İsrail’in 1 Nisan’da İran’ın Şam’da bulunan konsolosluk binasına saldırmasıyla başlayıp arada karşılıklı saldırılarla geçen sürecin son safhasında, 26 Ekim Cumartesi sabah 2 sularında İsrail, İran’ın Tahran, İlam ve Huzistan eyaletlerinde çeşitli askeri sahaları hedef alarak 4 İranlı askeri öldürürken ayrıntıları henüz resmi olarak paylaşılmayan ancak İran Genelkurmay Başkanlığının “sınırlı ve zayıf” olarak tanımladığı bir hasara neden oldu. Gayriresmi kanallardan gelen bilgilere göre ise İran’ın kayıpları çok daha fazla ve İsrail’in neden olduğu zarar çok daha büyük. Saat 6 civarında İsrail, eş zamanlı olarak Irak ve Suriye’de de bazı hedeflerin vurulduğu saldırının sonlandığını açıkladı. Saldırının ardından açıklama yapan İran’ın askeri ve diplomatik makamları, ülkelerinin bu saldırganlığa nefsi müdafaa çerçevesinde karşılık verme hakkının mahfuz bulunduğunu vurgulasa da açıklamalarda ihtiyatlı ve temkinli bir tonun hakim olduğu gözlerden kaçmadı. Nitekim Devrim Rehberi Ali Hameney, 27 Ekim Pazar sabahı yaptığı açıklamada İsrail saldırısı için “ne büyütülmeli ne küçümsenmeli” ifadelerini kullandıysa da resmi makamların yaşananları büyütmeme eğiliminde olduğu görülüyor. Dolayısıyla İran, bu saldırıyı yanıtsız bırakmak istemeyecekse de vereceği yanıt ölçülü olacaktır.
İran Dışişleri Bakanlığı saldırının ardından yaptığı açıklamada, bölge ülkelerinin “bölgenin barış ve istikrarını” sağlamaktaki sorumluğuna vurgu yaptığı gibi Genelkurmay Başkanlığı da Gazze ve Lübnan’da kalıcı ateşkes sağlanmasının gerekliliğinin altını çizdi. İsrail’in 1 Nisan saldırısına 13 Nisan’da füzeler ve dronlarla yanıt verdiğinde de İsmail Heniyye, Hasan Nasrallah ve Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) komutanlarından Abbas Nilfuruşan suikastlarına tepki olarak 1 Ekim’de İsrail’i hedef aldığında da İran’ın temel hedefi, İsrail karşısında caydırıcılığını yeniden tesis edip onu sınırlarından uzak tutmaktı. İsrail’in de en az kendisi kadar savaştan çekindiği ve sıcak çatışmaya girmeye taraf olmayacağı kabulünden hareket eden İran, Binyamin Netanyahu’nun aşırılıkçı hükümetinin ölçüsüz saldırganlığı karşısında savaşa sürüklenmemek için daha ihtiyatlı hareket etmeye başladı. Ancak yaşanan gelişmeler, İran-İsrail hattında kontrolün süratle kaybedilebileceğini gösterdi. Bu noktadan itibaren merak edilen konu, gerilimin hangi yönde seyredeceği ve İran-İsrail ilişkilerinde bundan sonraki paradigmanın savaş mı diplomasi mi olacağıdır.
Taraflar Ne İstiyor?
İran-İsrail geriliminde tarafların hedefinin ne olduğuna geçmeden önce iki ülke arasındaki ilişkilerin mevcut duruma nasıl geldiğine, içinde bulunduğumuz durumla irtibatlı boyutlarıyla kısaca göz atmak yerinde olacaktır. 1979 Devrimi’nin ardından İran’ın Filistin davasına dahil oluşu, daha bir yıl önce Mısır ile İsrail’in ABD ara buluculuğunda Camp David Anlaşmalarına imza atmasıyla neredeyse eş zamanlı oldu. Yeni kurulan İran İslam Cumhuriyeti, hem politikalarıyla hem de söylemleriyle tavizsiz bir İsrail karşıtlığı sergiledi. Devrimciler, bu yolla hem emperyalizme ve Siyonizm’e hizmet etmekle itham ettikleri devrik Şah’ı hedef alıyor hem de bunu bölgenin Arap rejimlerine saldırmak için kullanıyordu. İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi bir dönüm noktası oldu. Hizbullah kanalıyla bir yandan Şiilerinin Lübnan siyasetinde daha güçlü bir konuma gelmesini sağlayan İran, diğer yandan da oldukça erken bir manevrayla gerilimi fiilen İsrail’in kuzey sınırlarına taşımış oldu. İran’ın devrimden sonra büyük itibar gösterdiği Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve onun lideri Yaser Arafat’la ilişkilerinin, FKÖ’nün savaşta Saddam Hüseyin yanlısı bir tutum sergilemesiyle bozulması üzerine İran, Filistin meselesine 1980’lerin sonlarından itibaren büyük ölçüde HAMAS üzerinden dahil oldu. Süreç içinde ABD ve İsrail’e karşı “direniş” etrafında bir örgütlenmeye giden İran, Ortadoğu’da bu sayede başka türlü elde etmesi imkansız ve devrik Şah’ı dahi kıskandıracak bir nüfuz alanı elde etti.
ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal ederek Saddam’ı devirmesiyle beraber ortak bir düşmandan kurtulan İran ve İsrail hattında aslında tampon bölgenin bir bölümü çökmüş oldu. 2011’de Suriye’de halk ayaklanmaları çıkıp Beşşar Esed’in fiilen kontrolü kaybettiği ülkede, İran’ın nüfuzunu daha da derinleştirmesi, iki ülke arasındaki tampon bölgenin kalan bölümünü de çökertmiş oldu. Artık İran, Tel Aviv’den bakıldığında Irak ve Suriye üzerinden doğrudan İsrail’e ulaşabilen bir ülkeydi. Daha önce İran resmi olarak kabul etmese de hava saldırılarında Suriye’de görevli çok sayıda İranlı askeri ve komutanı öldüren İsrail’in, İran’ı Şam’da hedef aldığı noktaya bu süreç getirdi. Ancak bu bölgesel nüfuz ve reel politika üzerine dayalı gerilim, geçirdiği kritik eşiklere rağmen örneğin ABD-İran ilişkilerinden farklı olarak diplomasinin konusu haline gelemedi. Fakat yine de bir noktada İran-İsrail hattında doğrudan ya da dolaylı diplomatik süreçlerin işletilmesini imkansız görmemek gerekir. 1970’lerin ortasında dahi 1948, 1967 ve 1973’te savaşan Mısır ile İsrail’in “normalleşeceği” imkansız görünürdü. Tarihte kırılma noktalarının olabileceğini dikkate almak gerekir. Elbette İran ile İsrail arasında böyle bir gelişmeyi imkansız gösteren bazı etkenler var.
İran-İsrail geriliminde hakim en girift etkenin tarafların birbirlerine ilişkin hedeflerinin muğlak ya da maksimalist olması olduğu söylenebilir. Uçlarda birbirlerinin rejimini ortadan kaldırma hedefinin bulunduğu İran-İsrail ekseninde esas konu ise karşılıklı güvensizlik. Dahası tarafların güvensizliğe dayalı tutumu yalnızca birbirlerinden kaynaklı da değil. İsrail’in güvensizliği, kuruluşundan bu yana yayılmacı bir politika izleyip sınırlarındaki tüm Arap komşularıyla hatta bölgenin diğer bazı Arap devletleriyle savaşmasından kaynaklanıyor. Bu devletlerin başta Mısır olmak üzere bazılarıyla diplomatik ilişki tesis etmeyi başarsa da İsrail, genel olarak bölgede fiili ya da potansiyel birçok düşmanının olduğunun farkında. Benzer şekilde devrimden itibaren farklı şekillerde devrim ihraç etmeye çalışan ve 1980-1988 arasında Irak’la savaşan İran da bu savaşın konjonktürel bir çatışma olmadığı bilakis bölgedeki hasım devletlerin kendisine karşı tutumunu yansıttığı kabulünden hareket ediyor. İsrail’in İran karşıtlığında bu devletlerle paydaş olduğunu düşünen İranlı karar alıcılar, 1980’lerde ancak ülkelerinin sınırlarının ötesinde bir nüfuz alanı tesis ederek bu tehlikeyi kendilerinden uzak tutabilecekleri sonucuna vardılar. Devrik Şah döneminde askeri ve psikolojik altyapısı oluşturulmuş olan bu kanaat, takip eden yıllarda İran’ın güvenlik doktrininin temel sütunlarından birini oluşturdu. Ancak bu doktrinin İran’ın ne kadar işine yaradığı oldukça tartışmalı.
Savaş İran İçin “Nimet” mi?
İran ve İsrail, aralarındaki gerilimi süreç içinde nüfuz alanlarını genişletmek ve bölgesel izolasyondan kurtulmak için kullanmayı alışkanlık haline getirse de şimdiye dek iki ülke de nihai kertede savaştan uzak durdu. Tansiyonun zirve yaptığı mevcut durumda dahi tarafların topyekun bir savaştan yana olmadığı görülüyor. Kaldı ki en yakın noktaları esas alınsa dahi İran ile İsrail arasında yaklaşık bin kilometre mesafe bulunduğu hesaba katılırsa bu iki ülkenin savaşması teknik olarak da epey zor olurdu. Bölge devletlerinden hiçbirinin taraflardan herhangi birine diğerine saldırı için topraklarını açmayacağı da dikkate alınmalıdır. Böyle bir senaryonun her iki ülkeyi ama özellikle İran’ı sokacağı zor durum ise izahtan vareste. Dolayısıyla İran için böyle bir savaş, Ayetullah Humeyni’nin İran-Irak Savaşı için söylediğinden farklı olarak bir “nimet” olmayacaktır. İsrail’e karşı savaşmadan caydırıcılığını tesis etmek için nükleer silah geliştirme yoluna gitmek ise –faraza İran bunu amaçlasa ve bu kapasiteye istediği vadede erişebilecek olsa bile– İran açısından başka sorunları beraberinde getirecektir. Daha fazla baskıya maruz kalmış ve izole edilmiş bir İran, ülkedeki küçük bir kesim dışında kamuoyunun ve hatta sivil ve askeri bürokrasinin önemli bölümünün arzu edeceği bir şey olmayacaktır. Bu nedenlerle her ne kadar mevcut koşullarda imkansız gibi dursa da İran-İsrail hattında da bir aşamada ve kuşkusuz üçüncü ülkeler kanalıyla diplomasi devreye girecektir. Bu noktada temel mesele, bunun zamanlaması ve şeklidir.
İran ve İsrail, gerilimin bu safhasını sıcak çatışmaya girmeden geçtiklerinde, orta vadede gerilimin tekrar bu düzeye çıkmaması için müzakereye kapı aralayacaklardır. Bununla kastedilen, gerilimi azaltmaya dönük bir temastır. Değilse iki ülke arasında görünür bir gelecekte herhangi bir “normalleşmenin” olmayacağı açıktır. Bu aşamada ABD-İran müzakerelerindeki birikim önemli bir zemin oluşturacaktır. Şahsi kanaat ve gözlemim de İran’da ABD ile olduğu gibi İsrail ile de gerilimi azaltma yönünde güçlü bir eğilimin bulunduğudur. Yine ABD-İran hattında olduğu gibi bu sürecin açık diplomatik kanallarla değil gizli müzakereler şeklinde ve başlangıçta ara bulucular kanalıyla yürümesi beklenebilir. Lübnan ile İsrail arasındaki Mavi Hat ve BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı kararı uyarınca Hizbullah’ı Litani Nehri’nin kuzeyine çekme konusu, önemli çıkış noktalarından biri olacaktır. ABD’nin Mayıs 2018’de çekildiği ve nükleer anlaşma olarak bilinen Kapsamlı Ortak Eylem Planı’na tekrar dahil olması ya da taraflar arasında büsbütün farklı bir anlaşmanın imzalanmasıyla İran’ın nükleer programının tekrar kontrol altına alınması durumunda bu süreç daha da güçlenecektir. Her halükarda, süreçte ABD’nin pozisyonu hayati önemde olacaktır. Ancak 5 Kasım’daki başkanlık seçimlerinden Donald Trump’ın galip ayrılması, İran açısından işleri içinden çıkılmaz hale getirebilir. Bu nedenle her ne kadar İranlı yetkililer Kamala Harris ile Trump arasında bir fark görmediklerini söyleseler de İran, başkanlık koltuğunda Harris’i görmeyi umuyor. Bu sayede ABD ile İran arasında Joe Biden yönetiminde çekingen ve kararsız şekilde yapılan müzakereler, daha güçlü bir zemine oturacaktır. Ve böylelikle İran, İsrail dahil farklı dış politika krizlerinde de diplomasiyi işletebilecektir. İran-İsrail ilişkilerinin geleceğini belirleyecek olan da tam olarak budur.