Gazze soykırımı, Ukrayna savaşı, Doğu Asya’da artan Batı-Çin gerginliği, Afrika’da Sahra hattında yaşanan darbelerin gün yüzüne çıkardığı Batı-Rusya rekabeti, Ortadoğu’da savaşın Lübnan üzerinden İran’a yayılması riski ve dünyanın birçok bölgesinde radikal sağın güçlenmesi geniş ölçekli savaşların yaşanabileceğine dair endişeleri artırıyor. Bazıları bir “üçüncü dünya savaşı” riskinden bahsederken bazıları ise uluslararası hukukun artık tamamen anlamını yitirdiği eski açık güç politikası dönemlerine dönüleceği endişesini dile getiriyor.
Dünya tarihi kuşkusuz barıştan çok savaşların ağır bastığı bir görünüme sahiptir. O yüzden günümüzde “dünyamızı çok daha kötü günlerin beklediği” yönündeki endişeler, yalnızca bugüne mahsus spekülasyonlar değil şüphesiz. Geçmişte de bu tür endişeler söz konusu oldu ve bunların bir kısmı uzun ve yıkıcı savaşlar şeklinde gerçeğe dönüştü. Bugün dünyanın daha büyük savaşlara ve istikrarsızlığa sürüklenebileceğine dair endişelerin temelinde üç önemli gelişmenin olduğu söylenebilir.
Dünya Savaşı Söylemlerinin Temelleri
İlk olarak, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını yürütme biçimi ve başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin çoğunun ona verdiği koşulsuz desteğin dünyada eksik de olsa uluslararası hukukun dikkate alındığı ve BM Sistemi diye adlandırılan bir düzen olduğuna inanan kesimlerde derin bir hayal kırıklığına yol açtı. Evet, güç şimdiye kadar da nihai belirleyiciydi ama ABD’nin başat aktör olduğu uluslararası sistemde (BM Sisteminde) gücün Washington’ın da desteğiyle bu kadar pervasız bir şekilde kullanılması söz konusu olmamıştı. Vietnam Savaşı, Afganistan’ın iki defa işgali, Irak’ın işgali, Srebrenitsa Soykırımı, Ruanda Soykırımı, Afrika’daki iç savaşların hepsi güç politikasının uluslararası hukukun önüne geçtiğinin örnekleriydi. Başta Latin Amerika ve Ortadoğu olmak üzere ABD desteğiyle gerçekleşen darbeler de güç politikasının açık tezahürleriydi. Ancak İsrail’in Gazze halkına karşı gerçekleştirmeyi sürdürdüğü soykırımın bunların hepsinden farklı yönleri var.
Her şeyden önce uluslararası sistemin en önemli aktörlerinin devletler olduğuna ve devletlerin de kendi çıkarları doğrultusunda rasyonel hareket ettiklerine dair genel kabul gören olgunun yanlışlığı ortaya çıktı. Büyük bir uluslararası ağa sahip siyonist ideolojinin başta ABD olmak üzere dünyanın çok sayıda ülkesinde ne kadar büyük bir etkiye sahip olduğu ve İsrail’in desteklenmesi söz konusu olduğunda onların dış politikalarını nasıl rasyonel çizginin dışına savurduğu gözlemlendi. Uluslararası sistemin lideri olma iddiasındaki ABD’nin, İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırıma destek verme uğruna nasıl bu liderlikten vazgeçtiği anlamına gelen bir politikaya sürüklendiği görüldü. İşte ABD ve Batı dünyasının önemli bir bölümünü 9 ayı aşkın süredir gerçekleştirdiği soykırımın arkasına hizalayan küresel siyonist imparatorluğun, aynı aktörleri başka hangi saldırgan politikalarına destek vermeye zorlayabileceği endişesi, Ortadoğu’da savaşın genişleyebileceği ve bütün dünyayı etkileyebileceği endişesine sevk ediyor. Netanyahu’nun savaşı Hizbullah ve Lübnan üzerinden İran’a yayma arzusu, bu endişelerin haklı olduğunu gösteriyor.
İkinci olarak, iki yılı aşkın süredir devam eden Ukrayna savaşında iki büyük nükleer güç Rusya ile ABD’nin karşı karşıya gelmesi ve Avrupa ülkelerinin önemli kısmının Washington’ın arkasında konumlanması da dünyanın risk altında olduğunu gösteriyor. Batılı ülkelerin Ukrayna’ya yoğun silah ve finansal desteklerinin yanı sıra Rusya’ya karşı uyguladıkları ağır yaptırımlar (Rusya’nın Batı ülkelerinde dondurulan 300 milyar doların getirisinin 50 milyar dolarını Ukrayna’ya vermeyi kararlaştırdılar) Moskova’nın cephede sıkışması durumunda ABD ve Avrupa ülkelerine karşı beklenmeyen reaksiyonlarda bulunması sonucunu doğurabilir. Şimdiye kadar Rusya’nın konvansiyonel savaşta Batı tarafından desteklenen Ukrayna’yı cephede dengeleyebilecek durumda olması ve savaşta ele geçirip kendi toprağı ilan ettiği bölgeleri kontrol etmeyi sürdürmesi, çatışmada bir tür pat durumu oluşturmuş görünüyor. Ancak cephede taraflardan birinin kaydedeceği ilerlemenin meseleyi yeniden risk düzeyi yüksek küresel kriz düzeyine yükselteceği söylenebilir. Ukrayna’nın NATO üyeliğinin tartışılması da bu meselenin küresel sistemin iki önemli askeri gücü olan NATO ve Rusya arasındaki gerginliği artırabilecek bir sorun olarak durduğunu gösteriyor. Ayrıca Rusya’nın BM üyesi egemen bir devlet olan Ukrayna’ya saldırıp topraklarının bir kısmını önce işgal ardından da ilhak etmesi, uluslararası hukukun etkinliğine yönelik inancın iyice azalmasına ve buna paralel olarak güç politikasına olan eğilimin daha da artmasına yol açan bir başka gelişme olmuştur.
Üçüncü olarak, bütün bu gelişmelerin uluslararası siyasal sistemin önemli kırılma anlarından birinde gerçekleşiyor olması küresel çatışmaya dair endişelerin artmasına yol açıyor. Batı’nın 200 yılı aşkın süredir devam eden ekonomik ve askeri üstünlüğüne karşı Asya’dan ciddi bir meydan okumanın geldiği bir dönemde, ABD’nin küresel liderlik konusunda gösterdiği zafiyet, bu hesaplaşmanın beklenenden daha kısa sürede yaşanacağına dair ihtimalleri artırıyor. Yeni uluslararası siyasal sistemin nasıl şekilleneceği büyük ölçüde “yükselen Asya” ile “gerileyen Batı” arasındaki hesaplaşmaya, özellikle de ABD ve Çin arasındaki mücadeleye bağlı olacaktır. Bu mücadelede Rusya, Hindistan, Brezilya ve Japonya gibi “ikincil” aktörleri yanına almayı başaran taraf büyük bir avantaj elde edecektir. Fakat aynı zamanda Türkiye, İran, Endonezya ve Pakistan gibi aktörlerin pozisyonları da söz konusu mücadelenin geleceği açısından önemli olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, Siyonist lobinin etkisi altında hareket eden Washington’ın Gazze soykırımına karşı çıkıp uluslararası hukuku savunmak yerine İsrail’e verdiği sınırsız askeri, ekonomik ve diplomatik destekle dünyanın gözü önünde soykırımın sürmesini sağlaması, birkaç istisnası dışında Batı dışı dünyada ABD algısının iyice bozulmasına neden olmuştur. Çin’in bu durumu değerlendirip söz konusu bölgelerde nüfuzunu artırmak istemesi Washington ile Pekin’in beklenenden daha hızlı ve farklı bir şekilde karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurabilir.
Mevcut Dönemde Türkiye’nin Konumu
Uluslararası siyasal sistemin bu kadar baskı altına alındığı, uluslararası hukukun yok sayıldığı ve güç politikasının çok daha fazla öne çıktığı bir dönemde Türkiye’nin konumuna bakıldığında, Türkiye’nin sertleşen küresel rekabete hazırlığı konusunda hem pozitif hem de negatif tespitler yapılması mümkündür. Pozitif tarafta, Türkiye’nin 2000’lerden beri ekonomik ve askeri kapasitesini oldukça hızlı bir şekilde artırıp bölgesindeki sorunlara askeri gücüyle de müdahale edebilen bir aktör haline geldiği tespitiyle başlanabilir. 2002-2023 arasında dünya gayri safi yurtiçi hasılasındaki (GSYH) payını cari olarak yüzde 61 (yüzde 0,68’den yüzde 1,1’e), satın alma gücü paritesine göre ise yüzde 68 (yüzde 1,22’den yüzde 2,05’e) artıran Türkiye, başta SİHA’lar olmak üzere birçok alanda kendi silahlarını üreten ve hatta ciddi oranlarda ihraç eden ülke konumuna gelmiştir. Bu kapasite artışının Türkiye’ye dış politikada daha bağımsız hareket edebilme imkanı sunduğuna kuşku yoktur. Bu sayede Suriye, Irak ve Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını korumak için askeri müdahale ve güç gösterisinde bulunabilen Türkiye, sınırlarının ötesine uzanarak Katar, Libya ve Somali gibi ülkelerdeki askeri üsleriyle bu ülkelerin bulunduğu bölgelerde siyasetin dizayn edilmesine etki etmiştir. Bunun yanında Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarını kurtardığı Vatan Muharebesi’nde Türkiye’nin verdiği desteğin etkisi çok büyük olmuştur.
Ekonomik ve askeri alanda katedilen bu yol, Türkiye’nin sertleşen küresel güç mücadelesine hazırlık düzeyi açısından önemlidir. Ancak bu ilerlemeye rağmen Türkiye’nin gerek askeri gerekse ekonomik açıdan halen ABD ve Çin gibi “birincil” düzeydeki küresel aktörlerin çok gerisinde olduğunu, Rusya, Japonya, Almanya ve Fransa gibi “ikincil” aktörlerle de halen arasında epey mesafe olduğunu ifade etmek gerekir. Bu da Türkiye’yi söz konusu ülkelerin etki ve baskılarına açık hale getirmektedir ki, daha bağımsız dış politikaya yöneldiği son 15 yıl içerisinde Ankara, bu baskıyı iliklerine kadar hissetti.
Türkiye’nin sertleşen uluslararası güç mücadelesine hazır olmasıyla yakından ilgili bir başka faktör de iç siyasal ve ekonomik istikrardır. Dış politikada daha bağımsız bir çizgiye yönelmesi nedeniyle karşı karşıya kaldığı ekonomik baskı ve saldırıların yanında Kovid-19, Ukrayna Savaşı ve Gazze Soykırımı gibi küresel krizler de Türkiye ekonomisinde hasarlara yol açmıştır. Bu hasarlar kendini daha çok gelir dağılımı adaleti konusunda göstermiştir. Söz konusu krizlere rağmen Türkiye ekonomisi bir bütün olarak büyürken ve belirli kesimler bu büyümeden payını alıp daha çok zenginleşirken dar gelirli kesimlerin yoksullaşması Türkiye’nin toplumsal barışı ve istikrarı açısından bir risk oluşturmaktadır. Bağımsız dış politikası nedeniyle Türkiye’yi hedef alan aktörlerin içerideki bu yoksul kitlelerin hoşnutsuzluğunu suiistimal etmekten geri durmayacakları dikkate alındığında gelir dağılımı adaletsizliğinin giderilmesi konusunda atılacak adımların Türkiye’nin istikrarı ve sertleşen küresel güç mücadelesine daha hazırlıklı olması açısından çok önemli olduğunun altını çizmek gerekir.
Türkiye’nin dünyada mülteci ve sığınmacı nüfusu en fazla ülke olduğu ve gerek içeride gerekse dışarıdaki bazı kesimlerin bu yabancı nüfusun varlığını Türkiye’yi istikrarsızlığa sürüklemek için bir araç olarak kullanmaya çalıştıkları düşünüldüğünde, Türkiye’deki ekonomik açıdan dezavantajlı kesimlerin bu manipülasyonlardan kolayca etkilenebileceği tespitini yapmak mümkündür. Enflasyonla mücadele kapsamında uygulanan kemer sıkma politikalarının toplumda oluşturacağı hoşnutsuzluğun yabancı düşmanlığına evrilmesi için çaba sarf edecek kesimlere karşı hazırlıklı olunması ve Türkiye’nin uluslararası imajına ve ekonomisine zarar verecek provokasyonların önlenmesi de Türkiye’nin istikrarının korunması ve küresel güç mücadelesine hazırlık düzeyinin yüksek tutulması ile yakından ilgilidir.