Suriye’de 2011 yılında başlayan gösterilerin kontrolden çıkması ile birlikte zaman içerisinde muhalif unsurlardan çok DEAŞ terör örgütü kendisine alan kazanmaya başladı. Hiç kuşkusuz uluslararası toplumun Suriye’deki olaylara kayıtsız kalarak bölgenin radikal unsurlar için daha verimli hale gelmesinde rolü büyük olduğu gibi DEAŞ’ın ortaya çıkış sürecinde ABD’nin aldığı şüpheli rolün de payının olduğunu yadsımamak gerekir.
ABD tarafından Suriye olayları bir vakit sonra özellikle salt DEAŞ ile mücadele boyutuna indirgendi. Suriye’nin kuzey sınırları boyunca yerleş(tiril)en DEAŞ terör örgütü ile mücadele kapsamında Eylül 2014 tarihinde bir koalisyon oluşturulduysa da ABD Münbiç bölgesinden Irak sınırlarına, oradan da Suriye’nin güney doğusundaki petrol yatakları ile bilinen Deyrizor bölgesine kadar mücadelesini PYD ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) vasıtası ile yürütmeyi tercih etti. Bu ittifak ilişkisi içerisinde bugüne kadar SDG çatısı altında faaliyet gösteren ve PKK terör örgütü ile aynı terör havuzundan beslenen terör unsurlarına ABD tarafından Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen 5 bin tır dolusu her türden silah ve mühimmatın verilmesi Ankara’nın tehdit algısına yönelik mekanizmalarını alarma geçirdi. Lakin Suriye sınırları boyunca terör koridorunun oluşmaya başladığı bu zaman dilimi içerisinde Türkiye’nin içeride PKK’lı terörist unsurlar ile şehirlerde vermeye başladığı gayrinizami harbin gereği dikkati ve enerjisi ülke sınırları içerisine teksif edilmişti.
Şehirlerin içerisinde çok büyük bir yıkım ve can kaybına mal olan bu mücadele özellikle bölge halkının ferasetli yaklaşımı ve siyasi iradenin kararlı duruşu ile PKK’lı unsurların Türkiye içerisinde kesin mağlubiyeti ile neticelendi. Hatta terör örgütünün elebaşlarından Duran Kalkan’ın aynı tarihlerde “Devlet’in bu kadar sert bir şekilde üzerimize gelebileceğini ön görmemiştik” şeklindeki açıklamaları PKK’nın ülke içerisindeki kesin kaybedişinin bir tescili niteliğindeydi.
Milletin direnişi ile Türk siyasi hayatında ilk kez bir darbenin bastırılması Türkiye’deki tüm dengeleri değiştirmekle kalmamış ülkenin adeta dönüşüm noktasının da miladı olmuştur. 15 Temmuz hiç kuşkusuz Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) açısından büyük bir badire ise de TSK’nın 16 Temmuz sabahında önceki günlerden çok daha güçlü olduğunu 24 Ağustos 2016 tarihinde başlayan Fırat Kalkanı Harekatı boyunca verilen yedi aylık mücadele göstermiştir. Yaşadığı bunca hıyanet ve badireyi yeniden dirilişine maya yapan TSK, Fırat Kalkanı Harekatı’nda 2 bin kilometrekarelik alanı 72 TSK mensubunun şehadetine mal olması pahasına DEAŞ’lı teröristlerden temizlemeyi başarmış ve bölgede bugün tüm Suriye için örnek oluşturacak bir yaşamın başlamasının temellerini de atmıştır.
Fırat Kalkanı Harekatı’nda DEAŞ’a karşı verilen mücadele anti-DEAŞ koalisyonu içerisindeki ülkelere de örnek teşkil etmiştir. Zira bu koalisyon üyelerinin içerisinde Türkiye dışında hiçbir ülke postalları ile Suriye toprağına basarak 72 canına mal olacak bir mücadele vermemiştir.
Fırat Kalkanı Harekatı Türkiye hakkında DEAŞ ile mücadele etmediğine yönelik kasıtlı üretilen tezvirata da bir set çekmişti. Fırat Kalkanı aynı zamanda ABD’nin Suriye’de inşa ettiği terör koridoru projesine atılan ilk şamar da olmuştu. Eğer Fırat Kalkanı Harekatı yapılmamış olsaydı kuvvetle muhtemel Cerablus-Azez hattı Afrin ile birleştirilerek koridor tamamlanmış ve Türkiye’ye yönelik saldırılar için planlanan oyunun ilk aşamasında sona gelinmiş olacaktı.
Zeytin Dalı Harekatı’nın Gerekçeleri
Türkiye Fırat Kalkanı Harekatı’nın sonlandırıldığı 31 Mart 2017 tarihinden günümüze Afrin ve kırsalında yoğun bir PKK teşkilatlanması olduğunu, ABD tarafından verilen silahların bir kısmının bu bölgeye nakledildiğini, ayrıca şehrin yabancı askeri firma elemanlarınca bir üs haline getirildiğini ve söz konusu durumun Türkiye’nin milli güvenliği açısından açık bir tehdit oluşturduğunu diplomasinin tüm araçlarını kullanarak dünyaya duyurmaktaydı.
Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekatı ile el-Bab kapısına dayandığı Aralık 2016’da Halep, rejim ve Rusya’nın ağır bombardımanı, İran yanlısı milislerin de katliamları sonucunda rejim askerlerince ele geçirilmiş, Halep’ten kaçan siviller ise Suriyeli muhaliflerin kontrolündeki İdlib’e sığınmışlardı. Bu hali ile çok yoğun bir nüfus barındıran İdlib bölgesinden Türkiye’ye yönelebilecek düzensiz bir göç hareketinin, Türkiye’de iskan ve iaşe edilen 3 milyondan fazla Suriyeli mülteciye yeni yüz binlerin eklenmesi anlamına gelecekti. Bu düzensiz göç hareketinin Türkiye’nin ekonomik dengeleri, demografik yapısı ve güvenlik durumuna da menfi tesirleri olacağını bilen hükümet kendi bekasına yönelik diplomasisine ağırlık vermeye başladı. Bu kapsamda Astana ve Soçi süreçleri ile yürüttüğü diplomasinin bir sonucu olarak Rusya ve İran ile mutabık kalarak Suriyeli muhaliflerin kontrolündeki İdlib ve kırsalında çatışmasızlığı gözlem misyonlarını açıp işletme konusunda ilk adımını attı.
8 Ekim 2017’de bu misyonun bir parçası olarak bölgeye askeri gücünü konuşlandırmaya başlayan Türkiye bugüne kadar beş adet gözlem noktasını İdlib kırsalında faaliyete sokarak çok önemli bir coğrafyada proaktif hamlelere imza attı. Hem sınırlarının hemen bitişiğinde DEAŞ’a karşı verdiği mücadele hem de ülkesine yönelik bir düzensiz göç hareketine karşı geliştirdiği diplomasi ve sahaya sürdüğü askeri güç bir anda gözlerin Türkiye üzerine dönmesine yol açtı.
Türkiye’nin özellikle Temmuz 2017’den bu yana geliştirdiği yoğun diplomasiye ilaveten Cumhurbaşkanı Erdoğan da devletin başı ve başkomutan sıfatı ile “Sınırlarımız boyunca hiçbir terör örgütünün yuvalanarak kök salmasına ve buradan bizi vurmasına müsaade etmeyeceğiz.
DEAŞ’a karşı uyguladığımız mücadele stratejisini PKK/PYD yapılanmasına da uygulayacağız” şeklinde defalarca sarih açıklamalarda bulundu. Ayrıca Suriye sınırları boyunca oluşturulan terör kuşağını Milli Güvenlik Kuruluna getirerek konuyu devletin resmi siyaseti haline getirdi.
ABD tarafından Suriye sınırında oluşturulacağı resmi ağızlarca deklare edilen 30 bin kişilik silahlı PKK/PYD unsurlarından müteşekkil bir sınır birliği fikri Türkiye’de tehdit algısını hazırlayan mekanizmaları alarma geçirmişti. Türkiye içerisindeki eylemleri sıfırlanma noktasına gelen PKK’nın adeta eleman devşirme alanı haline gelen Afrin bölgesinin kurutulması ve bölgenin Türkiye’ye müzahir grupların kontrolüne geçmesi ABD’yi ve gizli de olsa İran’ı son derece rahatsız etti.
Türkiye’nin kararlı tavrı ve Rusya ile vardığı uzlaşı Washington’ı pragmatik düzeyde yeni bir siyaset geliştirmeye zorlamış olmalı ki ABD’li yetkililerden “Afrin’deki unsurların ABD’nin DEAŞ ile olan mücadelesinde kullanılan bir unsur olmadığı” açıklaması geldi. Daha sonra Türkiye’nin başlatacağı Zeytin Dalı Harekatı’na Münbiç bölgesinden ayrılarak katılacak PYD’lilere her türden desteğin kesileceğini de açıklamak zorunda kalan ABD’nin, bu katılımların olmasına rağmen hiçbir kayda değer hamlede bulunmadığı da bugün hepimizin malumudur.
Zeytin Dalı Harekatı’nın Meşru Temelleri
Türkiye şartların daha da kötüleşmesi ve sorunun kangren haline gelerek milli güvenliğini tehdit etmesinin önüne geçmek maksadıyla önleyici güvenlik stratejisi doğrultusunda tehdidi ortadan kaldırmayı düşünmektedir. Tıpkı DEAŞ örneğinde olduğu gibi PKK’nın sınırları boyunca oluşturduğu tehdidi de bertaraf etme yolundaki kararını Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından tüm dünyaya ilan etmiş ve 20 Ocak 2018 tarihinde Zeytin Dalı Harekatı’nı başlatmıştır.
Gerek Cumhurbaşkanlığı gerekse de TSK tarafından yapılan bilgilendirmelerde harekatın Türkiye’nin meşru müdafaası kapsamında BM’nin ilgili düzenlemeleri doğrultusunda icra edildiği uluslararası kamuoyu ile paylaşılmıştır. Ayrıca ülke topraklarında barındırdığı 3 milyondan fazla Suriyeli mültecinin varlığı, İdlib dahil diğer bölgelerden her an gelebilecek ilave düzensiz göç konuları da Türkiye’nin harekatını meşrulaştıran diğer önemli ve inkar edilemez hususlardır.
Harekatın “müşterek harekat” konseptine uygun olarak hava kuvvetleri, kara birlikleri, zırhlı birlikler ve gayrinizami harp unsurları, emniyet teşkilatına ait güçler ve hatta Özgür Suriye Ordusu birliklerini de kapsaması günümüz muharebelerinin geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Harekatın ilk başladığı gün TSK’ya ait 72 adet muharip savaş uçağının aynı anda görev yapması ise 15 Temmuz sonrası yaşanan pilot sıkıntısı gibi spekülasyonlara karşı Türkiye’nin verdiği en güzel cevap niteliğinde olmuştur.
Türkiye’nin Önündeki Süreç ve Sonuç
Harekatın başlamasından bugüne kadar geçen yaklaşık bir aylık süre içerisinde Afrin bölgesindeki terör unsurlarının sahip oldukları komplike silah sistemleri ile stratejik bir planlamanın sonucu olduğundan kuşku duymadığımız ileri düzeydeki müstahkem mevzii ve koruganlar, tüneller, irtibat hendekleri ve Batı dünyasını etkileyebilme kapasitesine sahip bir network ile PYD/SDG yapılanmasının müdahale edilmediği takdirde Ortadoğu’nun en saldırgan terör grubu olabileceği aşikardır.
Zeytin Dalı Harekatı’nın açacağı alanın İdlib ve Fırat Kalkanı bölgesiyle birleşmesi durumunda PYD’nin emperyallerin kucağında kurduğu Irak sınırından Akdeniz’e kadar uzanan kantonlaşma hayalinin de sonu anlamına gelecektir. Ayrıca Suriye’nin kuzeyinde PYD eli ile değiştirilen demografik yapının mağdurları için kendi ata topraklarına yerleşme umudu da doğacaktır. Türkiye İdlib’den Fırat Nehri’ne kadar açılacak alanda topraklarında barındırdığı mültecileri iskana teşvik ederek üzerindeki ekonomik yükün bir kısmını hafifletme şansı da bulabilecek ve sınırları boyunca kendine müzahir bir yapıyı Akdeniz’den Fırat Nehri’ne kadar oluşturabilecektir.
Önümüzdeki süreçte kuzeyde Darmık Dağı bölgesinden, batıda Raco ve Cinderes güzergahından Afrin şehir merkezine doğru ilerleyecek olan harekatın önünü kesmek için maksatlı diplomatik hamlelerin sahaya sürüleceğinden hiç şüphe yoktur. Ayrıca PYD/SDG yapılanması meskun mahallerde sivilleri canlı kalkan olarak kullanmaya çalışacaktır. Böylece Batı’daki etki ajanları ile Türkiye’yi dünya gündeminde sözde masum sivilleri katleden ülke konumuna itmeye gayret edecektir.
Ayrıca Zeytin Dalı Harekatı’nın aradan geçen bir ay sonunda ne kadar kararlı bir şekilde yapıldığının ortaya çıkması ile birlikte daha evvel Afrin ve etrafını komple rejim güçlerine devretme önerisini ısrarla reddeden PYD tarafından rejimi Afrin şehir merkezine davet etmesi alternatifi her zaman gündeme gelebilir. Bu hamle özellikle İran tarafınca desteklenebilir bir senaryo olacaktır. Zira İdlib kırsalından Fırat Nehri’nin batısına kadar olan yaklaşık 10 bin kilometrekarelik alanın Türkiye’nin silahlı gücü tarafından kontrol edilmesi ve bu bölgelere ülkemizdeki mültecilerin yerleştirilmesi Ankara’yı Suriye’de en etkin aktörlerden biri haline getirecektir. Ayrıca Afrin’deki çatışmaların körüklenerek daha fazla PYD/SDG militanının Afrin bölgesine gitmesinde Suriye rejiminin de çıkarları mevcuttur. Deyrizor bölgesindeki PYD/SDG militanlarının bir kısmının Afrin bölgesine gitmesinin rejimin söz konusu bölgede SDG güçlerine karşı vermiş olduğu mücadeleyi kolaylaştıracağı aşikardır.
Nasıl DEAŞ tüm Türkiye sınırlarına PYD/SDG güçlerine alan açacak şekilde yerleşirken Türkiye içeride terör örgütleri ile mücadele ettirildi ve dikkati farklı noktalara yöneltildi ise şimdi de PKK’ya Afrin’de öldürücü darbe inerken hem İran’lı milisler ile hem de rejim güçlerince dikkatinin dağılmasına yol açacak hamleler olacaktır. Eğer terör koridorunun planlayıcıları bu noktada başarısız olurlarsa ülke içerisinde, sınır karakollarında ve/veya Ege Denizi ile Doğu Akdeniz’de farklı gerilim bölgeleri yaratarak bu amaçlarını gerçekleştirmeye gayret edeceklerdir.