ABD’nin Venezuela’da izlediği politika Başkan Donald Trump’ın attığı radikal ve tutarsız gibi görünen adımlarından biri. ABD dış politikasının genel görünümüne bakacak olursak Trump, Suriye’den “nihayetsiz savaşları bitirme” söylemiyle çekiliyor ama İran’a karşı bölgede yığınak yapıyor. Venezuela’da Nicolas Maduro yönetimine “diktatör” retoriğiyle diplomatik darbe yapıyor ama Cemal Kaşıkçı’yı İstanbul Başkonsolosluğunda öldürten Suudi Arabistan veliahdı Muhammed bin Selman’ın arkasında sarsılmaz bir şekilde duruyor. Mısır darbecisi ve binlerce sivili Rabiatü’l Adeviye Meydanı’nda silahla taratan Sisi’yi Beyaz Sarayda ağırlıyor, Mısır’a yönelik askıya alınan askeri yardımları tekrar başlatıyor. Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanıyıp ABD’nin Tel Aviv’deki elçiliğini Kudüs’e taşırken Golan Tepeleri’ni de İsrail toprakları olarak tanıyor. Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile iki kez görüşüyor ve her ne kadar herhangi bir anlaşmaya varılmış olmasa da Kim’i sevmeye başladığını söylüyor. İklim ve serbest ticaret anlaşmalarından çekiliyor, bu anlaşmaları yeniden tanzim ettiriyor. Rusya ile Kısa/Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’ndan çekiliyor. NATO ülkelerini savunma harcamalarını artırmaları için tehdit ediyor. Bu çıkışlar ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana izlediği diplomasiyi altüst edecek boyutta ve bunlar önemli bir uzman kesim tarafından Trump’ın “dengesizliğine” veriliyor. Halbuki tüm bunların yanıtları ABD Savunma Strateji Belgesi’ndeki bir cümlede saklı.
ABD Savunma Strateji Belgesi’nde “ABD için öncelikli tehdit artık terörizmden ziyade büyük güçler arasındaki rekabettir” ifadesi Washington’ın uluslararası politikada son zamanlarda attığı birçok adıma rehberlik ediyor. Diğer bir ifadeyle Beyaz Sarayın yarım asırdan fazla bir süredir izlediği diplomasinin Trump tarafından altüst edilmesi ABD’nin Rusya ve Çin’e karşı giriştiği “büyük güç rekabeti”nin bir parçasıdır. Amerikan askeri yetkilileri hemen hemen her platformda büyük güç rekabetinin geri döndüğünü işaret ediyor. ABD’nin savunma harcamaları da bunun bir göstergesi olarak okunabilir. 2020 savunma bütçesine ilişkin Kongrede ifade veren başta Savunma Bakanı Patrick Shanahan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Joseph Dunford olmak üzere tüm muharip komutan ve yetkililerinin bütçeyle ilgili sarf ettiği cümle bütçenin Ulusal Savunma Strateji Belgesi’ne uygun bir şekilde hazırlandığıdır. Dolayısıyla askeri güç ve gelecek projeksiyonlarına yakından bakıldığında ABD’nin büyük bir savaşa hazırlık yaptığını görmek mümkün.
Rekabete Askeri Hazırlık
Pentagon 2020 bütçesini Kongreye sundu ve bütçe raporuna göre 544 milyarı temel harcamalar, 174 milyarı da denizaşırı muhtemel operasyonlar fonu olmak üzere 718 milyar dolar harcama öngörülüyor. Bu sadece konvansiyonel savunma harcamaları için ayrılan miktar. Ayrıca Enerji Bakanlığı bütçesinde de 32 milyar dolar nükleer mühimmatın modernizasyonu için bütçe talep ediliyor. Sonuç olarak 2020’de Pentagon savunma için toplam 750 milyar dolar harcama yapacak.
ABD’nin orta vadeye yayılmış savunma projeksiyonlarına bakacak olursak ABD Deniz Kuvvetleri 274 gemilik donanmasını 355’e çıkarma planı yapıyor ve sayısı artırılan gemilerin tamamı stratejik gemiler. Örneğin donanmada 11 uçak gemisi var ve bir uçak gemisi daha inşa ediyor. Destroyer (muhrip) ve kruvazör gibi büyük denizlerde faaliyet gösterebilen savaş gemilerinin sayısını 88’den 104’e, taarruz denizaltı gemisi sayısını 48’den 66’ya, amfibi gemi sayısını 34’ten 38’e ve destek gemilerinin sayısını da 63’ten 71’e çıkarmayı planlıyor.
Hava Kuvvetlerinde de durum farklı değil. ABD ordusunun envanterinde aktif 3 bin 400 savaş uçağı var. Bunların 2 bin 100’ü Hava Kuvvetlerine, diğerleri de Deniz ve Deniz Piyadelerine bağlı uçuyor. Bu sayı Rusya’nın bir buçuk katı, Çin’in de iki katı kadar. Şu aşamada rafa kaldırılmış gibi görünse de ABD Hava Kuvvetleri aktif 312 filosunun sayısını 2030’a kadar 386’ya çıkarmayı planlıyor.
Bununla ABD ordusunda Pasifik, Avrupa, Afrika, Güney Saha, Kuzey Saha ve Merkez Kuvvetler muharip komutanlıklarına Siber Güvenlik Komutanlığı ve Uzay Kuvvetler Komutanlığı eklendi. Bu iki komutanlık ABD’nin artık siber alanda ve uzayda savunma değil saldırı operasyonları yapacağı anlamına geliyor. İki komutanlık da savunma birimleri olarak zaten mevcuttu ve ABD’ye yönelik bir saldırıya karşı savunma yapabilecek kapasitede oldukları ifade ediliyordu. Ancak Siber Güvenlik Komutanlığı kurulduğunda Pentagon bu komutanlığın artık siber alanda ofansif faaliyetler yapacağına dair bir genelge yayımladı. Uzay Kuvvetleri Komutanlığı da benzer şekilde gerek olduğu takdirde uzaydaki uydu sistemlerini düşürmede kullanılabilecek.
Diğer taraftan ABD Nükleer Durum İnceleme Belgesi Mart 2018’de yayımlandı. Belgede, ABD’nin nükleer kapasitesinin “nükleer ve nükleer olmayan saldırılara karşı caydırıcılık”, “müttefik ve ortaklara güvence vermek”, “caydırıcılığın çökmesi durumunda ABD hedeflerine ulaşmak” ve “belirsiz geleceği garanti altına almak” üzere modernize edilmesi gerektiği ifade ediliyor. Ayrıca Ohio sınıfı denizaltıların devam etmekte olan Columbia sınıfı yeni nesil nükleer kapasiteli denizaltılarla değiştirileceği ve Pentagonun karada konuşlu nükleer silahlarını Karada Konuşlu Stratejik Caydırıcı Güç programı kapsamında modernize edeceğine dikkat çekiliyor. ABD ayrıca hayalet uçakları olan B-2’lerin bir üst sınıfı B-21 tipi nükleer kapasiteli bombardıman uçaklarını da 2020’nin ortalarında devreye sokmayı planlıyor. Aynı zamanda nükleer kapasiteli ileri intikal F-35 uçaklarına nükleer kapasite ekleyip bunların “stand-off” olarak bilinen uzaktan uzun menzilli füzelerle kullanılması hedefleniyor. Belgedeki en çarpıcı konu ise ABD’nin nükleer olmayan veya düşük tesirli nükleer çatışmalara karşı düşük tesirli nükleer başlık üreteceğinin ifade edilmesidir. Pentagon bunu açık bir şekilde Rusya’nın nükleer çalışmaları yeniden başlatmasından dolayı üreteceklerini açıklamıştır.
Rekabete Siyasi Hazırlık
Askeri alanda lineer bir şekilde güç birikimine gidilirken ABD’nin dış politikasında buna paralellik arz edecek bir yol izlemediğini düşünmek mümkün mü? Bu sorunun tek bir yanıtı yok. Çünkü dış politikada atılan adımların tutarsızlığı, beklenilen sonuçların kimilerine göre imkansızlığı ve Trump’ın bu politikalara eşlik eden “Önce Amerika” sloganı kafaları karıştırıyor.
ABD hazırlandığı büyük güç rekabetinin bir ayağında Rusya ve Çin’e karşı askeri ve ekonomik üstünlük sağlamaya çalışırken diğer ayağında da bölgelerde bu güçlerle irtibatlı ülkelerin üzerine giderek veya Kuzey Kore gibi kimileriyle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışarak Moskova ve Pekin’in etrafını boşaltmaya çalışıyor. Aynı zamanda ortaklık ettiği ülkeleri de ABD’nin bakış açısıyla aynı çizgiye getirmeye zorluyor. Trump’ın dış politikada attığı adımlar dengesizce görülebilir veya başarılı olmayacağı tartışılabilir ancak bu adımların askeri stratejiyle paralellik arz ettiği açıktır.
ABD şu aşamada birkaç ülke üzerine yoğunlaşmış durumda; bunlardan biri Kuzey Kore. Trump görevdeki ilk yılını Kuzey Kore lideri Kim Jongun ile uğraşmakla geçirdi. Sosyal medya hesabında defalarca Kuzey Kore’ye askeri müdahale imalarında bulundu. Trump ne zaman Kuzey Kore’ye yönelik bir açıklamada bulunsa eski Savunma Bakanı Jim Mattis basın odasına inerek askeri seçeneklerin şu anda konuşulmadığını ifade etti. ABD Genelkurmay Başkanı Dunford bir gün basın odasında gazetecilerle konuşurken “Şu anda Kore Yarımadası’nda bir askeri çatışma olması durumunda, ne kadar profesyonel ayarlanırsa ayarlansın birkaç ay içerisinde milyonlarca sivil hayatını kaybeder çünkü kalabalık nüfusa sahip olan başkentler cephe hattına çok yakın” ifadesini kullanmıştı. Bu konuda Trump’a önemli ölçüde telkin söz konusu olmalı ki o da bir anda yön değiştirerek Kuzey Kore ile bir anlaşma yoluna gitti. Süreç henüz başarılmış değil ancak ABD nükleer güce sahip olsun ya da olmasın Kuzey Kore’yi Çin’in yörüngesinden çıkarmaya çalışıyor.
Washington’ın yoğun mesai harcadığı bir diğer ülke de İran. Trump, İran ile nükleer anlaşmayı bitirirken Tahran’a yönelik yaptırımları da artırdı. Ancak Amerikan ordusu İran’a yönelik bir askeri müdahalenin sonuçlarını henüz kestiremiyor. Bu nedenle başta Mattis ve Dunford olmak üzere savunma yetkilileri İran ile Obama döneminde yapılan nükleer anlaşmanın iptal edilmemesi gerektiğini ifade ediyorlardı çünkü İran’ın nükleer çalışmaları askıya alınarak Tahran’a karşı zaman kazanılmaya çalışılıyordu. Ancak Washington’da diğer bir düşünce de nükleer anlaşmanın İran’a Irak, Suriye ve Lübnan’da etkinliğini artırma fırsatı verdiği yönündedir. Washington’daki bu kafa karışıklığı giderilmiş değil ancak Trump yönetimi rejimin içten yıkılması konusunda büyük çaba sarf ediyor. Tahran’a yönelik bir operasyonun sonuçlarına ilişkin net bir kanı oluştuğunda veya İran ile ABD arasında askeri bir çatışmayı kaçınılamaz kılan bir durum ortaya çıktığında Washington’ın Tahran’a yönelik daha somut bir adım atması söz konusu olacaktır. ABD Dışişleri ve Ulusal Güvenlik Konseyi İran konusunda şu anda yaptırımların yanı sıra Tahran’daki rejim muhaliflerini desteklemekle yetiniyor.
ABD yönetiminin rejim değişikliği konusunda yoğunlaştığı diğer bir ülke de Venezuela. Venezuela’da Maduro’nun ülkeyi kötü yönettiği, Latin Amerika ülkelerinin ilk kez bir konuda ağız birliği yaptığı dikkat edilmesi gereken hususlar. Maduro ülkeyi kötü yönettiği için mi ekonomi kötüleşti yoksa ABD’nin son üç yıldır Venezuela ekonomisini hedef alan adımları mı ekonomiyi kötüleştirdi? Maduro ülkeyi kötü yönettiği için mi Latin Amerika ülkeleri Maduro’nun gitmesi konusunda nadiren görülen bir ittifak oluşturdu yoksa ABD’nin bu ülkelerin birçoğunu finanse etmesi mi buna sebep oldu? Bu soruların yanıtları da tek değil ve oldukça karmaşık ancak şu söylenebilir ki ABD’nin Venezuela’daki diplomatik darbe girişimi iddia edildiği gibi ne yönetimin demokrasiye aykırı davranışları ne de ülkenin petrolüyle doğrudan ilişkilidir. Son birkaç yıldır Venezuela’nın Rusya ile askeri ilişkilerini tekrar canlandırmaya çalışması, Rusya’nın Venezuela’ya bombardıman uçakları ve savaş gemileri göndermesi ABD’nin dikkatinden kaçmış değil.
Venezuela’nın aynı zamanda Nikaragua gibi komşu ülkelerde ABD karşıtlarını desteklemesi de Washington’ın dikkatini çekiyordu. Küresel arenada paradigma terörizm kaygısından büyük güçler arasındaki rekabet kaygısına doğru kaymışken ABD’nin Venezuela ile Rusya ilişkilerinin canlanmasını ve Venezuela’nın ABD karşıtlığını körüklemesini görmezden gelmesi düşünülemez. Bu duruma ABD’nin savunma belgelerinde de dikkat çekiliyor. ABD’nin Latin Amerika’da görevli Güney Saha Komutanlığı (SOUTHCOM) “2018 Durum Belgesi”nde Rusya ve Çin’in Küba, Venezuela ve Nikaragua’da etkinliğini artırdığına dikkat çekiyor. Belgede ayrıca Venezuela ile ilgili “Rus ve Çin’in desteğinden cesaret alan Venezuela bölgede provokatif faaliyetlerde bulunarak Guyana’nın egemenlik haklarını ve yönetim alanını tehdit ediyor. Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) savaşçılarına güvenli alan sağlayarak Kolombiya’nın istikrarını tehdit ediyor” ifadelerine yer veriliyor.
Bu belge ışığında ABD yönetiminin Küba, Venezuela ve Nikaragua’ya baskısını artırması dikkat çekiyor. Şunu not etmek gerekir ki ABD’nin Latin Amerika’daki kanlı darbelerle olan iltisakı malum. Bu kanlı imajı Soğuk Savaş sonrasında düzeltmek için büyük çaba sarf eden Pentagon elbette yeniden Latin Amerika’da benzer sahnelere dönme konusunda isteksiz. Bu yüzden hükümetin tüm unsurları kullanılırken askeri seçenekler –birkaç kez Trump tarafından muğlak ifadelerle zikredilmesi dışında– henüz derinlikli bir şekilde tartışılmış değil. Ancak süreç çok kutuplu bir dünyada büyük güç rekabetine doğru işlerken ABD ordusunun da Latin Amerika’ya müdahaleyi seçenek dışı bırakması beklenemez.
Trump yönetimi Çin ve Rusya’ya yakın ülkelerin üzerine giderken müttefiklerini ve uluslararası toplumu da ABD’yi kendi coğrafyasına çekmekle tehdit etmektedir. NATO müttefiklerine “Yapmaları gereken ödemeleri yapmazlarsa kusura bakmayın kendi başınızasınız, artık sizi koruyamayacağız diyeceğim” diye tehditte bulunan Trump, Güney Kore’yi ABD askerlerinin ülkedeki maliyetlerini karşılama konusunda yeni bir anlaşmaya zorlamış ve Seul’un yaptığı ödemeyi arttırmıştır. Körfez ülkelerini “Bizim korumamız olmazsa o bölgede bir gün duramazlar” diyerek aşağılayıp Körfez’i Rusya destekli İran’ın merhametine bırakmakla tehdit etmiştir.
Diğer taraftan ABD ile bu türden bir ilişkisi olmayan ancak Washington’ın müttefikleri olarak görülen Türkiye ve Pakistan’a yönelik girişimler de dikkatle izlenmelidir. Pakistan’a yapılan 900 milyon dolarlık yardım bir anda kesilmiştir. Yönetim buna Pakistan’ın Afganistan’da Taliban’la mücadeleye yeterince destek vermemesini bahane etmiştir. Halbuki Pakistan’ın on dokuz yıldır bölgede Afganistan’a yönelik siyasetinde bir değişiklik yoktur. Ancak İslamabad’ın Pekin ile ilişkisi giderek gelişiyor. ABD’nin silah satışları konusunda sorunlar çıkarması Pakistan’ı Çin’e yönlendirmiş ve bu durum da Trump yönetiminin dikkatinden kaçmamış görünüyor.
ABD, Türkiye’ye karşı tehdit olarak kullanabileceği herhangi bir askeri yardım sağlamıyor. Bununla birlikte Türkiye’nin hava savunma ihtiyaçları için Rusya ile S-400 konusunda anlaşması tam da büyük güç rekabetine hazırlandığı bir dönemde Washington açısından kabul edilemez görülüyor. Türkiye S-400’lerin istihbarat toplama riskine yönelik her türlü taahhüdü verdiği halde özellikle de Amerikan Kongresi Ankara’ya yönelik ciddi yaptırımlar uygulanması gerektiğini savunuyor. Öyle ki Türkiye’nin üretim ortağı olduğu F-35 savaş uçağı programından çıkarılması da teklif ediliyor. ABD’nin birçok müttefikinde Rus teknolojileri varken ve birçok ABD müttefiki ülke de S-400 almayı planlarken tüm taahhütlere rağmen Washington’ın Ankara’nın S-400 alımına odaklanması sadece birkaç güvenlik riski veya silah satışı konusundaki rekabetle izah edilecek bir durum değildir. Bu durum daha çetrefilli bir projeksiyonla ilgilidir.
Sonuç olarak ABD Rusya ve Çin’e karşı hem konvansiyonel hem de stratejik güç rekabetine girmiş durumdadır. Askeri harcamalarını bu yeni duruma göre ayarlarken dış politikasını da bu güç rekabeti ekseninde yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Venezuela krizinden Kuzey Kore ile görüşmelere, Körfez ve NATO müttefiklerini tehdide kadar Trump’ın attığı çoğu adımda büyük güç rekabetinin iz düşümünü görmek mümkündür. İzlenen bu yöntemlerin başarılı olup olmayacağı meçhul ama Amerikan dış politika uzmanları Trump’ın attığı pek çok adımın uzun vadeli sonuçlarının ABD’nin aleyhine olacağını savunuyor.