Bir süredir yeni Soğuk Savaş’ın başladığı ve ABD’nin Rusya’ya karşı politikasının görünür bir biçimde çevrelemeye doğru kaydığı iddia ediliyor. ABD ve Rusya’nın güç mücadelesinden bahsederken, Rusya’nın erişim kapasitesi nedeniyle, aslında küresel bir rekabetten ziyade Arktik, Karadeniz, Akdeniz hattında bölgesel bir rekabetten bahsediyoruz. Dolayısıyla konuyla ilgilenenler ABD’nin özellikle Karadeniz-Akdeniz hattında Rusya’ya karşı nasıl bir çevreleme politikası geliştireceği sorusuna odaklanmış durumda.
Üç Kilit Ülke
ABD’nin özelikle son dönemde üç ülkeye (Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’a) yaptığı askeri yatırım da bu çerçeveden okunuyor. Bir açıdan bakılırsa söz konusu üç ülke NATO üyesi ülkeler ve ABD ile askeri iş birliği protokolleri bulunuyor. Ancak özelikle Trump yönetiminin son döneminde bu üç ülkeyle ABD’nin askeri ilişkilerinin derinleştiği gözlenen bir gerçek. Bu derinleşen ilişkiler üzerinden ABD mühimmatının üç ülkedeki ABD kullanımındaki üslere yığıldığı ya da ABD’den satın alınan silahlı kuvvet kapasitesinin üç ülkeye aktarıldığı/aktarılacağı da görülüyor.
Örneğin 2020’nin son aylarında basına yansıyan haberlerde, ABD ve Bulgaristan arasında 10 yıllık Karşılıklı İşbirliği Yol Haritası’nın imzalandığı yer aldı. Bu belgeye göre ABD’nin ülkede kullandığı 4 askeri üste konuşlanacak asker sayısının 2 bin 500 olduğu, dönüşüm sırasında sınırlı süre zarfında bu sayının 5 bine kadar çıkabileceği uluslararası kamuoyu ile paylaşıldı. Yine aynı tarihlerde ABD Kongresinin izin vermesi halinde 70 adet ikinci el F-16 uçağının Bulgaristan’a Karadeniz’de ortak misyonlara katkıda bulunması için satılacağı duyurulmuştu. Romanya’nın NATO füze savunma sistemine ev sahipliği yapan ülkelerden biri olduğunu hatırlamamızda da fayda var. Bulgaristan-ABD yakınlaşmasıyla ilgili haberler basına düşerken aynı tarihlerde savunma bakanı olan ve Romanya ile de benzer bir anlaşmaya imza atan Mark Esper, ABD’nin Romanya’daki varlığını artırmak ve başta Romanya donanması olmak üzere Romanya silahlı kuvvetlerini modernize etmek istediğini duyurmuştu. Aslında Romanya donanmasının bir “küçük donanma” işlevi görerek ABD’nin bölgedeki varlığı için bir kapı işlevi üstlenebileceği uzun bir süredir yazılıyordu. Bu bağlamda son gelen “ABD’nin istihbarat, gözlem ve keşif görevleri için MQ-9 Reaper tipi İHA’yı 90 havacı askerle beraber Romanya’ya konuşlandıracak” haberi kimse için sürpriz olmadı.
Bulgaristan ve Romanya’daki gelişmeler daha uzaktan takip edilirken, ABD’nin Yunanistan’daki üslerine yaptığı yığınak ve ABD yetkililerinin Yunanistan ile ikili ilişkiler bağlamında yaptığı açıklamalar ülkemizde daha yakından takip ediliyor. Bu durum şaşırtıcı değil zira ABD’nin, gerek 2019 Karşılıklı Savunma ve İşbirliği Anlaşması gerekse Yunanistan’ın da dahil olduğu ortak tatbikatlar neticesinde silahlı yığınak yaptığı, modernize ettiği ve genişlettiği askeri üsler, Türkiye’nin sınırlarına ve deniz yetki alanlarına yakın bir konumda yer alıyor. Bilindiği gibi 2019 Anlaşmasının ek protokolü Yunanistan’ın Girit adasında bulunan Suda Askeri Üssü’nün modernize edilmesini, Larissa Havalimanı’nın yenilenmesini, Valos ve Larissa arasında bulunan Stefanovikeio Hava Üssü’nün askeri tahkimat açısından güçlendirilmesini ve Dedeağaç Limanı’nın genişletilerek modern hale getirilmesini içeriyordu. Bu çerçevede 2019’dan bugüne hem Suda hem Dedeağaç limanında ABD yatırımı ile üslerin genişletilmesi ve modernize edilmesine hız verildi ve bu üsler, özelikle de Suda Deniz Üssü, ABD yetkililerinin üst düzey ziyaretlerinin merkezi olarak siyasi açıdan bir sembol haline geldi. Türkiye’nin Ege ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan ile devam eden sorunları düşünüldüğünde bu üslerdeki askeri yığınak ve bu doğrultuda gerçekleşen gövde gösterisi rahatlıkla Türkiye’ye karşı Yunanistan’a verilmiş açık bir çek olarak algılanabilir ya da Yunanistan kendisine böyle bir çek verildiği duygusu içerisine girebilir. Ayrıca, bölgenin üçüncü bir devlet eliyle silahlandırılması da Lozan Anlaşması'nın adaların silahsızlandırılmasıyla ilgili maddelerinin ruhuna aykırı olarak ancak bölgede güvenlik ikileminin derinleşmesine katkıda bulunabilir. Kısaca bölgede ortaya çıkacak ya da güçlenecek güvenlik ikileminin taraflarından biri olarak Ankara’nın gelişmeleri yakından takip etmesi, ABD’nin bölgede artan askeri varlığının Türkiye karşıtı olup olmadığının sorgulanması son derece normaldir.
ABD’nin İlk Hedefi: Rusya
Bu noktada iki düzeyli bir okuma yapmamızın uygun olduğu kanaatindeyim. İlk düzey, ABD ve Rusya arasındaki stratejik mücadelenin düzeyi ve bu düzeyden bakıldığında ABD’nin hedefinin Ankara değil Moskova olduğu çok net görülüyor. Dolayısıyla ABD’nin Karadeniz-Akdeniz hattında Türkiye’nin komşularına yaptığı askeri yatırım, Dedeağaç ve Suda’da ABD’li yetkililerin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki arama ve sondaj faaliyetlerinin eleştirisi ile süslense de aslında Rusya’ya yönelik “yeni çevreleme” stratejisinin bir parçası. Üstelik bu strateji sanıldığı kadar yeni de değil. ABD’nin Romanya ve Bulgaristan’ın NATO üyeliğini destekleme kararından başlayarak adımlarımızı 2016 Varşova Zirvesi'nde alınan kararlara kadar getirebiliriz. Bu Zirve, Rusya’nın 2008 Gürcistan Savaşı, 2013 Ukrayna müdahalesi ve Kırım’ın ilhakıyla Karadeniz’de elde ettiği alan kapatma kapasitesinin Avrupa’ya konvansiyonel ya da strateji-altı düzeyde bir tehdit haline dönüşmemesi için ABD’nin aldığı tedbirleri görünür hale getiriyordu. Bu tedbirlerin başında da ABD’nin Baltık ülkeleri ve merkezi Avrupa’ya silahları ve askerleriyle geri dönmesi vardı. Trump’ın Almanya’dan asker çekme kararı (ki Biden bu kararı durdurdu) çok konuşuldu ancak ABD’nin Polonya ve Macaristan’a satma kararı aldığı askeri kabiliyetler fazla dikkatimizi çekmedi. Üstelik bilindiği üzere Trump yönetimi, sadece Polonya’dan Yunanistan’a bir dizi Amerikan yanlısı Avrupa ülkesini ikinci el Amerikan silah sistemleriyle donatmıyor ayrıca Rusya’yı da alınan yaptırım kararlarıyla yormayı amaçlıyordu. Ancak Trump yönetiminin Transatlantik ittifakın ruhuna küfrederken Rusya’yı çevrelemeyi amaçlayan bu hırslı, yeni çevreleme stratejisi tam anlamıyla istenilen sonucu vermedi.
Yeni Çevreleme Stratejisinin Zorlukları
Aslında suçu sadece Trump’ın gelgitli politikasında da arayamayız. Bilindiği üzere Kennan ve Dulles’ın farklı yorumlarını geliştirdiği çevreleme politikası, Soğuk Savaş’ın temel Amerikan stratejisiydi. Kennan’ın öncülük ettiği yorumu, ABD’nin Sovyetler’in olası ideolojik saldırısına açık alanların, o dönem Avrupa’nın, ayağa kaldırılması ve Rusya’nın belirli stratejik açıdan anahtar konumdaki alana girişinin engellenmesini içeriyordu. Dulles, çevreleme politikasına Rusya’nın elde ettiği stratejik kazanımlardan geri döndürülmesi, kopartılması fikrini (rolling back the Soviets) de ekledi. Çevrelemenin bu ikinci yorumu içinde Rusya’nın etki hanesinden çıkartılmış müttefikler üzerinden farklı bölgelerde düzenin şekillendirilmesi niyeti vardı. Ancak bugünün Yeni Soğuk Savaş koşullarından çevreleme stratejisinin temellerine baktığımızda 1950’lerdeki açık çevreleme reçetesini bulmamız mümkün değil. ABD tüm gücüne rağmen 1950’lerdeki gibi bir güç tekeline sahip değil. Bugün Rusya’nın Karadeniz’e kapatılarak çevrelenmesi konusunda doğru zamanın ve doğru stratejinin bulunamadığını Rusya’nın Suriye’deki varlığından rahatlıkla görüyoruz. Dolayısıyla ABD, yeni çevreleme stratejisinde Rusya’yı elde ettiği kazanımlardan kopartmaktan ziyade şu anda geldiği noktanın daha ilerisine geçirtmemek adına hareket ediyor. Washington, bu amaç doğrultusunda bölgede var olan, kazanç elde etmek için oluşmuş ama şu ana kadar istediğini istediği kadar elde edememiş belirli ittifak eksenlerini ve bu eksenlerdeki belirli devletleri destekliyor. Tam da bu noktada bölgesel düzeyde analiz hattına inmemiz ve Rusya’yı çevrelemek için kullanılan bu eksen stratejisinin bölgedeki ülkelere, örneğin Türkiye’ye ne mesaj verdiğini sorgulamamız gerekiyor.
Türkiye’ye Yönelik Mesaj
Türkiye’ye yönelik mesajın Türkiye’yi çevrelemekten ziyade Türkiye’yi yedekleme mesajı olduğunu düşünüyorum. ABD’nin Türkiye’nin çevresinde üsler aracılığıyla askeri varlık göstermeye başladığı dönemin ABD-Türkiye, AB-Türkiye ilişkilerinin gerginleştiği, Türkiye’nin stratejik otonomisini hem karar alma hem güç düzeyinde artırdığı bir dönem olması elbette tesadüf değil. Bu arada, stratejik otonomi düşüncesine Ankara kendi kendine kavuşmuş değil. Batı ittifakının Ankara’nın güvenliğini korumak konusunda gösterdiği çekince ve yetersizlikler, zorlu süreçlerde edinilmiş tecrübe ile birleştiğinde Türkiye’de savunma sanayii ve politikalarında millileşme eğilimini güçlendirdi. Ayrıca hepimiz biliyoruz ki Rusya kimi zaman havuç kimi zaman sopa ile Türkiye’yi kendi saflarına yakınlaştırmak arzusunda olduğunu saklamıyor. S-400 anlaşması bu çerçevede Ankara’nın ve Rusya’nın farklı stratejik gailelerle yola çıkıp, iki başkent adına kazan-kazan sonucu oluşturabileceğini gösterdi. Tüm bu resim, ABD’ye Ankara’yı ikna etmenin çok ucuz olmadığını gösteriyor. Bu yüzden de Washington “kötü senaryoya” hazırlanarak, Türkiye’nin Batı ittifakından uzaklaşması durumunda Rusya’nın Karadeniz-Ege-Akdeniz hattında hareket serbestliği kazanmasını caydıracak kuvveti bölgedeki ABD üsleri aracılığıyla görünür hale getiriyor.
ABD’nin bu bagajında yedek lastik tutma politikasının Türkiye’ye yönelik daha açık bir mesajı da var. Sonuçta ABD, Türkiye’nin caydırıcı kapasitesinin ne kadar güçlü olduğunu bilen bir aktör. Daha da önemlisi Türkiye’nin coğrafi konumu ve caydırıcı kapasitesini ABD’yi dahi zorlayacak şekilde bölgede kullanabildiğini de biliyor. Bu çerçevede Türkiye’nin sınırına, Türkiye ile arasında güvenlik ikilemi bulunan aktörlere yığdığı silahla, Türkiye’yi kendi hattından çıkma isteğine kapılmaktan caydırmaya çalışıyor. Bu noktada hem ABD hem de ABD’nin caydırma politikasını kendine destek olarak okuyan Yunanistan bazı ciddi riskleri göze alıyor.
Göze Alınan Riskler
ABD açısından temel risk, bu üst üste bindirdiği çevreleme ve caydırıcılık stratejilerinin (Rusya’ya karşı çevreleme, Türkiye’ye karşı Rusya ile yakınlaşmadan caydırma) bölgede sebep olduğu kutuplaştırma atmosferi nedeniyle tam tersi bir sonuç doğurması. Nitekim geçmişte Ankara’ya karşı kalkan sopalar iki sonuç doğurdu. Bir yanda Ankara kendisini Batı üzerinden çevrelemeye çalışan aktörleri caydırıcı gücünün ötesine geçerek uyardı, diğer yanda Rusya ve Türkiye’ye aynı anda alan açan stratejik iş birliği diyaloglarını Moskova ile geliştirdi. Dolayısıyla ABD, Ankara ile sadece sopa gösterdiği bir caydırıcılık ilişkisi üzerinden iletişim kuramayacağının farkında. Yani Ankara’nın ABD-Yunanistan yakınlaşmasını ve bölgenin silahlandırılmasını kendisine yönelik bir çevreleme hamlesi olarak okuması ve dengeleme stratejisine yönelmesi ABD açısından pahalıya mal olabilir. Bu yüzden de Washington hem Yunanistan-Türkiye diyaloğunu hem de ABD-Türkiye diyaloğunu rayında tutmak zorunda. Zaten Biden yönetiminin AB’ye Ankara’yı dışlayıcı yaptırımlardan kaçınması uyarısı da tam da bu kritik noktada geliyor.
Bu da Atina’nın yine aslında istediğini alamayacağı sonucunu doğuruyor. Yunanistan açısından ikinci risk de tam bu noktada ortaya çıkıyor. Genelde Atina’nın Türkiye ile çatışma ve silahlanma üzerinden kurduğu diyaloğun iki NATO üyesini karşı karşıya getiren maliyetli krizlerin çıkmasına yol açacağı uyarısı yapılır. Ama asıl risk; ekonomisi sıkıntılı, ultra-milliyetçiliğin pompalandığı, ikinci el silahlarla yedek kulübesinde bekleyen ve sonuçta sadece faturalarla yetinmek durumunda kalacak bir ülkenin haleti ruhiyesi. Bu ruh hali, Moskova’nın seve seve manipüle edeceği iç karışıklıkları haber veriyor. Sözün özü, ABD’nin Dedeağaç’tan Suda’ya kadar Yunanistan’a yığdığı silahlar Türkiye’yi durdurmaz, Ankara bundan önceki barikatları nasıl aştıysa bunu da aşar ama Washington’a bizden söylemesi; güvenlik ikilemini ateşle beslemek, bu ikilemin ana vatanı olan Atina’yı (Thucydides’i saygıyla analım) yakabilir.