Küresel siyasette kartlar yeniden karılırken ve gerek Atlantik-Pasifik ekseni gerekse Ortadoğu bölgesel jeopolitiğinde güç dengelerinin yıllardır oturmuş konfigürasyonu yeniden belirlenirken Türkiye üzerine uygulanan “sistemik basınç” da giderek artıyor. Tipik bir yükselen güç refleksiyle birçok alanda özerk politika tercihleri benimseyerek uluslararası sistemde 16 kendisine alan açmaya ve ittifak opsiyonlarını genişletmeye çalışan Ankara’nın, gerektiğinde ABD, NATO ve AB eksenini rahatsız eden söylem ve eylemlerde bulunmaktan çekinmediği sır değil.
Yarım asrı aşan NATO güvenlik şemsiyesi üyeliği ve AB ile yürüyen tam üyelik müzakerelerine rağmen, çok kutuplu dünyada ve Ortadoğu’nun dalgalı sularında Soğuk Savaş’tan kalma “Batı kampının sadık bir üyesi” imajıyla Türkiye’nin stratejik hedeflerine ulaşması mümkün değil. Dolayısıyla çok yönlü bir dış politika ve ekonomi stratejisi oluşturulması kaçınılmaz bir gereklilik. Tam da bu yüzden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zaman zaman sıra dışı görülen çıkışlar yaparak açık diplomasi yoluyla Şanghay İş Birliği Örgütü (ŞİÖ) üyeliğinden söz etmesi ya da mülteci sorununa duyarsız kalan Avrupa’ya yönelik eleştirileri yeni dönemin kodlarını yansıtıyor.
Algı Şekillendirme Savaşı
Uluslararası sistemin başat aktörleri ile kritik çatışma alanları ve jeopolitik tercihlerinde “uyumlu” pozisyon alması yönünde baskı altına alınmaya çalışılan Türkiye’ye karşı daha önceki dönemlerde de sıkça gördüğümüz üzere terör saldırıları, siyasal-sosyal gerilim ve ekonomik istikrarsızlık tehdidi gibi bilindik araçların aynı anda devreye sokulduğu kritik bir dönemden geçiyoruz. Dış politikada Suriye’deki stratejik amaçlarına ulaşmak için başlıca kara gücü olarak tanımladığı PYD ile çalışmayı tercih eden ABD, Ankara’yı PKK uzantısı PYD-YPG ile çalışmaya zorlamak ve Rusya ile son zamanlarda oluşan yakınlaşmayı sarsmak için istikrarsızlık dinamiklerine doğrudan ya da dolaylı olarak katkı yapıyor. ABD, 15 Temmuz sürecinden bu yana FETÖ ve elebaşı ile mücadeleye katkı vermemek için ayak diremeye de devam ediyor.
Kendi içindeki anlaşmazlıklar, ekonomik zayıflama ve yükselen aşırı milliyetçilik ile boğuşan AB ise mülteci meselesinde kilit önemde gördüğü Türkiye üzerinde tam üyelik müzakere sürecini askıya alma tehdidiyle baskı kurmaya çalışıyor. Diğer taraftan birçok Avrupa ülkesi topraklarında faaliyet gösteren PKK ve diğer terör örgütlerini açıkça himaye etmeyi sürdürürken, DEAŞ’la mücadele konusunda dahi Türkiye ile iş birliğine yanaşmıyor.
Suriye’de siviller için bir güvenli bölge oluşturabilmek amacıyla el-Bab’da DEAŞ ile kıyasıya bir mücadele veren Ankara’nın konvansiyonel müttefiklerinden hiçbir destek alamadığı da herkesin malumu. FETÖ, DEAŞ, PKK, DHKP-C ve benzeri örgütler için ise bu dumanlı hava, Türkiye’ye karşı girişecekleri terörist saldırılar için hem ABD hem de Avrupa ülkelerinden doğrudan ya da dolaylı destek bulabilecekleri uygun bir ortam yaratırken, Türkiye’nin milli güvenlik risklerini de haliyle yukarılara taşıyor.
Siyasal sistemin etkinliğini artıracak Cumhurbaşkanlığı Sistemi etrafındaki tartışmalar ve Suriye’deki jeostratejik mücadele sürerken, ülkenin yönetilemez hale geldiği algısını yaygınlaştırmak ve seçilmiş cumhurbaşkanı ile hükümetin sosyal meşruiyet tabanını eritebilmek için seri terör saldırıları ve toplumsal gerginliği yükseltecek her türlü organizasyon artan bir sıklıkla devreye alınıyor. Yerli-yabancı medya organları ile sosyal medya aracılığıyla pompalanan siyasi ve sosyal istikrarsızlık görüntüsü üzerinden toplumsal kutuplaşmalar ve muhtemel çatışmaların tetiklenmek istendiği kritik bir konjonktürden geçiyoruz.
Bu kritik konjonktür içinde döviz kurlarındaki oynaklık ve ekonomik kriz söylemleri üzerinden ülkenin gelecek perspektifi ve kalkınma vizyonunun da esir alınmak istendiği gözlerden kaçmıyor. Birçok alanda yapısal problemlerini çözerek yol almaya çalışan Türkiye ile ilgili ekonomik beklenti, büyüme potansiyeli ve üretim, yatırım, istihdam üzerine her türlü pozitif düşüncenin sistematik biçimde yerle bir edilmeye çalışıldığı bir “algı şekillendirme savaşı”nın tam ortasındayız. İşte bu yüzden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çok boyutlu güvenlik risklerine karşı ekonomik niteliği de öne çıkan bir “milli seferberlik” hareketinden bahsetmesi, gelecek vizyonumuzun şekillenmesi açısından büyük önem taşıyor.
Ekonomik Güvenlik Meselesi
Küresel ekonomi politik sistemde yeniden yapılanma dinamikleri devam ederken Türkiye küresel enerji kaynakları ve pazarları arasında dinamik ve güvenli bir koridor olarak öne çıkıyor. Uluslararası ticarette yerel para birimlerini kullanarak yeni ekonomik ağlar oluşturuyor. Londra-Pekin hattında önemli bir lojistik ve ulaştırma kavşak noktası ve bölgenin en dinamik sanayi ve üretim merkezi olarak sivriliyor. İstanbul bölgesel bir finans, ticaret, eğitim, sağlık ve havayolu merkezi olarak büyük gelişim potansiyeli taşıyor. Kamu- özel sektör ortaklığıyla dünyanın en büyük altyapı projeleri hayata geçiriliyor. Bunlar Türkiye’nin ekonomik potansiyelini ortaya koyan faktörlerden sadece birkaçı.
Ancak ülke imajını olumsuz etkileyen iç ve dış faktörlerin siyasi istikrar ile birlikte ekonomideki büyüme potansiyelini de tehlikeye sokma ihtimali taşıması, karşımıza ciddi bir “ekonomik güvenlik” meselesi çıkarmış bulunuyor. Diğer bir deyişle ekonomideki büyüme ivmesini korumak ve istihdam, üretim ve yatırımı artırmak siyasi-sosyal istikrarı koruyacak önemli bir destek haline geldiği için bu sürece milli bir seferberlik bilinci içinde katkı verilmesi gerekiyor.
Zira küresel ticaretteki zayıflama, 15 Temmuz darbe girişimi ve bölgesel çatışmalardan kaynaklanan jeopolitik riskler sebebiyle Türkiye ekonomisi, uzun bir aradan sonra darbe girişiminin gerçekleştiği bu yılın üçüncü çeyreğinde kısmi küçülme kaydetti. Küresel kriz ortamında dünya ekonomisi ile birlikte daraldığımız 2009’dan bu yana 27 çeyrek devam eden pozitif büyüme ivmesinden sonra ilk defa yüzde 1,8’lik bir düşüş yaşadık.
15 Temmuz sürecinde bir ülkenin yaşayabileceği en büyük siyasi krizlerden birisiyle karşı karşıya kalınmasına rağmen yaşanan travma bir ekonomik krize dönüşmeden başarıyla atlatıldı. Bunda ekonomi yönetiminin başarılı performansı büyük rol oynadı. Aktif bir kriz yönetimi performansı sergilenerek ekonomik aktivitede canlılığın devamlılığı için önemli adımlar atıldı. Art arda açıklanan destek paketleriyle piyasalara güven verilirken kamu yatırımları önemli oranda artırıldı ve pozitif ortamın istikrarı sağlandı.
Ancak 2017 yılında ekonomideki canlanmanın sürdürülmesi için istihdam yaratıcı yeni yatırımlar ve üretim odaklı girişimlerin milli bir seferberlik ruhuyla devam etmesi gerekiyor. Bunun için de Türkiye’nin öngörülebilir, geleceğine yatırım yapılabilir ve büyüme potansiyeli yüksek bir ekonomi olduğu fikri farklı mecralarda her fırsatta işlenmeli ve muhtemel yatırımcılar uzun vadeli projeler gerçekleştirmek için ikna edilmelidir.
Devlet-Özel Sektör Sinerjisi
Son yıllarda gerçekleştirilen yapısal reformlar sayesinde Türkiye ekonomisi güçlü bir finansal düzenleme ve yönetişim yapısı, güçlü bir bankacılık sistemi ve kamuda mali disiplin uygulamalarının getirdiği dayanıklılığa kavuştu. Bu unsurlar geçmişte olduğu türden periyodik finansal ve makroekonomik krizlerin yaşanmasına karşı çok güçlü bir koruma altyapısı oluşturuyor. Ancak ulusal tasarrufları artırarak özellikle KOBİ’lerin yatırım finansmanı sıkıntılarını giderebilmek, etkin sanayi-teknoloji politikalarıyla yüksek katma değerli üretimi artırmak, reel ekonomi ile tarımda modernizasyonu ve ihracatı geliştirebilmek için daha çok çalışmak gerekiyor.
2017 yılının ikinci çeyreğinden itibaren Trump sonrası ABD ve dünya ekonomisi ile ilgili resmin netleşmesi, Türkiye’ye yönelen sermaye akımlarının giderek hızlanması, hükümetin açıkladığı paketler doğrultusunda reel ekonomiye ucuz kredi akışı sağlanması, cumhurbaşkanlığı referandumunun yapılması ve ekonomi üzerindeki konjonktürel baskıların azalması kuvvetle muhtemel. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın DEİK’in 30. Genel Kurulu’nda vurguladığı gibi özel sektörün de bu kritik dönemde elini taşın altına sokması ve bir seferberlik bilinci ile yatırım kararlarını ertelemeden, risk algılarını abartmadan Türkiye’nin geleceğine iyi niyetle katkı yapması gerekiyor. Unutmayalım ki devlet- özel sektör-sivil toplum sinerjisini etkin biçimde sağlayabilen toplumlar uzun vadeli kalkınma girişimlerini başarıyla yürütebilen toplumlardır.