Simone de Beauvoir, İkinci Cins eserinde kapitalizmin yerleşmesi ve genişlemesi ile kadınların hemen hemen her toplumda yoksun ve ezilen tarafları oluşturduğunu anlatır. Türkiye’de feminizm ve yaygın kabul görmüş seküler anlatıya göre ise kadınlar, “din, gelenek ve ataerki” tarafından mağdur edilmektedir. Çoğunlukla bu anlatı, 19. yüzyıldan itibaren modernleşme biçimlerinin, kapitalizmden kaynaklanan üretme biçimlerinin, daralan aile yapısının kadınlığı nasıl zorladığını, şekillendirdiğini ve çoğunlukla nasıl mağdur ettiğini ihmal etmektedir. 19. yüzyıldan itibaren devletle karşı karşıya gelen vatandaş kadınların sorunları, neredeyse tüm dünyada ancak 20. yüzyılın sonlarında tam teşekküllü bir şekilde konuşulmaya başlanabilmiştir.
Günümüzde “kadınların güçlendirilmesi” (empowerment), “bağımsız ve güçlü kadın”, “iş dünyasında kadın” gibi sloganik ifadeler, reklam sektörü tarafından dahi tamamen benimsenmiş olsa bile etkili çözümler üretmekten ziyade çerçeve değerlerle kavga etmekten ibaret görülen içi boşaltılmış söylemler şeklinde zuhur etmektedir.
19. Genç yüzyıldan itibaren geniş bir şekilde modernleşme ile karşılaşan topluluklar, değişen vatandaşlık ve sorumluluk algıları, her toplum gibi Türk kadınlarını da derinden etkileyen süreçlerin kapısını aralamıştır. Tarihe bir hesaplaşma olarak değil de anlamak amacıyla bakarsak, geçen yüzyılda karşımızda şöyle bir manzara görebiliriz: 20. yüzyılın başında Osmanlı toplumu hızlı bir dönüşüm ve modernleşme sancısı çekiyordu. Kadınlar da elbette bu süreçten payını almıştı. Yeni bir kamusal alan inşa ediliyordu ve bu kamusal alanda kadının yeri pek de net değildi. Öte yandan bütün bu sosyal dönüşümün tetikçisi olan ekonomik ve teknolojik gelişmeler, aynı zamanda dünyayı hiç olmadığı kadar karmaşık ve çok büyük savaşlara sürüklemekteydi. Bu süreçte Osmanlı kadınları, çağdaşları ile eş zamanlı olarak bir hak mücadelesi başlatmışlardı. Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın Hareketi kitabında anlattığı Kadınlar Dünyası dergisi ve çeşitli dernek oluşumları, açık ve net bir şekilde ve zamanın ruhuna uygun olarak, hak talepleri yolunda gelişen bir kadın mücadelesine işaret ediyordu. Bu mücadele Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı gibi savaşlarla kesintiye uğramış olsa da Cumhuriyete uzanan organik bir mücadeleydi.
Genç Cumhuriyet kadın meselesini dikkatle ele aldı. Kadınlar, Türk modernleşmesinde içeriğin değil, estetiğin sembolü oldular. Kadınların modern görüntüleri ile kamusal alanda var olmaları özellikle desteklendi. Sekülerleşme ile birlikte örnek Cumhuriyet kadınlarının yukarıdan aşağıya taşra ve köydeki kadınları da dönüştüreceği öngörülüyordu. Yeni bir ideoloji kuruluyordu ve bu ideolojide kadınlara da harfi harfine düşen görevlerin sınırları çizilmişti. Zafer Toprak’ın devlet feminizmi olarak nitelendirdiği bu durum bazı mevzuların önünü hızla açtı. Mesela kadınlara seçme seçilme hakkı verildi. Çağdaş başı açık cumhuriyet kadınlarına başta muallimlik olmak üzere üniversite kapıları açıldı. Genç cumhuriyet, bir yandan kadınlara vatandaş olarak bir hüviyet kazandırırken, diğer yandan Osmanlı kadınlarından gelen organik kadın hareketinin önünü kesmekten de geri durmadı. Mesela o dönemin en yaygın kadın hareketinin öncüsü, Yaprak Zihnioğlu’nun Kadınsız İnkılap kitabında anlattığı Nezihe Muhiddin ve arkadaşlarının hak mücadelesinin önü kesildi. Hatta daha Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmadan evvel kurulan Kadınlar Halk Fırkasının nasıl hışımla kapatıldığını, Nezihe Muhiddin’in nasıl bir itibarsızlaşmaya uğradığını göz önünde bulundurursak Cumhuriyetin ilk yıllarında aslında bağımsız bir kadın hareketinden hoşlanılmadı ve kadın hakları “alınan değil, verilen” bir çerçevede tutuldu. Talihsiz başlayan kadın hakları mücadelesi, belki de bugüne kadar toplumu ile barışık bir kadın mücadelesinin ortaya çıkmasına engel oldu. Kadınların hak mücadelesi üç çizgide devam etti; ya bütün toplumla kavga eden marjinal sol feminist bir tonda yahut Elif Akşit’in Kızların Sessizliği kitabında anlattığı gibi devletin çizdiği soğuk ve itaatkar sınırlarda ya da iktidarını ataerki ile pekiştiren yönetimlerde kadın mücadelesini görmezden gelmesi şeklinde. Kendisini cumhuriyet kadını nesli olarak tanımlayan bir nesil, hakların bu şekilde verili olmasından rahatsız olmadılar.
Kadın hakları konusundaki rahatsızlıklar ancak 80’lerden sonra ortaya çıkan feminist hareket içinde ifade edilip tartışılabildi. Bu hareketin öncülerinden olan Şirin Tekeli gibi yazarlar “kadınların otoriteden bağımsız verdikleri hak mücadelesinin saygın bir mücadele gibi algılanmadığının” altını çizdiler. Bu amaçla sahaya inmek ve entelektüel romantizmden ziyade sahadaki gerçek taleplerin (eşit ücret, miras hakkı, kreş talebi, doğum izni vs.) sesi olmak gibi bir gündem ortaya koydular. Zaman zaman kendilerinin de yaptığı bir özeleştiri ile 80 sonrası kadın hareketi, organik ve hak mücadelesi eksenli bir kadın hareketi olmakla birlikte sol aktivizmin içinde zaman zaman gölgede kalmış ve farklı kadın kimliklerini dışlamıştı.
Zaman zaman temaslar olsa da bütünüyle 80 sonrası feminist hareketin temsil etmediği hatta çoğunlukla görmezden geldiği bir başka kadın hareketi 90’ların ortalarında 28 Şubat darbe yönetiminin doğrudan kadınları hedef alan başörtüsü yasakları gibi uygulamaları sonucu ortaya çıktı. Türkiye’de İdris Küçükömer’in işaret ettiği iktidara yürüyen muhafazakar kitlelerin kamusal alandaki görünürlüğünün yerleşik elitler tarafından sert bir şekilde engellenmeye çalışılması sonucunda hem siyasi hem de sosyal anlamda o döneme kadar kadın hareketleri içinde yer bulamamış başörtülü kadınlardan organik bir kadın hareketi ortaya çıktı.
Başörtüsü yasakları, kadın eksenli ciddi bir hak ihlali olarak devam ederken, Türkiye 2000’lere çözülmemiş pek çok kadın sorunu ve halledilmesi gereken ideolojik zihniyet sorunları ile girdi.
Kanun ve yasalarda bir muğlaklık olmamasına rağmen kadınların miras hakkı ve özel mülkiyet hakkını elinden alacak uygulamalar, cinsiyetçi ve kadınları cezalandırıcı kanun dili, doğum, süt izni, kreş, gebelik gibi konuların detaylı olarak ele alınmamış olması, aile içi şiddete dair yasa ve uygulamaların çok yetersiz olması, cinsel suçlarda kadınların birey olarak değil, işlenen suça göre veya evli-bekar olmasına göre ele alınması, parlamento ve diğer karar alma mekanizmalarında sınırlı kadın katılımı, kadına karşı şiddete genel olarak devlet kurumlarının duyarsızlığı, (kocandır döver mantığının geçerli olması) kız ve erkek çocuk okullaşmasında büyük bir uçurumun olması ve 2000’lerin başında hala milyonlarca kadının okuma yazma bilmemesi gibi azımsanmayacak somut meseleler, 21. yüzyılın Türkiye’sine miras kalmıştı.
Yeni Bir Yüzyıla Doğru Halledilen Meseleler
Son 20 senede Türkiye’de kadınların hayatında hem sosyal hem de hukuki zeminde atılan adımlar sayesinde gözle görülür bir ilerleme kaydedildi. Bu cümle, yapılan hukuki düzenlemelerin içeriğini detaylandırmaya kalksak bu yazı sınırlarını çok aşacağı için hamasi bir cümle olmaktan çok uzaktır. Öncelikle 2003’ten başlayarak hem iş kanununda hem de medeni kanunda yapılan düzenlemelerle kadının statüsünde düzenli olarak iyileştirmeye gidilmiştir. Bunlardan en önemlilerinden bir tanesi daha evvel hukuk sisteminde yer alamayan iş yerinde cinsel tacizin kanunla tanınarak, kadınlara tek taraflı iş akdi feshinin tanımlanmasıdır. 2004’te anayasanın 10’uncu maddesinin 2’nci fırkasına “kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” ibaresi eklendi ve daha sonra TBMM’de Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu kuruldu. Ayrıca kadının statüsü genel müdürlüğü yasal statüye kavuşmuş ve şu anda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde bulunmaktadır.
Kadına karşı şiddet konusu da AK Parti döneminde detaylı olarak ele alınmıştır; şiddet meselesi hem bir güvenlik hem de sosyal politika sorunu olarak görülmüştür. Anayasa’nın 70. ve 90. maddeleri değişikliklerle güçlendirilmiştir. Töre cinayetleri, namus cinayetleri hafifletici neden olmaktan çıkmış, kasten öldürme kapsamına alınmıştır. Mahkemelerin kadın cinayetlerinde iyi hal indirimine gitmemesi yönünde, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı düzenli olarak davalara müdahil olmaktadır. 2012’de 6284 Sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” yürürlüğe girmiştir. Aile bakanlığının Alo 183 hattının yanında İçişleri Bakanlığının mobil uygulaması olan KADES uygulaması devreye girmiş ve 2020’de yaklaşık 30 bin kadın yardım istemek için bu uygulamayı kullanmıştır. 81 İl Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Müdürlüğü bünyesinde Aile İçi ve Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Büro Amirliği kurulmuştur. 44 İl Jandarma Komutanlığı’nda Çocuk ve Kadın Kısım Amirliği kurulmuştur. Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri Yönetmeliği yürürlüğe girmiştir.
Elbette bunlarla beraber şiddete uğrayan bir kadın karakola başvurduğunda “kocandır döver” denen bir zihniyetten, devletin vatandaşını her tür şiddetten koruması gerektiği algısına geçmek ciddi bir zihni dönüşümü beraberinde getirmektedir. Bu amaçla, emniyet mensupları, diyanet mensupları, sosyal hizmetler, sağlık personeli gibi çeşitli kamu mensuplarına düzenli bir şekilde şiddetle mücadele eğitimi verilmiş ve arzu edilen zihniyet dönüşümüne önemli bir katkı sağlanmıştır. Zira bazen toplumla direkt temas eden bu meslek gruplarındaki devlet memurlarının örtük şiddeti tespit etmesi ve ihbar yükü ile müdahil olması gerekmektedir.
Şiddetin önlenmesinin yanı sıra kız çocuklarının erken evlendirilmesi ve eğitime devamı sağlayamaması konularında ulusal kampanyalar, projeler ve teşvik mekanizmaları hayata geçirilmiştir. 2015 itibari ile kız ve erkek çocuklarının, okullaşması arasındaki fark kapanmıştır. Ülkemizde 2012’den itibaren ilköğretim 4+4+4 şeklinde kız ve erkek çocuklarına zorunlu ve ücretsiz olarak sunulmaktadır. Pandemi döneminden hemen önce yayınlanan 2020 TÜİK verilerine göre Türkiye’de 2009’da 25-29 yaş grubunda yüksekokul ve üstü eğitime sahip olan erkekler yüzde 15.2, kadınlar yüzde 14.5 iken bu oran 2020’de kadınlarda yüzde 44.5’e erkeklerde yüzde 38.3’e yükselmiştir. Yükseköğretimde ilk kez kadınların erkekleri geçtiği bu oran, cumhuriyet tarihinin en yüksek oranıdır.
2013’te hayata geçirilen demokratikleşme paketi ile kamu kurumlarında başörtüsü yasağına son verilmiştir. O tarihten itibaren kamu kurumlarında ve üniforma gerektiren savcı, polis vb. mesleklerde kadınlar hiçbir engelle karşılaşmadan başörtüsü takabilmekte ve inanç özgürlüğünü yaşayabilmektedir. Başörtüsü ile ilgili en demokratik adım ise ilk kez 7 Haziran 2015 seçimlerinde atılmış, mecliste temsil edilmek üzere başörtülü vekiller sahaya çıkmış ve seçilmişlerdir. Türk toplumunun büyük çoğunluğunu oluşturan kadınların on yıllarca seçme hakkı varken seçilme hakkından istifade edemediği böylece toplumun önemli bir kesiminin parlamentoda temsil edilmediği bu anti-demokratik uygulama 2015’te sona ermiştir.
Neler Eksik?
Doğum izninden iş yerlerine kreş açılmasına, sosyal yardımlardan okullaşma oranına ve atılan birçok demokratik adıma rağmen hala kadın meselesinde özellikle zihniyetlerin dönüşümü eksenli bazı eksiklikler bulunmaktadır. 2005’ten itibaren yapılan medeni kanundaki değişiklikler, şiddetle mücadelede atılan adımlar, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kadına yönelik şiddet ve kadın hakları konusunda tavizsiz ve devrimci söylemlerine rağmen sosyolojik zeminde, iş hayatında ve sosyal yaşamda kadınların varlığının henüz sindirilmemiş olduğuna işaret eden bazı uygulamalar, söylemler mevcuttur.
Zira yasalar zamanın ruhunun ilerisinde dahi olsa bütün sorunları sadece yasa yaparak çözmek mümkün değildir.
Belki en temel meselelerden birisi; kapitalizm, tüketim alışkanlıkları ve reklam sektörünün etkisi ile sürekli pohpohlanan güçlü kadın ve bağımsız kadın imajı aslında kadınların sadece alım gücüne hitap eden bir metalaştırmanın sonucudur. Günümüz burjuva kültürü, kadını ezen ataerki ve geleneğe karşı kurtarıcı bir söylem takınırken; dedikodu, moda, evlilik ritüelleri, yemek tarifleri, çocuk bakım ürünleri, teknik annelik, güzellik sırları vb. ile kadınlığı kuşatıcı bir aile konsepti ortaya koyar. Ne acıdır ki kadınlığın bu kuşatıcı metalaştırılmasına karşı Türkiye’deki muhafazakarlar ciddi bir felsefik duruş ortaya koyamamış, tam tersine bu alanları kadınlar kendilerini oyalayabildikleri için “tehlikesiz” bulmuştur. Burjuva kadınlığının, kadınları işlevsiz bir kadınlığa hapsetmesi; Türki modernleşme biçiminin geleneksel süreçlerinin, kadınları neşvünemadan tamamen dışlamış olmasından ve dindar muhafazakar çevrelerin de kadın sorunlarını feminist/Marksist bir bağlamda ele almayacağız, diye ortaya konmuş fikri çabalardan uzak kalarak sağlıksız bir kadın profiline katkı sunmasının bir sonucu olabilir.
Miras hakkı ve mülkiyet gibi konularda yasalarımız son derece açık ve net olmasına rağmen ülkemizde kadınların mirastan pay almasının aile içi süreçlerle engellenmeleri ve mülkiyet konusunda bir yetersizlik söz konusudur. Bu durum da sosyal alanda halledilmesi gereken bir zihniyet problemine işaret eder.
Parlamentodaki kadın temsilinin artması, özellikle eşitlikçi demokrasinin gereği olarak başörtülü kadınların da parlamentoda temsil edilmesi fevkalade olumlu bir gelişmedir ve bu durum, siyasetin, toplumun talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiğini gösterir. Lakin siyasetin bu konudaki gayreti, büyük şirketler tarafından takip edilmemektedir. Türkiye’de sektörel olarak faaliyet gösteren büyük şirketlerde hala başörtülü yöneticiler, başörtüsü takan beyaz yakalı personel gözlemlenmemektedir. İş dünyası bu konudaki direncini maalesef kırmış değildir. Zaman zaman büyük kolejlerin başörtülü stajyer öğretmen bile almak istemediği veya bazı başörtülü kadınların daha iş başvurusu sürecinde elendiği maalesef hala basına yansımaktadır.
Kadınların karar alma mekanizmalarında varlığı ve artışı en önemli konulardan birisini teşkil etmektedir. Lakin hem siyasi temsilde hem de karar alma mekanizmalarında var olan kadınlar için şu soruları da sormak elzemdir. Kadınlar bu konumlara geldiklerinde tam olarak nasıl bir fark meydana getiriyor? Kadınların görünürlüğü salt bir aktörlük mü yoksa öznellik de mevcut mu? Maalesef “kadın kotası baskısı” nedeniyle bazen görünürlük sağlanan kadınların sistemsel sorunları tespitinden ziyade “sorun çıkarmayacak” kriteri ile seçilmesi de var olan problemlerden biridir. Zira bazen kadınlardan istenen aktif öznellik değil, basit katılımdır.
Doğum izni, süt izni, kreş hakkı gibi konularda çok ileri adımlar atılmasına rağmen özel sektör zaman zaman bu konulardan doğan maliyetin bir toplumsal faydaya (neslin devamına) yaradığını kabul etmemektedir. İşverenler, devletin kadınlara tanıdığı imkanları kendilerine yük olarak görmekte ve bazen mobbingle kadınları istifaya zorlamaktadır. Bazen de daha işe alımda kadınların evlilik ve potansiyel doğurganlıkları ile ilgili mülakatlar yapabilmektedirler. İşverenler, çalışan kadınlar ve çocuklardan doğacak maliyeti üstlenmek istememekte ve hatta doğurganlık çağındaki kadınların iş değiştirme, terfi alma gibi durumlarında doğum yapmaları, genel iş hayatında negatif bir etken olarak görülmektedir.
Günümüzde çalışan kadın sayısı bir yandan artarken, hala çalışan kadınlar içinde belli sektörlerde ve belli aşamalarda yığılmalar bulunuyor. Kadınlar için genellikle daha az ücretle çalışılan alt kademe işlerde yığılma var. Mesela bir medya kuruluşunda çalışan bol miktarda asistan, editör, muhabir, sunucu kadın bulabilirsiniz. Ama iş köşe yazarı, yönetici gibi mevkilere geldiğinde, sayılar bıçak gibi kesilir.
Maalesef, hala iş dünyasında eşit işe eşit ücret ödenmemesi ise kadınlar ve erkekler daha işe girerken başlayan bir ayrımcılık. Çalışan kadınların çoğu iş ve ev yaşam dengesinde gerekli sosyal ve altyapısal destekleri bulamıyor. İş yerlerinde çocuk bakımı, okul ve eğitim süreçlerinin takibi bütünüyle kadınların üzerinde olduğu için kadınlar sık sık bu gibi konularda mobbinge maruz bırakılıyor. Ayrıca kriz dönemlerinde kadınların işsiz kalma oranı, bütün dünyada daha yüksek. En son yaşanan pandemi sürecinde, çalışan kadınlar, çok daha fazla yükle ve zorlukla baş başa kalmışlardı. Kadınlar bu sebeplerle ilerleyen yaşlarında “işleri aksatmak ve verimsiz olmak” gibi suçlamalarla kolaylıkla karşılaşabilmektedir.
Boşanma ve nafaka konuları son zamanlarda toplumda oldukça geniş bir zeminde tartışılmaktadır. Boşanmanın nafakayı ilgilendiren boyutu ile ilgili yasal düzenlemeler, evlilik kurumunun devamının aleyhinde ve toplumsal ailevi düzenin yıkılması gibi algılanmaktadır. Bu konuda Türk kanunları açık ve nettir. Mesela evlilik şiddetle gölgelendiğinde kadınların her ne olursa olsun o evliliğin içinde kalacağı veya istenildiği zaman bir kenara konularak devam edileceği konusunda devletin net bir tavrı bulunmaktadır. Kadınlar, bu tarz durumlara karşı yasal güvence altındadır.
Son zamanlarda boşanma süreçlerini göz ardı eden ve gittikçe artan organize bir nafaka karşıtlığı söz konusudur. Nafaka süreçleri de yasal süreçlere dahil olmakla birlikte nafaka ödemeye karşı çıkan erkeklerin aynı zamanda -özellikle daha gençken- kadınların çalışmasına da karşı çıktıkları gözlemlenebilir. Bu detay genellikle atlanmaktadır. Aile kurumunun devamı için kadınların evde oturup çocuk bakmasını talep edenler, boşanma gerçekleştiği takdirde kadının bir şekilde başının çaresine bakmasını istemektedir. Bu noktada kültürel olarak evliliğin daha küçük yaşlarda kadınlar için geçim sağlamanın ve kendini gerçekleştirmenin tek yoluymuş gibi konmasının da payı büyüktür.
Evlilik kurumunun, erkeğin hayatına, kariyerine devam ettiği, kadının ise çocuklarla ve evlilikten doğan fedakarlıklarla daralma ve gerileme yaşadığı bir kurum olmaktan çıkması ile önümüzdeki yıllarda toplumumuz başka ailevi ve sosyal krizlere de gebe olabilir. Bu durum, iyi anlaşılması ve tahlil edilmesi gereken bir konu olarak karşımızdadır.
Aynı şekilde ekonomik kriz ve daralma dönemlerinde genellikle aile içi harcama/tasarrufta kadınların ve kız çocuklarının daha fazla etkilendiğini unutmamak gerekir. Kadınlarla ilgili temel harcamalar tali, temel ihtiyaçların ötesinde görülmeye başlanabilir. Bu tehlike bütün toplumlar için söz konusudur. Bu dönemlerde işten çıkarma, eğitim hakkından mahrum olma, mirasına el konma gibi durumlarla kadınlar daha fazla karşılaşırlar.
Değişen dönüşen dünyamızda hepimizce malum olan kaybolan değerlerden ve yozlaşmadan etkilenen aile yaşantısının bütün faturasını kadınların çalışma hayatına girmesine kesmek isteyen bir düşünce yeşermeye başlamıştır. Anneliğin ve ailenin kutsallığı üzerinden retorik geliştirirken, kadınların bugünkü ihtiyaçlarını göz ardı ederek eskiye özlem duymak, sürdürülebilir bir yöntem olmayabilir. Zaman zaman söylemlerde anneliği övmek, yaşlanan dünyamızda aile kurumunu ve kadın doğurganlığını teşvik etmek, anne olan kadınlarla diğer kadınlar arasında hiyerarşi gözetmeye varmamalıdır. Bir kutlama yaparken bile kadınlardan eşlerimiz, kardeşlerimiz, annelerimiz şeklinde bahsetmek, kadınları her şeyden evvel bir “kul” olarak muhatap almamak gibi -iyi niyetli de olsa- söylemlerle demokratik iktidarlar aralarına bir mesafe koymalıdır.