17 Eylül 2024’te Lübnan’da eş zamanlı olarak patlayan çağrı cihazları, İsrail’in Lübnan’la olan savaşında yeni bir aşamaya geçildiğinin en önemli işareti oldu. Pager patlamalarıyla birlikte şiddetin dozunu artıran İsrail, 23 Eylül’de Güney Lübnan’a ve Bekaa’ya başlattığı yoğun saldırılarla Lübnan içinde büyük bir göç hareketinin başlamasına yol açarken, ortaya çıkan toplumsal kriz, ülkede İsrail saldırılarına yönelik siyasi makasların da açılmasında rol oynadı. Son olarak İsrail’in Beyrut’un güneyinde bulunan Dahiye bölgesine ardı ardına yaptığı saldırılarla Hizbullah’ın üst düzey komutanlarını hedef alması ve 27 Eylül’de Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın bombalı saldırı sonucu öldürülmesi, örgüt içerisindeki güvenlik zafiyetini açığa çıkarırken, Lübnan siyasi cephesinde de Nasrallah sonrası senaryolar daha hızlı bir şekilde yazılmaya ve farklı stratejiler ön plana çıkarılmaya başladı. Bu noktada askeri düzeyde ve kurumsal liderlik düzeyinde önemli kayıplarının bulunması, aynı zamanda siber saldırılar gibi İsrail işgalinin stratejisindeki değişimlerin açığa çıkmasıyla birlikte yeniden şekillenecek olan Hizbullah’ın Lübnan siyasetindeki ayırıcı pozisyonuna dair sorgulamalar, politik gündemlerde yerini aldı. Bunun yanı sıra Hizbullah’ın dezavantajlı durumu, ülkede Şiilerin olduğu kadar Sünni grupların da Lübnan’da oynamak istedikleri role dair farklı rotaların çizilebileceği ihtimallerinin belirginleşmesine yol açtı.
Hizbullah İçin Yolun Sonu mu?
Hasan Nasrallah’ın ölümüyle birlikte Lübnan içinde ve bölgesel arenada Hizbullah’ın Lübnan’da “devlet dışı aktör” olma rolünün sona erdiğine dair görüşler, önemli ölçüde taraftar kazanmaya başladı. İsrail’in yalnızca suikastlarla değil, silah depolarına yaptığı saldırılar ve örgütün muhtemel liderlerini dahi ortadan kaldırma başarısı, Hizbullah’ın askeri alanda çöküşe geçtiği, Lübnan’da artık yalnızca siyasi olarak söz sahibi olabileceği şeklindeki değerlendirmelerin öne çıkmasına yol açtı. Bu noktada küresel arenada olduğu kadar Lübnan’da da Hizbullah’ın bir an önce silahsızlandırılması, 1701 kararlarının hiçbir revizeye uğramadan uygulanmaya başlanması hususunda başta Başbakan Necib Mikati olmak üzere tüm politik aktörlerden gelen çağrılar, önceki dönemlerden daha yüksek bir şekilde dile getirilmeye başlandı. Aynı zamanda İsrail’in hava saldırılarında Beyrut’un Dahiye dışını da vurması, güney sınırında Nebatiye ve Sur bölgelerinde sebep olduğu büyük yıkım, ayrıca sivil araçlara açtığı ateşler, Gazze’de yaptığı gibi Beyrut’taki hastaneleri de aynı bahanelerle hedef alması ve ilk yardım ekiplerini öldürmesi, Hizbullah’ın geri çekilmesi için gereken baskının yapılmasına dair taleplerin artmasına yol açtı.
Bununla birlikte 1 Ekim’de İsrail’in Lübnan’a başlattığı kara saldırısında Hizbullah’ın, yönetim kadrosundaki kayıplarına ve Mikati’nin Hizbullah’ın 1701 kararlarını uygulamayı kabul ettiğine dair beyanatına rağmen geri çekilmeyi planlamadığı gözlemlenmektedir. İsrail’in hava saldırıları konusundaki başarısına rağmen kara savaşında beklenen aksiyonu alamaması, 13 Ekim’de Hizbullah’ın Hayfa’daki askeri üsse düzenlediği saldırının ses getirmesi ve son olarak İsrail’in 1-2 hafta içinde kara operasyonunu sonlandırabileceğine dair açıklamaları, Hizbullah’ın savaş sonrası süreçte Lübnan’da oynadığı kritik rolden kolay bir şekilde vazgeçmeyeceğinin de işareti oldu. Esasen muhtemel bir çekilme, İsrail’in Gazze cephesi nedeniyle Lübnan’a yoğunlaşamaması, diğer taraftan UNIFIL’e yaptığı baskıdan bir sonuç alamaması ve BM ile arasının giderek açılması, ayrıca Hizbullah askerlerine karşı İsrail askerlerinin daha savunmasız kalması gibi çok yönlü sebepleri barındırabilir. Bununla birlikte kara operasyonunun sonucunda İsrail, kuzeydeki vatandaşlarının geri çekilmesini garantileyemediği gibi, UNIFIL askerlerinin üslerini terk etmesini de sağlayamadı. Bu durumda İsrail’in kara saldırısı sonucunda istediği hedeflere ulaşamaması, Hizbullah için bir zafer olarak görülmesinin ve masaya daha güçlü oturmasının da önünü açmış oldu.
Siyasi kanatta ise Hizbullah’ın halen oyun kurucular arasında yer almaya çalıştığı, son haftalarda yeni cumhurbaşkanı seçimi için hareketlenen siyasi kulislerin somut bir adım atamamasında açığa çıkmaktadır. Özellikle İsrail’in Lübnan’da iç savaş başlatmak için tahrik edici eylemlerde bulunması, diğer tarafta ülke içinde göç nedeniyle eğitim, sağlık, barınma, mülteci krizine yönelik acil çözüm ihtiyacı ve İsrail işgalini durdurmak için siyasi boşluğun doldurulması, Lübnan siyasetinin savaş dışındaki en önemli gündemini oluşturmaktadır. Bununla birlikte özellikle Hristiyan kesimde Nasrallah’ın yokluğundan sonra daha hızlı cumhurbaşkanı seçilebileceğine dair planların henüz gerçekleştirilemediği görülmektedir. Nitekim Lübnan Kuvvetleri Partisi lideri Semir Caca’nın 12 Ekim’deki Maarrab toplantısında “devlet dışı hiçbir silahı kabul etmeyecek olan bir cumhurbaşkanı” talebiyle Hizbullah’ın adayı Süleyman Franciye’yi adaylıktan silmek istemesi, yine Özgür Yurtseverler Birliği Partisi lideri Cibran Bassil’in Hizbullah’la -artık- müttefik olmadıklarını ifade etmesi, siyasi cenahta çok büyük bir yankı uyandırmamıştır. Dolayısıyla Hizbullah’ın sahadaki varlığının devam ediyor oluşu ve Şii toplumun Hizbullah’a olan bağlılığını koruyor olması, beklentilerin aksine Hizbullah’ın çekilmesi için daha fazla sebebin gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Hasan Nasrallah Sonrası Sünni Cephe
17 Eylül’den bugüne Hizbullah’ın verdiği kayıplar ve bir eksen kaymasına gideceğine dair oluşan tahminler, Hristiyan cephe kadar olmasa da Sünni siyasetinde de birtakım hareketlenmelere yol açtı. Bu noktada ilk olarak gözler Mart 2022’de siyaseti bıraktığını açıklayan Sünni lider Saad Hariri’ye çevrildi ancak Hariri’nin Nasrallah sonrası Hizbullah’ın çizeceği rotayı diğer siyasi aktörlerden çok daha temkinli takip ettiği anlaşılıyor. Esasen Saad Hariri’nin siyasete dönme isteği gizli olmasa da başbakanlığı döneminde Hasan Nasrallah’la yaşadığı krizler nedeniyle bu isteğini hiçbir zaman açık etmediği biliniyor. 2020’de son hükümet kurma çabalarında dahi Nasrallah tarafından engellendiğini açıkça ifade eden Saad Hariri için Nasrallah’ın ölümü, Hizbullah’la girilecek yeni bir siyasi yol için önemli fırsat olarak görülebilir. Bununla birlikte Hariri’nin siyasi aktivizmi için Nasrallah sonrası dönem bir dönüm noktası olsa da kendisini bekleten iki önemli sebep bulunuyor. Bunlardan ilkini Süleyman Franciye’nin yeni cumhurbaşkanı olma ihtimalini hâlâ koruyor olması oluşturuyor. Dolayısıyla Hizbullah’ın politik ağırlığının devam etmesi ihtimalinde en az Mişel Avn kadar kendisini yoracak bir cumhurbaşkanı olması Saad Hariri’nin adım atmamasındaki temel nedenlerden biri olabilir. Nitekim başbakanlığı döneminde Nasrallah’la olduğu kadar Mişel Avn’la da ciddi krizler yaşayan Saad Hariri, aynı senaryoların tekrarlanması durumunu göz önünde bulundurarak geri dönmeyi düşünmeyebilir. Diğer taraftan Hariri’nin en büyük destekçisi olan Suudi Arabistan’dan hâlâ bir yeşil ışık görememiş olması ve Suud’un stratejik bir kazanımı olmadan Lübnan’a dönmeyecek oluşu, Hariri’yi Lübnan siyasi arenasında görünmesinin önündeki bir diğer engel olarak görülebilir.
Tüm bu sebeplere ve bir iç kriz olarak nitelendirilebilecek şekilde kardeşi Ahmed Hariri’nin sahada görünmeye başlamasına rağmen Sünni sokakta Saad Hariri’nin etkisinin devam ettiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda ve Hariri’nin “her şeyin bir zamanı var” minvalindeki açıklamaları dikkate alındığında birtakım adımlar atılabileceğini de tahmin etmek güç değil. Bu aşamada 1993’te babası Refik Hariri’nin açtığı ancak kendisinin 2019’da kapattığı “Müstakbel” kanalının web sitesinin ve sosyal medya platformlarının 20 Ekim 2024 itibariyle tekrar yayına girmesi, Hariri’nin medyadaki gücünü yeniden göstermek istemesi bakımından kayda değer bir gelişme olarak nitelendirilmektedir. Kanalın yeniden yayın hayatına başlaması, Lübnan’ın yeni siyasi döneminde yaşanacak olan gelişmelerin kendi platformlarından aktarılması Sünni cephede Hariri görünümünün artması da siyasete geri dönüşünün ve Sünnileri yeniden bir araya getirme çabasının etkili işaretlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır.
Lübnan Sünni arenasında, Saad Hariri dışında öne çıkan diğer grupların arasında hiç şüphesiz en büyük önemi Cemaat-i İslami taşımaktadır. Zira grubun 7 Ekim’den itibaren HAMAS ve Hizbullah’la koordineli askeri birimi olan Fecir Kuvvetleri’nin Sayda’dan İsrail tarafına gönderdiği füzelerle Direniş Ekseni’nin bir parçası olmasının, siyasi arenada ve Sünni toplumdaki karşılığı tahmin edilenden çok daha karmaşık bir denkleme işaret etmektedir. Nitekim Taif Anlaşmasından sonra ilk defa Hizbullah’la olan dayanışması bu kadar görünür olan Cemaat-i İslami’nin özellikle Hizbullah’ın karşısında olan Sünnilerin gözündeki imajı merak konularından birini oluşturuyor. Grup açısından Hizbullah’la olan askeri ilişkisinin arka planını her ne kadar öncelikli hedef olan İsrail’le savaş oluşturuyor olsa da, siyasi olarak da bir kazanım elde etmek Cemaat-i İslami’nin beklentileri arasında yer alıyor. Ancak militer yapılanmanın siyasi güçlenmedeki etkisinin görülmesi için zamana yayılması gerekliliği, grubun ise Arap Baharıyla birlikte siyasi aksiyon almaya başlaması, bu tür kazanımlar için uzun bir yolun alınması zorunluluğu, Cemaat-i İslami’nin dezavantajlarından biri olarak açığa çıkıyor. Dolayısıyla savaş öncesinde de siyasi olarak Hariri’nin boşluğunu dolduramamış olması, grubun savaş sonrası şekillenecek yeni siyasi atmosferde de düşük profilli bir görünüme sahip olacağını gösteriyor. Bu durum karşısında ise Cemaat-i İslami’nin iki seçeneği kalıyor. Lübnan’da savaş sonrası Hizbullah’ın Sünni yüzü olarak görünmeye başlayacak olması bir ihtimalken ve bu ihtimal siyaseten grubu daha da zayıflatacakken, tamamen Hizbullah’tan uzaklaşarak siyasi kanadını kendi stratejisiyle güçlendirmeye çalışacak olması başka bir ihtimal olarak öne çıkıyor.
Lübnan’ın halihazırda topyekün olarak gözükmeyen ancak iç siyasetteki krizler nedeniyle kapsamlı bir savaşın içinde yer alıyor olması, ülkedeki tüm cephelerin harekete geçtiğini göstermektedir. Şiilerin Hizbullah’a olan bağlılığını kaybetmemiş olması, Sünni cephede savaşın ardından toz duman dağıldıktan sonra eski ve yeni aktörlerin görünür olacak olması, toplum-devlet ilişkilerinde de dönüşümün yaşanacağının sinyalini vermektedir. Ülkede Hizbullah’ın uzun yıllardır yürüttüğü baskın siyasetinin neye evrileceği veya evrilip evrilmeyeceği sorusuna bulunacak cevap ise genelde Lübnan’ın özelde ise Sünni toplumu ve onların temsilcisi olan siyasilerin geleceğinin belirlenmesi açısından kritik bir önem taşımaktadır.