın kabul edilemez olmasından Müslümanların ABD’ye sokulmamasına kadar bir dizi ayrımcı ifade dünyanın süper gücünü yönetmeye aday isimlerin ağzından çıkmış oldu.
Göçmenlik ve Müslümanlar konusunda çıkan bu söylemin diğer adaylar tarafından çok sert bir şekilde reddedilmemesi de aslında başka bir siyasal trajediye işaret ediyor. Bu kampanyalar süresince hiçbir somut tartışmanın yaşanamamış olması da aslında başka bir sorun. Kampanya seviyelerinin düştüğü noktada adaylardan birinin seçimi kazanması halinde iç ve dış politikada atacağı adımlar konusunda ciddi bir açıklık henüz ortada yok. Başkan adayları arasında yapılacak tartışmalarda da bu konuda olumlu bir adımın atılabileceği şu an için beklenmiyor. Bu trend Ekim ayında sürerse aslında “daha az sevilmeyenin kazanacağı” bir seçim yaşayacak ABD.
Gerileme Geçici Bir Trend mi?
ABD’nin gerilemesi ve duraklaması tartışmalarında daha önce fazla bahsi geçmeyen bir boyut aslında 2016 seçimlerinde kendini açıkça gösterdi. Siyasi prensipler, etik ve sorumluluk açısından yaşanan bu gerileme ABD iç politikasında kendini diğer boyutlardan çok ayrı bir şekilde ortaya çıkardı. Dünyanın süper gücünü yönetmeye aday isimlerin ortaya koydukları absürt fikirler biraz dehşet biraz da şaşkınlıkla izlendi. Dünyada ABD’nin prestij ve imajı çok az zaman bu seçimlerdeki kadar darbe almıştı. Aslında gerileme karşıtlarını bile sus pus eden bu durumun en büyük tehlikesi bunun bir kerelik bir kriz olmanın ötesinde bir trend haline dönüşmesi.
Siyasi kutuplaşma ile söylemsel marjinalizasyonun toplumda bulduğu karşılık, absürt adayların ön seçimleri kaybetmesi veya seçimleri orta yolcu isimlerin kazanması ile ortadan kaybolacak gibi değil. Bu ayrımcı, izolasyonist ve arogan siyasi söylemin popülist politikacıların aracı olması aslında ABD’nin gerilemesi tartışmalarını bambaşka bir yörüngeye çekmiş durumda. Bundan sonra istediği kadar teknolojik ve askeri liderliğini ve ekonomik gücünü korumaya çalışsın, ABD bu söylemin hayaleti var olduğu sürece gerilemenin tehdidinden kurtulamayacak.