Kriter > Dosya > Dosya / Toplum |

“Kulturkampf”tan Kültürel Irkçılığa: Türkiye’de İslamofobi


İslamofobi, kamusal alanda zayıflamış olsa da sivil alanda halen varlığını sürdürüyor. Ancak bugün İslamofobi’nin odağı, dolaylı bir şekilde kendini yansıttığı göçmen karşıtlığına kaydı. Zira göç meselesinde gerek göçmenler gerekse de göç yönetimi konusunda öne çıkan sorunlar, halihazırda toplumun ve dolayısıyla da “Kulturkampf”ın “modern” ve sözde “üstün” tarafında yer aldığını düşünen bazı birey veya kesimler tarafından İslamofobi’yi yeniden kullanışlı hale getiriyor.

Kulturkampf tan Kültürel Irkçılığa Türkiye de İslamofobi

Türkiye hem devlet hem de toplum olarak göç, pandemi, ekonomi, kuzey ve güneyde yaşanan savaşlar, enerji krizi, terör, deprem ve hatta darbe girişimi gibi her biri kendi içinde oldukça güçlü şok etkisine sahip çeşitli krizler karşısında mücadele etmek mecburiyetinde kaldı. Fakat tüm sınamaları bir şekilde atlatıp derecesi değişmekle birlikte o veya bu şekilde istikrarını ve gücünü korumayı başardı. Ancak ortaya koyulan mücadelede gösterilen başarı veya başarısızlıktan bağımsız olarak tüm bu kriz ve sınamalar, ardında miras olarak çeşitli alanlarda negatif bazı sonuçlar ve yeni sorunlar bıraktı.

Bugün gelinen noktada söz konusu yeni sorunların başında sosyal ve politik eğilim olarak güçlenen zenofobi ve ırkçılık geliyor. Nitekim hem küresel hem de yerel dinamikler, bu eğilimleri güçlendirirken mücadele konusunda ise dezavantaja sebep oluyor. Zira Türkiye’de hızlı bir şekilde artan yabancı göçmen sayısı ve ekonomik sorunlar, buna ek olarak küresel anlamda güç kazanan popülizm ve alternatif sağ gibi zenofobiyi araçsallaştıran politik akımlar, başlıca tetikleyiciler olarak güçleniyor.

Politik açıdan bakıldığında zenofobi, Türkiye için olağanlaşırken popülizmle birleşerek Batı tipi bir akım olarak güçlenmeye başladı. Ancak asıl tehlike, meselenin toplumsal boyutu ele alındığında kendini gösteriyor. Zira Türkiye’nin tüm yeni gelişmelere ve sınamalara ek olarak kendine has ve çözüm üretemediği bazı sorunları da bulunuyor. Bunların başında ise tarihsel açıdan kemikleşmiş bir sosyokültürel kutuplaşmanın temelini oluşturan “Kulturkampf” geliyor.

 

Türkiye’de Sosyokültürel Ayrışma ve Kulturkampf

Kulturkampf, her ne kadar ithal bir kavram olsa da Türkiye’nin elit merkezli radikal modernleşme süreci, yaşanan sosyopolitik dönüşüm ve hatta merkez-çevre paradigması göz önünde bulundurulduğunda toplumda yaşanan sosyokültürel kutuplaşma ve mücadelenin en iyi tarifi olabilir. Nitekim kitabi tanıma paralel olarak Türkiye’de özellikle cumhuriyetle birlikte devlet tarafından katı bir laiklik anlayışı ile desteklenen radikal modernleşme gayreti, tarihsel anlamda toplumda hakim olan dini ve geleneksel politik ve sosyal kültür ile karşı karşıya gelerek Kulturkampf’ın da doğal taraflarını oluşturdu. Elit merkezli ve “aşağı” yönlü bir şekilde hakim kılınmaya çalışılan Batı kopyası sert modernizm, yerli ve doğal bir modernleşme savunan ve özellikle sosyal geleneklerin muhafazasını isteyen geniş toplumsal kesimler tarafından beklenildiği gibi kolayca benimsenmeyince siyaset, ekonomi ve sosyal boyutlarda bir toplumsal ayrışma meydana geldi. İşte tam bu noktada meselenin sosyokültürel tarafını ve dolayısıyla da ayrışma ve mücadeleyi tanımlayan en iyi kavram da Kulturkampf gibi görünüyor.

Türkiye’de zaman zaman kültürel iktidar veya hegemonya çerçevesinde yürütülen tartışmalar da aslında Kulturkampf meselesinin farklı bir boyutu. Öyle ki Cumhuriyet ile birlikte devlet ve elitler, Batı merkezli radikal modernleşmenin toplumda hakim hale gelebilmesi, diğer bir ifadeyle Kulturkampf’ın kazanılabilmesi için kendilerine siyasi ve sosyal boyutlarıyla kurumsal bir hegemonik sistem inşa ettiler. Kültürel hegemonya da aslında Batı merkezli sosyokültürel modernleşmenin entelektüel boyutunu temsil ediyor.

Tarihsel olarak incelendiğinde ise erken Cumhuriyet döneminde devlet ve elit desteğini alan tarafın, entelektüel açıdan maddi ve manevi sermayede tekelleştiği, ardından devlet desteğini kaybetse dahi tekel avantajını sermaye birikimine, küresel politik trendlere ve sol-liberal ideolojiye yaslanarak koruduğu net bir şekilde ifade edilebilir. Bu noktada Kulturkampf’ın tarafları arasında hem ideolojik hem de sosyal açıdan tarihsel bir adaletsizlik olduğu net bir biçimde ifade edilebilir. Zira Türkiye örneğinde görüldüğü üzere yürütülen mücadelede “geleneksel” tarafın tüm diğer alanlarda rekabet edebilir hale geldiği ortamda dahi kültür alanında karşı taraf ile mücadele edebilmesi için önce tekelci sistemi yıkması gerektiği görülmektedir. Fakat entelektüel açıdan maddi ve manevi sermayesini henüz biriktirmeye başlayan bir tarafın, hegemonik bir güç haline gelmiş rakibinin iktidarını kırabilmesi için öncelikle söz konusu birikimi ciddi bir boyuta ve rekabet edebilir bir seviyeye ulaştırması gerekmektedir. Bunun için de en azından bugünün Türkiye’sinde halen zamana ihtiyaç duyulmaktadır.

yüzleşmeler
Caption

 

Kültürel Hegemonya, Değerler Hiyerarşisi ve İslam

Öte yandan sosyokültürel mücadele ve ayrışmada radikal modernleşmenin sebep olduğu siyasi kusurlar, kültürel alanda da kendini göstermektedir. Zira topluma üstten ve zorlayıcı bir modernleşmeyi dayatan ve bunu hayatın tüm alanlarına yansıtan devlet, toplumun başlıca geleneksel değerlerinin kaynağı olan din, dolayısıyla da İslam ile karşı karşıya geldi. Diğer bir ifadeyle erken cumhuriyetin elitleri tarafından tasarlanmış ve yürütülmüş radikal modernleşme projesi, kendi hegemonyasını kurmak için hem siyasi hem de sosyal açıdan İslam ve onun toplumda oluşturduğu geleneksel değerlerle mücadele etmek zorunda kaldı. Bu da doğal olarak modernleşme ve İslam karşıtı bir kültürün beraber inşa edilmesi neticesini doğurdu.

Siyasi olarak demokrasiyi benimsemekte zorlanan ve kendisini ancak devletin gücü ve vesayet ile sürdürebilen radikal modernleşme projesi, kültürel alanda kurduğu hegemonyada da benzer kusurları taşıdı. Nitekim Kulturkampf’ın bir tarafı olarak entelektüel alanda kurduğu iktidar alanında İslam karşıtı veya İslamofobik bir ton her zaman kendini gösterdi. Sinemadan medyaya, akademiden edebiyata kadar hakim taraf, “Cumhuriyet”, “modern”, “ahlaki” gibi kavramlarla üstünlük bahşettiği değerlerin sözcülüğünü üstlendi.

Devletin politik gücü, kültürel iktidarın gücü ile birleşince de kamusal alan tamamen tek taraflı bir yönde şekillendi. Söz konusu değerleri benimseyenler veya geleneksel değerleri önceleyen toplumsal kesimler, kamusal alandan dışlandı. Yukarıda bahsedilen kavramlar üzerinden kamusal bir değerler hiyerarşisi inşa edildi. Bu hiyerarşide altta kalan bireyler ve hatta bizatihi değerlerin kendisi, İslamofobik yaklaşımlarla küçümsendi. Medyada ve entelektüel eserlerde tek yanlı, manipülatif, adaletsiz ve olumsuz temsil ile İslam, onun temsil ettiği geleneksel değerler ve yine bu değerleri benimsemiş bireyler itibarsızlaştırılmaya çalışıldı.

 

Kültürel Irkçılığın Bir Formu Olarak İslamofobi’nin Yeniden İnşası

Bugün gelinen noktada ise İslamofobi, özellikle AK Parti ile birlikte devlet odaklı kamusal alanda zayıflamış olsa da sivil alanda halen varlığını sürdürüyor. Ancak bugün İslamofobi’nin odağı, daha çok dolaylı bir şekilde kendini yansıttığı göçmen karşıtlığına kaymış durumda. Zira göç meselesinde gerek göçmenler gerekse de göçün yönetimi konusunda öne çıkan sorunlar, halihazırda toplumun ve dolayısıyla da “Kulturkampf”ın “modern” ve sözde “üstün” tarafında yer aldığını düşünen bazı birey veya kesimler tarafından İslamofobi’yi yeniden kullanışlı hale getiriyor.

Detaylı bir şekilde ifade etmek gerekirse söz konusu kesimler, ideolojik açıdan farklılık gösterse de göçmen karşıtlığı ve İslamofobi’yi kültürel ırkçılık temelinde yeniden inşa etmekte uzlaşmış durumdalar. Burada özellikle göçmen karşıtlığı üzerinden yapılan ve çoğunlukla “Türk-Arap”, bazen de “Türk-Afgan veya Pakistanlı” karşılaştırması açıklayıcı bir örnek olabilir. Zira Türkler bu karşılaştırmada modern ve kültür-değer anlamında hiyerarşik açıdan “gelişmiş” ve “üstün” tarafı temsil ederken Arap, Afgan veya Pakistanlılar ve onların kültür ve değerleri, “gelişmemiş”, “geri kalmış”, “çağ dışı” ve hatta “barbar” şeklinde tanımlanmaktadır. Dolayısıyla kültür ve değerler arasında hiyerarşik bir ilişki kurularak göçmen karşıtlığına toplumsal bir meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır.

Ancak burada değer ve kültür karşılaştırması somutlaştırılırken negatif İslami referanslar sıklıkla kullanılmaktadır. Bu da göç meselesindeki sorunları değil, göçmenleri ve dolaylı olarak da onların değerlerini hedef haline getirmektedir. Bundan İslami değerler de doğal olarak etkilenmektedir. Zira bir tür self-oryantalizm ile örneğin Ukraynalı göçmenler veya Batılı turistlere gösterilen saygı ve sevgi, Doğu’dan gelen göçmenlere ve hatta artık turistlere gösterilmemektedir. Buradaki temel ayrım ise Batılı değerler ile dini referanslarla açıklanan ve olumsuz görülen “İslami” değerlerdir.

Tüm bunlar neticesinde Türkiye’de radikal modernleşme ve onun taraf olduğu Kulturkampf’ta kurulan hegemonyanın ürettiği değerler hiyerarşisi, yine bilindik bir şekilde ama bu sefer kültürel anlamda ırkçı ve İslamofobik bir tonla kendini yeniden inşa etmektedir. Böylelikle entelektüel bilinçaltında yerleşik hale gelmiş İslamofobik refleksler yeniden kendini göstermekte, kültür mücadelesindeki üstünlük arayışını bu sefer ırkçı bir boyutta göçmenlere karşı gerçekleştirmektedir.

Burada Türkiye açısından asıl tehlike ise kültürel ırkçılığın bir norm olarak olağanlaşması ve dolaylı İslamofobik söylem ve yaklaşımın hegemon hale gelmesidir. Zira Türkiye’de İslamofobi’den uzak ve hatta geleneksel/dini değerleri benimsemiş birey veya kesimler için dahi göç merkezli sorunlar memnuniyetsizliğe sebep olabilmektedir. Bu sorunların siyasi veya entelektüel anlamda görmezden gelinmesi veya küçümsenmesi, göçmenler hakkında üretilen negatif söylemin hakimiyeti ile sonuçlanabilir.

Söz konusu hakimiyet ise hem sosyal hem de siyasal anlamda dolaylı İslamofobi’nin olağanlaşması ve yaygınlaşması riski taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle sözde değerler hiyerarşisi ırk ve kültür temelli olarak yeni bir alt tabaka edinirken bu yaklaşımı kabul etmek, hiyerarşinin varlığını ve doğruluğunu da kabul anlamına gelmektedir. Bu da hiyerarşiyi inşa edenlerin kendilerinden daha aşağıda gördükleri geleneksel veya dini değerleri benimsemiş kesimler üzerinde göç odaklı bir söylem hakimiyeti kurmaları ile sonuçlanacaktır. Dolayısıyla kültürel ırkçılık bir norm olarak Kulturkampf’ın her iki tarafından da benimsenmiş bir olağan haline gelecektir.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası