Filistin sorunu yıllardır insanlığın kanayan yarası. İslam toplumu için ise Kudüs’ün ayrı bir kutsiyeti var. Balfour Deklarasyonu başlangıç için baz alındığında yaklaşık bir asırdır süren İsrail-Filistin problemi, 1948’den itibaren yakıcı sonuçlar ve sorunların ortaya çıkmasına sebep oldu. İsrail’in işgalciliği ve katliamları, insanlık vicdanı ve uluslararası hukuk yönünden defalarca mahkum edilse de yıllar geçtikçe İsrail’in suç ortaklarının sayısındaki artış, işgalin devam etmesinde ve normalleştirilmesinde etkili oldu. Bir zamanlar Ortadoğu ülkeleri İsrail’e karşı az çok ortak bir duruş geliştirebilmiş hatta 1973’teki petrol ambargosu gibi sonuç getirici eylemlerde bulunabilmişlerdi. Fakat Camp David (1978) ile birlikte surda önemli bir gedik açıldı ve gerisinin gelmesi zor olmadı. Bu süreçte bazı ülkeler yaptıklarıyla bazı ülkeler de yapmadıklarıyla gidişatta belirleyici oldular. Türkiye, Mısır, İran ve Katar, son çatışmalarda ateşkese ulaşılmasında etkili oldular. Derin bir suskunluğa gömülen bazı Körfez ülkeleriyse sözde barış ve normalleşme süreçleriyle aslında İsrail saldırganlığına zemin hazırlayan bir rol oynadılar.
Tahran’ın Filistin Siyaseti
İran her ne kadar ABD’yi “büyük şeytan” ve İsrail’i “küçük şeytan” olarak isimlendirse de İsrail’e yaklaşımı her zaman daha katı ve sertti. ABD ile müzakereler ya da normalleşme, zaman zaman İran siyasetinin gündemine yerleşse de İsrail için hiçbir zaman böyle bir olasılık söz konusu olmadı. Aksine İran siyasi seçkinleri İsrail’in varlığını sorunsallaştırdılar ve bu devletin yok olması gerektiğinden sık sık dem vurdular. Hatta 2017’de Tahran’da İsrail’in yok olmasına kalan süreyi gösteren bir geri sayım saati bile açıldı. Bu doğrultuda iki devletli çözüm ya da benzeri bir siyasi çözüm girişimi İran tarafından her zaman reddedildi. Madrid ve Oslo süreçleri şiddetle eleştirildi ve İsrail’in varlığını tanıdığı gerekçesiyle FKÖ de bu sebeple ağır şekilde suçlandı, “hain” damgası vuruldu.
Böylesine İsrail karşıtı bir devletin en son yaşanan İsrail saldırganlığı karşısında ortalığı ayağa kaldırması beklenirdi. Ancak gerek Cumhurbaşkanı Ruhani gerekse Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, Viyana’da devam eden nükleer müzakerelere o kadar konsantre olmuşlardı ki Filistin meselesini birkaç jenerik cümleyle geçtiler. Her yıl Kudüs Günü gibi bir tören organizasyonuyla Filistin ve Kudüs davasına olan bağlılığını silah ve füze envanteriyle birlikte sergileyen, hemen hemen her siyasi seçkinin İsrail’i lanetlemekte uzlaştığı bir ülkenin, en azından Bakü’de okuduğu şiir sebebiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Irak’ın kuzeyinde sürdürdüğü teröre karşı operasyonlar sebebiyle Türkiye’ye verdiği tepkinin yarısını İsrail’e vermesi beklenirdi. Ancak bu gerçekleşmedi. Bu durum İran’ın ideolojik pozisyonuyla ulusal çıkarlarına uygun alması gereken pozisyonu birbirinden ayrıştırmak konusunda ne kadar mahir olduğunu gösteriyor.
Dini lidere bağlı Devrim Muhafızları Ordusu tarafından yıllardır Hamas ve İslami Cihat örgütlerine para, silah ve askeri eğitim desteği veriliyor. En son çatışmalarda da Hamas’ın silahlı kolu olan İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın kullandığı roketler İran yapımıydı. Hatta Hamas lideri İsmail Haniye desteğinden dolayı İran’a teşekkür etti. İran dini lideri Ali Hamaney de oldukça samimi bir dille Haniye’ye cevap verdi ve ondan “Mücahit kardeşim” diyerek bahsetti. Dolayısıyla İran bir taraftan Filistin’de faaliyet gösteren örgütlere verdiği destek üzerinden bölgesel nüfuzunu genişletirken bir taraftan da hükümet nezdinde İsrail karşıtı tonunu ayarlayarak nükleer müzakere sürecinin hasar görmesinin önüne geçmeye çalışıyor.
Öte yandan İran’ın Filistin siyasetinin kendi kamuoyunda ve siyasal seçkinleri düzeyinde son zamanlarda ciddi şekilde eleştirildiğini söylemek mümkün. Bu eleştirilerde İran’ın Filistin’e ayırdığı maddi kaynakların ve Filistin siyasetinin çözüme hizmet etmemesi suçlamasının ön plana çıktığı görülüyor. 2017’den bu yana İran’da devam eden ve zaman zaman sert müdahaleler, pandemi vb. sebeplerden kesintiye uğrayan protestolarda İran’ın bölgesel siyaseti ve Filistin’e ayırdığı kaynaklar da şikayet konusu edilmişti. Bu durum İran kamuoyunun bir kısmının İran’daki müesses nizamın Filistin vizyonunu paylaşmadığını göstermesi açısından önemli. İranlı protestocular ülke içerisindeki ekonomik sorunların çözülmeden Filistin’deki örgütlere kaynak ayrılmasını kabul etmiyorlar. İkincisi bazı siyasal seçkinler İran’ın Filistin siyasetinin barışa ve çözüme katkı yapmadığını düşünüyor. Eski Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin kızı olan Faize Haşimi, ateşkesten bir gün sonra uluslararası bir gazeteye verdiği röportajda, İran’ın Filistin siyasetini eleştirmiş ve İran’ın zamanında Arafat’ı desteklememek ve onun yerine Hamas ve İslami Cihat örgütlerini desteklemekle yanlış yaptığını savunmuştu. Ona göre İran Filistin’de barışı değil var olan “hassas durumun devamını” arzuluyor. Çünkü Filistin meselesi üzerinden kendi ideolojik kurgusunu tahkim ediyor.
Mısır ve Körfez’in Filistin Siyaseti
1978’de Enver Sedat yönetimi altında imzaladığı Camp David anlaşmasıyla İsrail’i tanıdığı ve Filistin davasına zarar verdiği gerekçesiyle Arap Birliği’nden atılan ve ancak 1989’da geri dönebilen Mısır, yıllardır İsrail-Filistin meselesinde maddi güçsüzlüğü ve Arap dünyasının liderliğine talip olma hırsı arasındaki çelişkiyi yaşıyor. Mısır hem tarihsel olarak Filistin mücadelesinin önemli aktörlerinden biri hem de coğrafi olarak Gazze’ye sınırdaş olması ve Refah Sınır Kapısı üzerinden Gazze’nin dünya ile bağlantısını kurabilmesi açısından kritik bir pozisyonda. Bir zamanlar İsrail ile savaşların öncüsü olan Mısır, artık arabuluculuk ve Filistin’e yardım ile yetinmek zorunda. Son çatışmalarda da Mısır defalarca ateşkesin sağlanması için heyetler göndererek arabuluculuk faaliyetlerinde bulundu. İsrail’in saldırılarını kınayan Kahire yönetimi, Refah Sınır Kapısı’nı açarak yaralı Filistinlilerin tedavisinin yapılabilmesi için Mısır hastanelerini devreye soktu.
Körfez Arap ülkelerinin yaşanan son saldırılar karşısındaki tutumlarını anlamlandırabilmek için hem ülkelerin kendi aralarında hem de ülkelerin yönetimleriyle halkları arasında bir ayrıma gitmek gerekmektedir. Bu anlamda Katar’ın pozisyonu diğer ülkelere kıyasla istisnaidir. Hem Türkiye başta olmak üzere diğer önemli aktörlerle diplomatik faaliyetler yürütüp İsrail saldırganlığını sona erdirmek üzere çaba harcamış hem de Filistinlilere maddi yardımda bulunarak güçlü kalmalarını sağlamaya çalışmıştır. Bu bağlamda Türkiye ve Katar’ın Mısır ile ilişkilerinin iyileşme sürecinde olmasının Filistin başta olmak üzere diğer bölgesel meselelerde de sağlayacağı fayda açıkça görülmektedir.
İbrahim Anlaşmalarının Etkisi
Körfez’deki diğer aktörlere baktığımızda ise farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Aslında İsrail’in bu saldırganlığının kolaylaştırıcılarının başında İbrahim Anlaşmaları geliyor. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn ile İsrail’in diplomatik olarak normalleşmesini sağlayan ve geçen yıl imzalanan İbrahim Anlaşmaları sürecinin aslında Filistin’deki işgali normalleştirmeye matuf olduğu bir gerçek. BAE Washington Büyükelçisi Yusuf el Uteybe, normalleşme anlaşmasının halkla ilişkiler ayağı kapsamında, bu anlaşmanın Batı Şeria’daki İsrail ilhakını önleyeceğini öne sürmüştü. Ancak yaşananlar, bu anlaşmanın İsrail’in Filistin’e saldırısı ve Filistin topraklarını işgali konusunda daha da pervasızlaşmasına hizmet ettiğini gösteriyor.
BAE yönetimi Şeyh Cerrah saldırısını kınayıp arabuluculuk ve yardım teklif ederken İsrail’i hedef göstermemeye dikkat etti. BAE yetkililerinin kullandığı dil, İsrail ile normalleşme sürecine zarar vermemesi adına titizlendiklerini gösteriyordu. 66’sı çocuk 243 Filistinlinin hayatını kaybetmesine rağmen Körfez ile İsrail arasındaki ticari ilişkiler tüm hızıyla devam ediyor. Körfez ülkelerinden İsrail’e yönelik herhangi bir yaptırım ya da boykot kararı gelmezken aksine yeni kurulan İsrail-Körfez İşbirliği Konseyi Ticaret Odası Başkanı Henrique Cymerman, Al Jazeera’ya yaptığı bir açıklamada Gazze saldırıları sonrası ticaret açısından değişen bir şey olmadığını ve her şeyin yolunda olduğunu söyledi. BAE ve Bahreyn’in ardından İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi beklenen, özellikle Bahreyn üzerindeki nüfuzu dikkate alındığında, Suudi Arabistan’ın Dışişleri Bakanlığı, İsrail’in “çirkin yasa dışı saldırılarını kınadıklarını” açıkladı. Suudi yönetiminden bu açıklamanın dışında bir adım gelmedi.
Ancak Körfez halklarının monarklar ile aynı şekilde düşünmediği bazı örnekler üzerinden görülüyor. Her ne kadar sosyal medyada Waseem Yousef gibi bazı BAE’li din adamları, çatışmalarda Filistin tarafını suçlayıcı mesajlar yayınlasalar da bu tüm Körfez halkları adına genellenebilecek bir durum değildir. Bahreyn’de yapılan İsrail karşıtı gösteriler bunun en önemli delilidir. Aynı zamanda bu reaksiyon, rejimlerin kendi halklarıyla arasının ne kadar açık olduğunu da gösteriyor. Dolayısıyla Körfez yönetimlerinin İsrail siyasetlerinin dönüşümüyle paralel olarak halkların perspektiflerinde bir dönüşme olmadığı söylenebilir. Bu sebeple İbrahim Anlaşmaları, süreci Mısır’ın Camp David anlaşması ya da İsrail-Ürdün Barış Anlaşması gibi devletler düzeyinde bırakmamayı, turist kafilelerinin karşılıklı toplu seyahatleriyle bir an önce Körfez halkları nezdindeki İsrail imajını düzeltmeyi hedeflemektedir. Normalleşme sürecinin Arap ve Yahudi halkları arasında toplumsal barış ve sükûneti sağlayacağı iddiasının kofluğu ise son Gazze saldırılarının ardından Arap mahallelerinde “sivil” silahlı Yahudi grupların saldırılarıyla gözler önüne serilmiştir.