Fransa’nın bir ucundan bir ucuna, altı haftadır cumartesi günleri birbirinden farklı motivasyonlarla, farklı profillerde binlerce insan sokakta. Daha çok metropollerin periferisinde yaşayanlar yahut metropollerden uzak ikamet eden ve otomobilden başka seçimi olmayan insanlar. Bu sebeple çoğunun evinde bir değil iki otomobil var. Belki ülkenin en fakirleri değiller ama gelir seviyeleri genelde asgari geçim seviyesinde. Bu, kırsalın şehre karşı bir hareketi de değil. Faturanın kendilerine çıkarılmasına kızgınlar ama anti-çevreci de değiller. Ellerindeki pankartlarda “Macron sonun yakın” mesajının da “Banka gangsterlerine karşıyız” yazılı pankartların da adresi aynı aslında. Evet, içlerinde Müslüman asıllılar yahut siyahlar yok. Bunlar beyaz Fransız ve anketlere göre yüzde 50’ye yakını aşırı sağcı ama bu bir kimlik hareketi de değil. Apolitiğiz diyorlar. İşte bu sebeple içinde parti de yok, sendika da yok. Zaten zurnanın zırt dediği yer de burası! Siyasete, demokrasiye, hukuka kısaca sisteme inançlarını yitirmiş görünen yüz binlerce insan. Ve onları ilk günden itibaren evlerinden yüzde 70-80’ler seviyesinde destekleyen Fransızlar, hepsinde umutsuzluk hakim.
Mesele Fransızların Avrupa’nın en pahalı petrolünü tüketmeleri değil. Ya da Macron hükümetinin petrol fiyatlarındaki düşüşe rağmen yılbaşından bu yana motorin fiyatını yüzde 20 artırması veya “yeşil vergi” adı altında dizel yakıta yapılması planlanan yüzde 23’lük zam ve benzine yapılması planlanan yüzde 15’lik zam da değil. Öyle olsaydı hükümet geri adım attığında en azından zammı altı ay ertelediğinde kış ortasında protesto gösterilerini şimdilik durdururlardı. Devam edeceklerini duyurdular, “Bize kırıntı teklif ediliyor, biz ekmek istiyoruz” dediler. Hatta ardından Macron ikinci kez geri adım attığında dahi devam kararı aldılar.
Mesele makroekonomik rakamlar ve onun sonuçlarıyla da açıklanamaz. Evet, Fransa’da ülkenin gayrisafi milli hasılasına nispetle kamu borcu yüzde 99 seviyesine ulaştı (yani Avrupa Birliği’ne bugün olsa giremez, yüzde 60 eşiğini çoktan aştı); 2 trilyon 299,8 milyar avro, dış borcu da 461,5 milyar avro. Macron hükümetinin çevreci kaygılarla aldığını iddia ettiği vergiyle ve benzeri başka araçlarla aslında iç borcu döndürmeye çalıştığı söylense de aynı sebeple insanların maaşlarından yapılan vergi kesintisinin yüzde 37’yi bulması da aynı anda büyük şirketlere vergi indirimi yapılması da zenginlere konulan servet vergisinin kaldırılması da tek başına sebep değil. Sosyal devlet ve iş garantisinin en güçlü olduğu ve hatta çalışma koşullarının en rahat olduğu ülkelerin başında gelen Fransa’da işten çıkarmayı kolaylaştıracak şekilde çalışma yasasında değişikliğe gidilmesi de tek sebep değil.
Bunların elbette her birinden ve toplamda hepsinden müştekiler ama hiçbiri Fransa’yı on yıldan bu yana hızla kaplayan ve giderek genişleyen umutsuzluk hissini izah edemez. Eskiden olsa “Bu hükümet gider, başkası gelir ve böylece politik tercihler değişir, sorunlar çözülür” inancı vardı. Artık öyle değil. Siyasi manzarada aşırı sağ eskisine nispetle çok daha kuvvetli bir seçenek gibi kendini gösterse de esasen insanlar –ister sosyalistler gelsin ister sağcılar– bu durumun değişmeyeceğini biliyor. Ve zaten bunu dile de getiriyor.
Fransa’da Büyük Depremi Tetikleyen Artçılar
Manzara belki sokaklarda bugünlerde görünüyor ama yeni değil aslında. 2000’lerin başında AB bürokratlarına yönelik reaksiyonlar, neoliberal ve küresel siyasete karşı homurdanmalar ve Eski Kıta’da eski refleksle siyasetin iki ucunda çare arayışı kenardan köşeden çıkmaya başlamıştı. Nitekim 2002’deki cumhurbaşkanı seçimlerinde aşırı sağcı AB karşıtı Jean Marie Le Pen, sosyalistlerin cumhurbaşkanı adayı dönemin başbakanı Lionel Jospin’i geride bırakıp ikinci tura Cumhurbaşkanı Chirac’la kaldığında Fransa’da bu hadise sosyal ve siyasi bir “deprem” olarak duyurulmuştu. Sosyalistler Beşinci Cumhuriyet’te 1969’dan bu yana ikinci kez ilk turda silinmişti ama deprem bu da değildi. Bu defa onun yerine ikinci tura kalan parti bir merkez parti değil aşırı sağ bir partiydi. İkinci turda seçmenin Jean Marie Le Pen korkusuyla Cumhurbaşkanı Chirac yüzde 82 oranında oy almıştı. Fransa bir taraftan depremi tartışmaya devam etmiş bir taraftan da başını sosyalistlerin çektiği muhalefet Chirac’a “Mademki kerhen seçildin, orada Kraliçe Elizabeth gibi oturursun” diyordu.
On beş yıl sonra geçen yıl bu defa Beşinci Cumhuriyet tarihinde ilk kez solun ve sağın geleneksel iki büyük partisi ilk turda gömüldü. Emmanuel Macron kuruluşu bir yılı dahi doldurmamış olan partisiyle seçimleri önde tamamladı. Önde derken yüzde 23,11’le yani Marine Le Pen’den sadece 0,26 oranında fazla oy alarak bitirdi. Ayrıca ikinci turda Marine Le Pen 2002’de babasının aldığı oyun iki katından fazlasını toplarken Macron, Le Pen korkusuna karşılık Chirac’ınkine nispetle 19 puan geride ancak yüzde 63 oranıyla seçildi. Bir ay sonra Meclis seçimlerinde Macron çoğunluğu aldı ama Beşinci Cumhuriyet’in yeni bir rekoru daha kırıldı. Fransızların yüzde 56,83’ü sandığa gitmemişti. Başka bir deyişle Macron’un partisi Meclisteki 577 sandalyenin 306’sını Fransızların sadece yüzde 43,7’sinin oy kullandığı bir seçimde aldı.
Bütün bu tabloya karşılık durum manşetlere “deprem” başlıklarıyla çıkmadı. Macron “Chirac gibi küçümsenen bir siyasi figür” yahut “insanların sisteme olan inancının iflas etmesinin sonucu” gibi değil tersine çağımızın algı yönetim araçları tarafından önüne çıkanı yenmiş, Fransa’nın ve AB’nin kurtarıcısı bir lider gibi sunuldu. Macron, Fransa’da “önce ana akım merkez sağ ve merkez solu, daha sonra da aşırı sağı yenerek Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı seçildi” diye Amerikan Time dergisinde “Avrupa’nın bir sonraki lideri” diye sunuldu. Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker ise “Birlikte daha güçlü ve daha adil bir Avrupa için Fransız seçmen Avrupalı geleceği seçti” demişti.
Sosyalist Cumhurbaşkanı Hollande’ın finans bakanı ve iki yüz yıllık ünlü Rothschild yatırım bankasının eski çalışanı Emmanuel Macron istifa edip kurduğu Yürüyüş Partisi’yle 2017’de işte böyle bir ortamda yürümeye başladı. Pompalanan suni havaya Macron’un icraatları eklenince o hava da kısa bir süre sonra tersine döndü. O kadar döndü ki her konuşması ayrı bir alay mevzuu olmuş olan Macron’un halefi eski Cumhurbaşkanı François Hollande hayatında ilk kez bütün Fransızları etkileyecek bir cümle kurabildi. Hollande televizyonda yayımlanan bir röportajında “Macron zenginlerin değil en zenginlerin cumhurbaşkanı” dedi ve o gün bugündür hatta Sarı Yelekliler’in eylemlerinde de işte bu cümle tekrarlanıyor! Aynı günler Challenges dergisinin yayımladığı araştırmaya göre rakamlar durumu teyit eder cinstendi: Ülkedeki en zengin 500 iş adamının serveti bir önceki yıla oranla yüzde 13 artış gösterirken son on yılda da üç kat artarak 650 milyar avroya ulaşmıştı.
Bu Bir Ulusal Kriz, Bir Sosyal Kriz, Bir Demokrasi Krizi!
18 Ekim’de Fransa’nın Bretonya bölgesinden Jacline Mouraud adlı bir kadın Macron’a sordu: “Söyle bakalım nereye gidiyoruz? Bizden aldığın paralarla ne yapıyorsun?” Mouraud zamları eleştirdi ve “Yeter artık” diye biten bir video mesajı yayımladı. Video sosyal ağlarda 6 milyondan fazla kişi tarafından paylaşıldı. 17 Kasım’da bu defa bir kamyon sürücüsü Eric Drouet “Fransa’yı bloke edelim” diyerek eylem çağrısı yaptı. Sonra nasıl örgütlendiler diye sormaya gerek yok, artık dünyada tecrübe gösterdi ki günümüz imkanlarıyla bu çok kolay. İşte iki yıldan bu yana otomobil bagajında bulunması zorunlu olan o sarı yeleği giydiler ve sokağa döküldüler. Kara yollarında değil ama sistemdeki arızayı ve hatta zincirleme kazaları duyurmak için.
Fransızların Sarı Yelekliler’in gösterilerinde tecessüm etmiş beklentilerine yanıt olmasa da ilk üç hafta boyunca suskunlukla suçlanan Macron ve hükümet hiç tepki vermemiş sayılmaz! Ancak bu tepkiler sokaklardaki öfkeyi yatıştırmak bir yana daha da şiddetlendirecek cinstendi. Macron protesto gösterilerinin ilk zamanlarında “Bu şiddetin failleri değişim değil kaos istiyor, kimlikleri tespit edilip adalet tarafından yargılanacaklar” dedi. Fransa İçişleri Bakanı Christophe Castaner’e göre “Protestolar bir canavar yaratmıştı”. Bu doğruydu, göstericilerin bir kısmı bir Porshe bir de diplomatik bir araba yakmış, mağazalara hatta Cumhuriyet’in anıtlarına (Arc de Triomphe de l’Etoile) saldırmıştı. Ama Sarı Yelekliler’in ona da cevabı hazırdı: “Bizi Cumhuriyet’in anıtlarına saldırmakla suçluyorlar. Ama cumhuriyet biziz, bu canlı insanlar, o bahsi geçen anıtlar değil!”
Polis de şiddete şiddetle yanıt verdi ve bu arada toplam 4 bin 99 kişi gözaltına alındı. Üstelik gösterilerin üçüncü haftasında daha sabahın erken saatlerinde kimlik kontrolü bahanesiyle önüne çıkan sarı yelekli kim varsa gözaltına aldı. Ama ardından binlerce kişinin daha katılmasına mani olamadı. Nitekim Dışişleri Bakanı Jean Yves Le Drian ise üç haftadır devam eden gösterilerin ardından bazı ayaklanma çağrılarını işittiğinde demokrasinin ne kadar hassas kırılgan bir şey olduğunu idrak ettiğini belirtti ve “İşte bütün bunlar bizim kurumlarımızı ve birlikte yaşama imkanımızı tehlikeye sokuyor” dedi.
Ekonomi Bakanı Bruno Le Maire şiddet olaylarının ekonomi için bir felaket olduğunu işaret etti ve ekledi: “Bu bir ulusal kriz, bir sosyal kriz, bu bir demokrasi krizi”. Aynı gerekçeler dahilinde olmasa da sokaktakiler için de onları destekleyen Fransızlar için de aynı gerekçeler dahilinde yorumlanmasa da mevzu buydu. Bu bir ulusal kriz, bir sosyal kriz, bir demokrasi kriziydi. 2008 krizinde idrak edilmişti ve genel kanaat şuydu: Banka ve finans merkezlerinin muktedirleri “krize bak” diyerek kitleleri tokatlamış ve tokatlamaya devam ediyordu. Ulus devlet buna mani olamamıştı ve demokrasi çoktan felç olmuştu. Dünyadaki parayı ve onların ödedikleri vergileri de arada bir bu muktedirler vakumluyordu. ABD’de ve Avrupa’da yığınlar artık bu kanaatteler.
Nihayet dördüncü eylemden sonra beşinci eylemden önce Cumhurbaşkanı Macron halka seslendi: “Sorumluluğumu kabul ediyorum, sözlerimle insanları kırdım.” Sonra tedbirleri açıkladı: 2 bin avronun altında geliri olan emeklilerden yeni alınmaya başlanan sosyal güvenlik vergisini iptal edeceğini söyledi. Yaklaşık bin 200 avro olan asgari ücretin 2019’da hiçbir işverene yük olmayacak biçimde 100 avro artırılacağını söyledi. Asgari ücret artışına dair bu cümle karışıklığa sebep oldu. Gazeteciler Elysee Sarayı’nı arayıp sordular. Aslında hükümet zaten 2019’da asgari ücrete yasa gereği 20 avro zam yapmak zorundaydı. Kalan 80 avro işverene de yük olmadan devletin beş yıla yayılmış bazı sosyal kesintilerden feragat etmesiyle sağlanacaktı. Ancak Macron, Sarı Yelekliler’in talepleri arasında yer alan ve başkanlığının ilk döneminde kaldırdığı “servet vergisinin yeniden uygulamaya konulması” isteğini reddetti.
Macron bu tedbirlerle elbette “zenginlerin değil en zenginlerin” ve finans çevrelerinin cumhurbaşkanı olma namının önüne geçemedi. Konuşmanın ardından yapılan iki ayrı ankete göre Macron Fransızların yüzde 59’unu ikna edemedi ayrıca son iki ayda içinde kendi destekçilerinin oyları da dahil olmak üzere 15 puan kaybederken sağın ve solun iki ucundaki Marine Le Pen ve Melenchon ise hafif de olsa yükselişe geçti. Zira Neoliberalizmin sokağa döktüklerini Avrupa’da aşırı sağ topluyor. Hatta sistem kendi pişirip yiyor. Nitekim Donald Trump’ın danışmanlığını yapmış ve eski bir Goldman Sachs bankeri olan Steve Bannon’ın beyanı bunu çok güzel sahneledi. Belçika’da da Sarı Yelekliler’e destek yürüyüşü yapılırken aşırı sağcıların bir konferansı için Brüksel’de bulunan Bannon konferanstan çıkıp o gün attığı tweetinde kırmızı başlıklı kızın ninesi kılığına girmiş kurt misali şöyle diyordu: “Bir ülkeyi yönetmek için Goldman Sachs’tan 10 kişi yerine 10 Sarı Yelekli’yi tercih ederim.”
Diğer taraftan henüz yaygın olarak tartışılmıyorsa da insanları haklı bir umutsuzluğa sevk eden ve nasıl çözüleceği tamamen belirsiz bir başka gelişme daha söz konusu. Sadece Fransa için değil bütün ileri sanayileşmiş ülkeler için geçerli bir dinamik. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişin getireceği işsizlik. Global yönetim danışmanlığı şirketi Mckinsey’nin raporuna göre mesela sadece Avrupa’da, içinde Fransa’nın olduğu beş ülkede 50 milyon beyaz yakalı işini bir daha bulamayacak şekilde kaybedecek! Rapor bunun zamanını tayin edememekle birlikte bunu teknolojinin şu andaki hızı itibarıyla söylüyor. Aynı anda devam eden hız miktarı ise hesap dışı.
Dört asır önce Aydınlanma ile başlayan ve “Her şey insan için, yaşasın Hümanizm” sloganları dahilinde devam eden o karanlık sürecin bugün artık insanın makineleşmesi ve makinenin de insanlaşmasıyla sonuçlandığını tam idrak edemiyorlarsa da karanlık havayı seziyorlar. Herkes korkuyor. Demokrasi dediğin her neyse işte o da bir yere kadar. Bunu görüyorlar. Artık o da yok, sadece sokak var! Çözüm değil çözümsüzlük. Bugün dursa yarın yine orada. Bu da Fransız tarihinde her ne kadar allı pullu anlatılsa da çok tehlikeli. Hele ki günümüz sosyal medya imkanlarıyla!