Seçim sürecinde savaşları bitirmeyi vaat eden Trump’ın göreve gelişiyle Gazze’de geçici bir ateşkes sağlansa da barış henüz yakın görünmüyor. Netenyahu’nun ifadesiyle “İsrail’in en büyük dostu” Trump, savaşın bitirilmesi için uluslararası hukuku ihlal ederek Gazze ve belki sonrasında Batı Şeria’da yaşayan Filistinlileri yerinden etmeyi planlanıyorsa, bunun da adı zaten “barış” değil.
1949 Cenevre Sözleşmeleri, BM hükümleri ve UCM Kuruluş Anlaşması gibi birçok metin, Gazzelilerin yerinden edilmesini, “uluslararası hukukun ihlali” ve “insanlığa karşı suç” olarak tanımlıyor. Bu planın bir parçası olması durumunda Ürdün ve Mısır da etnik temizliğin suç ortakları kabul edilebilir. Şüphesiz ne ABD’nin ne de Ürdün ile Mısır’ın birincil kaygısı uluslararası hukukla alakalı değil. Gazzelilerin tehciri, her iki ülke için de derin sosyal, siyasi ve ekonomik riskler taşıyor. Bir diğer soru işareti de Trump’ın, bahsettiği bu plana olan inancı. Zira Grönland, Ukrayna ve Panama Kanalı konularında da muhtelif, tutarsız öneriler ortaya attı ve haklı olarak bu yaklaşımlar, “bir emlakçının pazarlığı çok üstten açması” stratejisine benzetiliyor.
Trump’ın “Dahiyane” Planı
ABD Başkanı Donald Trump, Washington’da İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu ile gerçekleştirdiği basın toplantısının ardından Gazze’nin geleceğine dair irrasyonel bir planı açıkladı. İkinci döneminde daha da öngörülemez bir profil çizen Trump, Gazze’nin insansızlaştırılması ve ABD kontrolüne bırakılarak “Ortadoğu Riviera’sı” veya “Akdeniz’in Dubai’si” olacak şekilde yeniden inşa edilmesi planını ortaya attı. Tabii bu planın gerçekleşmesi için Gazze halkının binlerce senedir yaşadıkları topraklardan tehcir edilmesi gerekiyor. Plan kapsamında Mısır ile Ürdün topraklarında Gazzelilere daha güvenli ve daha yaşanabilir konutlar inşa edileceğini belirten Trump, süreç tamamlandıktan sonra Filistinlilerin geri dönüş hakkı olmayacağını net şekilde ifade etti. Tepkiler üzerine önce Beyaz Saray Basın Sekreteri Karoline Leavitt sonra da Dışişleri Bakanı Marco Rubio, tehcir planı açıklamalarını düzeltme ihtiyacı hissederek, Trump’ın “Gazze’nin yeniden inşası tamamlanana kadar geçici olarak gitmelerini” kastettiğini öne sürdüler. Şüphesiz bu düzeltmelerin gelmesinde, planın diğer bileşenleri Ürdün ve Mısır başta olmak üzere bölge ülkelerinin olumsuz tepkileri de önemli bir yer tutuyor. Zira 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı Operasyonu’ndan itibaren Amman ve Kahire yönetimleri, “Filistinlilerin yerinden edilmesi” veya “kendi topraklarına itilmesi” girişimlerini kırmızı çizgi olarak belirtmişti. Beyaz Saray’daki ziyareti sonrası Kral İkinci Abdullah kameralar karşısında net bir duruş sergileyemese de plana açıkça karşı çıktı. Takip eden günlerde Trump da bir açıklama yaparak “bunun bir dayatma olmadığını ve alternatif planları dinlemeye açık olduğunu” ifade etti. Sadece Ürdün ile Mısır değil, tüm Arap başkentleri yeni bir ortak plan üzerine kafa yoruyor. Zira söz konusu planı kabul etmek, iki ülke adına da büyük riskleri bünyesinde barındırıyor.
Ürdün’ün Stratejik Değeri
1994 Wadi Araba Anlaşması kapsamında İsrail ile normalleşen Ürdün Haşimi Krallığı’nı “ABD’nin uydu devleti” olarak tanımlamak ne derece doğru olur bilinmez ama rejimin Washington yönetimleri ile sağladığı uyum sayesinde "hayatta kalabildiği" tezi çok güçlü. Ürdün yönetimi, yaklaşık 1,7 milyar dolar ile Ukrayna işgali başlayana kadar ABD yardımlarında İsrail’in ardından ikinci sırada yer alıyordu. ABD’nin bilinen 15 askeri tesisi ve 4 bin askerine ev sahipliği yapıyor. Benzer şekilde ABD ve İsrail için de Kral İkinci Abdullah’tan daha uygun bir müttefik bulmak kolay gözükmüyor. Zira Ürdün nüfusunun yaklaşık yüzde 70’i Filistinlilerden oluşuyor. İsrail’in, Aksa Tufanı Operasyonu’na karşılık başlattığı soykırım süresince, Ürdün’den İsrail’e 9 Eylül 2024’teki bireysel saldırı dışında herhangi bir eylem gerçekleşmedi. Bunda şüphesiz Amman yönetimin uyguladığı sıkı tedbirlerin payı yadsınamaz bir gerçek. Aynı dönemde Ürdün’deki Filistinli toplumda, İran’a yönelik sempatinin arttığını da görmek mümkün lakin Ürdün yönetimi, İran’ın yayılmacı arayışları konusunda çok katı politikalar izliyor. Batı Şeria’daki direniş gruplarına Ürdün’den lojistik destek sağlanmaması noktasında da Kral İkinci Abdullah hassasiyet gösteriyor ve bu hassasiyetin azaltılması dahi İsrail için istenmeyen sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla ABD’nin Ürdün’e daha doğrusu Kral İkinci Abdullah’a herhangi bir sebepten sırtını dönmesi, Ortadoğu’daki tüm dengeleri sarsabilir.
Halihazırda 11,5 milyonluk nüfusa sahip Ürdün Haşimi Krallığı, ekonomik olarak da iyi durumda değil. Gazze nüfusunun yarısına tekabül eden takriben 1 milyon insanın daha ülkeye gelmesi, günün sonunda nüfusun yaklaşık yüzde 75’inin Filistinli olması anlamına gelecek. Böylesi bir sosyal hareketlilik, rejim için tehdidin daha da ciddileşmesi anlamı taşıyor. Zira 1970’teki Kara Eylül olayları, hem Ürdün hem de İsrailli politika yapıcıların hafızasındaki yerini koruyor. Olası bir tehcir durumunda, Kara Eylül sonrasında başlatılan ve ortak bir kimlik oluşturmayı amaçlayan “Ürdünlüleştirme” süreci de baltalanacaktır. Üstelik Ürdün toplumuna Gazze ve Batı Şeria’dan milyonlarca Filistinlinin, sürgününü kabul ettirmek kolay olmayabilir. Kaldı ki böyle bir durum Ürdün’ü, gerçek bir Filistin devletine dönüştürebilir. Bu ihtimalin de bölgede hangi ülke tarafından ne kadar istendiği tartışmalı bir başka konu. Trump’ın ilişkileri germe pahasına tehcir planını dayatması, savaş sonrası başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkelerini İsrail ile normalleştirme çabalarını ve IMEC gibi çok uluslu altyapı projelerini de riske etme ihtimali barındırıyor.
Evet Ürdün’e baskı yapmak noktasında Trump’ın elinde muhtelif güçlü kozlar var fakat Ürdün yönetimini çıkmaza sokmak, süreci “tüm tarafların kaybedeceği” bir noktaya sürükleyebilir. Kral İkinci Abdullah doğru bir diplomatik ajanda belirleyerek, tüm bu riskleri rasyonel şekilde yönetmek zorunda.

Mısır’ın Ajandası: Gazze’nin Geleceğine Dair Alternatif Planlar
Gündem Gazze olduğunda görmezden gelinemeyecek bir başka bölgesel aktör de Mısır. İlk resmi açıklamada, Trump’ın planına açıkça karşı çıkılmıştı ve Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi belki Ürdün Kralı gibi rencide edici muameleyle karşılaşmamak belki de Arap Birliği zirvesinden çıkacak karara göre hareket etmek için Beyaz Saray’a yapacağı ziyareti ertelemişti. Zira mevcut ekonomik ve siyasi tabloya bakıldığında Kahire’deki yönetimin “ABD’ye rağmen” kararlar alabilmesi kolay değil. 1978'den günümüze dek ABD’den yaklaşık 50 milyar dolar askeri ve 30 milyar dolar da ekonomik destek alan Mısır, bugün hâlâ yardım listesinin en üst sıralarında. 118 milyon nüfuslu ülkenin IMF yardımlarına da muhtaç olması, karar süreçlerinde Washington yönetimlerinin etkisini arttırıyor. Belki Sisi’nin iktidardaki konumu ve nüfusun fazlalığı, Kahire’yi Amman kadar tedirgin etmeyebilir. Lakin Camp David (1978), Gazze’ye silah sevkiyatının önlenmesi ve Refah sınır kapısının kullanımı gibi konulardaki iş birliği Sisi’yi, ABD-İsrail bloku adına daha değerli bir müttefik haline getiriyor. Halihazırda düşük halk desteğinin kaybedilmesi, sokak hareketlerine veya merhum Muhammed Mursi gibi Filistin yanlısı isimlerin iktidara yürümesine yol açabilir. Tüm bu ihtimallerin önüne geçmek adına Sisi yönetimi Gazze’nin savaş sonrası geleceğine dair yeni bir plan ortaya koydu. Plan, teknik boyutuyla Gazze boşaltılmadan ABD ile iş birliği içerisinde güvenli bölgeler inşa edilmesi, yaklaşık 50 çok uluslu inşaat firmasının altyapıyı onarması ve tünel yapımının engellenmesi için Mısır sınırı boyunca bir tampon bölge oluşturulmasını öneriyor. Finansmanı Arap ülkeleri ve uluslararası bağışçılar tarafından sağlanacak plan, Gazze’nin, HAMAS ve İslami Cihat katılımı olmadan, Filistinli bir komite tarafından yönetilmesini içeriyor. Mısır yönetiminin, planı olgunlaştırıp sunması muhtemel. Kahire böylelikle Gazze’nin coğrafi ve demografik yapısının korunmasını amaçlıyor.
Bundan Sonra Ne Olacak?
Washington’ın Gazze’de “etnik temizlik” planının, Ürdün ve Mısır olmadan başarıya ulaşma ihtimali bulunmuyor. Yine de 16 aydır olup biteni öylece seyreden bölgedeki karar alıcıların, çözüm planları üretmek için harekete geçirilmiş olması olumlu bir gelişme. Başta ekonomik desteğin kesilmesi olmak üzere Trump’ın elinde bazı baskı araçları olduğu da bir gerçek. Lakin bölgesel denklemler ışığında yaklaştığımızda tarafların ikna edilmesi basit olmayacak zira her iki ülke de kararını netleştirmeden önce başta Suudi Arabistan olmak üzere müttefiklerine danışarak pozisyon alacaktır. Körfez ülkelerinin Ürdün ve Mısır’a yönelik olası telkin ve taahhütleri, ABD ekonomik yaptırımlarının etkisini azaltabilir. Bulunduğumuz noktada pek olası görünmese de Arap Birliği Zirvesi’nin olası reddine ve sunduğu yeni plana rağmen ABD’nin, Ürdün ve Mısır’a yaptırım uygulaması, Trump yönetimine karşılık verilmesini zorunlu hale getirebilir. Körfez ülkelerinin ABD’deki yatırım planlarını durdurması, başta Çin olmak üzere diğer küresel aktörlerle yakınlaşması, petrol arzının yeniden planlanması, Camp David, Wadi Araba ve İbrahim Anlaşmalarının yeniden gözden geçirilmesi gibi seçenekler de masanın uzak tarafında bekliyor. Böylesi bir restleşme noktasına gelinmesi, kısa vadede sorunlar çıkartsa da uzun dönemde hem Ürdün hem de Mısır’daki yönetimlerin kaybettikleri halk desteğini yeniden tesis edebilir. Plana dahil olan tüm ülkelerin Filistin’de gerçekten bir çözüm aradığını ve gerektiğinde ABD’ye karşı çıkabildiği intibası uyandırabilir. Bölgesel liderlik arayışındaki Suudi Arabistan gibi yönetimlere de kendini ispatlamak için önemli bir fırsat olabilir.