2021’de Rusya’nın Ukrayna sınır bölgesine yapmaya başladığı askeri yığınak sonrasında yeniden alevlenen Rusya-Ukrayna krizi, uluslararası ilişkiler camiasını 1990’lardan beri meşgul ediyor. Sovyetler Birliğinin dağılmasının hemen ardından alanın önde gelen bilim adamları Rusya’nın Kiev üzerindeki emellerine, stratejik çıkarlarına ve yeni bir savaş ihtimaline dikkat çekmeye başlamıştı. Örneğin, 1994’te Eugene Rumer, Foreign Policy dergisinde Ukrayna’nın Rusya’ya dönüp dönmeyeceği sorusunu tartışmıştı. Aynı yıl, Europe-Asia Studies dergisinde Roman Solchanyk, Rusya’nın Ukrayna’dan resmi olmayan toprak taleplerine, etnik Rusların ve Rusça konuşan nüfusun yoğun olduğu Donbas gibi, Kırım gibi bölgelere ve bahse konu bölgelerdeki yaygın ayrılıkçı duygulara dikkat çekmişti. Roman Laba (1995), devlet, kimlik ve ulus üzerinden irdelediği Ukrayna-Rusya çatışmasına dair iki ülkenin sınırlarının Avrupa’nın en sorunlu bölgelerinden biri olacağına dair ileriye dönük önemli bir öngörüde bulunmuştu.
Ukrayna, zamanında çok tartışmalı hususlardan biri haline gelen nükleer silahlarından vazgeçmeden önce Barry Posen Survival dergisinde, güvenlik ikilemi perspektifinden Ukrayna-Rusya ilişkilerini incelemiş (1993) ve istikrarı sağlayan en asli faktörün iki ülkenin de sahip olduğu nükleer silahlar olduğunu söylemişti. Nükleer silahlar iki taraf için de güçlü caydırıcılar olarak kabul edilmekteydi. Son olarak, John Mearsheimer’ın en çok atıf alan çalışmalarından biri olan 1993 “Foreign Affairs” makalesine bakarsak, Ukrayna-Rusya ilişkileri konusunda hem haklı hem de haksız çıktığını görüyoruz.
Haklı olmasının nedeni, nükleer Ukrayna’nın Rusya’ya karşı caydırıcılık sağladığı ve nükleer silahlardan arındırılmamasının, barışın korunması noktasında elzem olduğudur. Rusya’nın ancak bu şekilde iyi ilişkilere haiz olmadığı Ukrayna’ya karşı bir işgal girişiminden caydırılabileceğini iddia ediyordu. Zira, Mearsheimer’a göre; Ukrayna kendisini konvansiyonel olarak nükleer Rusya’ya karşı koruyamaz ve böyle bir tehlikede, ABD dahil hiçbir ülke Ukrayna’ya güvenlik şemsiyesi sağlamazdı. Eğer ki ABD Avrupa’da istikrar sağlamak istiyorsa Ukrayna’nın nükleer silahlardan arındırılmaması gerekiyordu. Mearsheimer’ın 1993’te ortaya koyduğu bu argüman ve öngörü, 2014 ve Mart 2021’den bugüne müşahede ettiğimiz gelişmeleri düşündüğümüzde ders niteliğindedir.
Mearsheimer’ın haksız olduğu nokta ise Ukrayna’nın nükleer silahlarını en çok korktuğu ülke olan Rusya’ya devretmeyeceği argümanıdır. ABD ve Avrupa’nın Ukrayna’ya nükleersizleştirme noktasında baskı yapamayacağını söylemektedir. Mearsheimer’ın makalesinden bir yıl sonra 1994’te Budapeşte Memorandumu imzalanmış, Ukrayna nükleer silahlarından vazgeçmiştir. Böyle bir durumun gerçekleştiği senaryoda, savaş ihtimalinin artacağını, Rusya’nın cesaret bulurken ABD’nin ise krizi çözme yetisinin azalacağını savunmuştur. Bu minvalde, 2014’te Kırım’ın yasa dışı ilhakı, Donbas savaşı ve 2021 baharında tırmanmaya başlayan Ukrayna-Rusya gerginliğine bakarsak, söz konusu öngörülerde haklılık payı olduğu görebiliriz.
Hem Donbas çatışması hem de Kırım’ın işgalinde benzer faktörlerin etken olduğunu söyleyebiliriz. İlk olarak, kimlik ve tarihi miras faktörü. İkinci olarak, jeopolitik önem. Üçüncü olarak ise Kiev’in Batı yanlısı politikalarına cevap ve Batı organizasyonlarının (NATO ve AB) bölgedeki nüfuzunun engellenmesi. Literatürde üç faktör de 1990’lardan bu yana tartışılmakta ve söz konusu faktörlerin eninde sonunda, 2014’te vuku bulan çatışmalara sebebiyet vereceği tahmin edilmekteydi. Bunların arasından günümüzdeki gelişmeleri anlamlandırmada en öne çıkan faktör, NATO’nun Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip genişlemeye, Rusya’nın “Yakın Çevre”sine yani eski Sovyet coğrafyasına doğru genişlemeye devam etmesidir. Söz konusu genişleme hem Rusya’nın ulusal güvenlik stratejisine ters düşmekte hem de Büyük Stratejisi’ne meydan okumaktadır.
Tudor Onea’nın The Grand Strategies of Great Powers kitabında ortaya koyduğu üzere, Rusya’nın Putin sonrası benimsediği Büyük Strateji, ülkeyi büyük güç olarak eski haline döndürmek, bu bağlamda da ülkenin uluslararası arenadaki etkisini ve statüsünü tahkim etmektir. Yine aynı çerçevede, Soğuk Savaş sonrası ABD hegemonyasında kurulan tek kutuplu dünya düzeninin değişmesi, ABD ve Batı’nın etkisinin dengelenmesi olmazsa olmaz hususlar arasındadır. Bu yaklaşımın, bilhassa Boris Yeltsin dönemi başbakanlarından Yevgeni Primakov ile şekillendiğini, bu yaklaşıma göre Rusya’nın küresel sistem tasavvurunun çok kutupluluğun sağlanması yönünde olduğunu ve Batı’nın nüfuzunun dengelenmesi/karşı konulması stratejisinin benimsendiği söyleyebiliriz.
Dengeleme sağlanması ve karşı konulması noktasında en önemli coğrafya “Yakın Çevre” olarak addedilen Baltık ülkeleri hariç post-Sovyet coğrafyadır. Rusya, bahse konu bölgede konuşlu ülkelerin, NATO ve AB gibi Batı temelli uluslararası örgütlere üye olmalarına kati surette karşı çıkmakta, bilakis, kendisinin liderliğini yaptığı KGAÖ ve Avrasya Ekonomik Birliği’ne üye olmalarını hedeflemektedir. Bu bilgiler ışığında, NATO ve AB’nin Almanya’nın doğusunda yaptığı her genişleme, Moskova açısından kendisine karşı yapılan bir genişleme ve çevreleme politikasının devamı olarak görülüyor. Bununla beraber, Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerin NATO kapsamındaki Barış İçin Ortaklık programına kabul edilmeleri, Rusya’nın Büyük Stratejisi’yle temelden çatışırken, tehdit algısını da körüklüyor.
NATO genişlemesinin Rusya-Batı gerginliğini arttıracağı, önde gelen bürokratlar, siyasetçiler ve akademisyenler tarafından tahmin edilmişti. Nitekim, “Çevreleme Politikası” ile meşhur diplomat George Kennan, Soğuk Savaş sonrası NATO’nun izlediği genişleme stratejisinin, Rusya’da milliyetçiliği yükselteceğini, Batı karşıtı militarist eğilimleri körükleyeceğini ve günün sonunda soğuk savaş atmosferini geri getireceğini söylemişti. Vladimir Putin, 2007’de düzenlenen Münih Güvenlik Konferansında, Rusya’nın NATO konusundaki hassasiyetlerini dile getirirken, örgütün daha fazla genişlememesi noktasında uyarılarının dikkate alınması gerektiğine vurgu yapmıştı.
John Mearsheimer da 2014’te Foreign Affairs dergisi için kaleme aldığı makalede, Batı’nın Rusya’nın arka bahçesine girdiğini ve ülkenin temel stratejik çıkarlarını tehdit ettiğini dile getirmiştir. Ona göre, Ukrayna krizinin suçlusu ABD ve Avrupalı müttefikleridir ve krizin yaşanmasının temel nedeni NATO genişlemesidir. Söz konusu genişleme politikası, Ukrayna’nın Rus yörüngesinden çıkartılması ve Batı’ya entegre edilmesi stratejisinin merkezi unsurudur. Diğer bölümlerin yanı sıra, bu makale kapsamında Mearsheimer tarafından tasavvur edilen “Çıkış Yolu”nun okunmasını şiddetle tavsiye ederim. 2021 sonbaharında Rusya’nın Ukrayna sınırındaki yığınağı ve askeri hareketlilik sonrasında yaşananlar ile 2014’teki gelişmelerin ne kadar benzediğini göreceksiniz.
Bu çerçevede, 2021’de neden aynı ihtimalleri konuşuyor ve tartışmaları yapıyor oluşumuzun cevabı aslında 2014’ten çok da farklı değildir. Yaşanan yine Rusya’nın Büyük Stratejisi ve ulusal güvenlik perspektifiyle alakalıdır. Moskova’nın kırmızı çizgileri, Putin’in Münih Güvenlik Konferansı’ndaki düşünceleri ve ülkenin stratejik çıkarları, 2014’ten bu yana bir değişim geçirmemiştir. Kırım’ın yasadışı ilhakı ve Donbas’taki kriz, Moskova’ya önemli kazançlar sağlamış olsa da NATO ve diğer Batı kurumlarının başta Ukrayna olmak üzere Sovyet sonrası coğrafyaya ilgisi devam etmiştir. Buna mukabil, ABD ve Avrupa başkentlerinin Ukrayna mesaileri son dönemde -özellikle de ABD’de Joe Biden yönetimiyle beraber- artış göstermiş; NATO’nun Karadeniz bölgesindeki tatbikatları artmış ve Ukrayna’nın üye olmadan NATO karakolu haline gelebileceği argümanları tartışılmaya başlanmıştır.
Rusya’nın ilkbahar yığınağında olmasa da sonbahar yığınağı sonrası Batı’dan talep ettiği bağlayıcı güvenlik garantilerine baktığımızda, Ukrayna’nın NATO’ya alınmaması ve NATO’nun doğuya doğru daha fazla genişlememesi, Rus sınırlarına ve yakın bölgelere NATO asker ve silahlarının konuşlandırılmaması ve NATO’nun 1997 öncesi sınırlarına çekilmesi gibi Ukrayna’nın da ötesinde hedefleri olduğunu görüyoruz. Rusya’nın bu talepleri karşılandığı takdirde Avrupa’nın güvenlik mimarisi, Kremlin lehine yeniden dizayn edilmiş olacak ve Soğuk Savaş sonrası kurulan düzen, hedeflendiği gibi temelden sarsılacaktır.
2014’ten farklı olarak Rusya’nın sahadaki yığınağının olağan dışı boyutlarda olduğunu, isteklerinin ise Ukrayna’nın ötesine geçtiğini söylememiz gerekiyor. Söz konusu askeri yığınak, Belarus sınırından Kırım’a kadar tüm hudut bölgesini kapsar nitelikte. Rus taktik tabur gruplarının sayılarına, ordunun son dönemde aldığı postüre; silah, mühimmat, zırhlı araç, tank ve teçhizat sevkiyatına baktığımızda, Moskova’nın kırmızı çizgilerine dair bir karşılık almadan geri adım atması beklenmiyor. Bu noktada, Moskova’nın geri adım atmaya ikna edilebilmesi/razı olması için en azından Ukrayna’nın NATO üyesi olmayacağına dair garanti verilmesi ve/veya Kiev’in Minsk anlaşmasını uygulamaya ikna edilmesi gerektiği öne çıkan argümanlar arasında.
Gerilim öyle bir noktaya tırmanmıştır ki Rusya bu yığınağın karşısında bir şey elde edemeden geri çekilirse ciddi siyasi maliyetlerle karşılaşacak; askeri caydırıcılığı ve itibarı zedelenecektir. Olası harekatın maliyetlerinin öyle yüksek olması gerekir ki Rusya bir girişimde bulunmak yerine geri çekilmeyi yeğlesin. Şu aşamada bunun tam tersi olduğunu söylemek mümkün. Öte yandan, daha önce de belirtildiği gibi Batı’nın bu güvenlik taleplerinin tümüne karşılık vermesi mümkün görünmüyor. Söz konusu güvenlik garantileri verildiğinde; Rusya küresel statüsünü ve nüfuz alanını tahkim edeceği gibi ABD, NATO ve Avrupa kurumlarının güvenilirliği ciddi ölçüde zedelenir ve güç kaybına uğrar. Bu durum en nihayetinde NATO’nun varlığının sorgulanmasına kadar gider ve zaten var olan çatlakların daha da büyümesine yol açar. Yalnızca, Ukrayna’ya dair verilecek garanti bile NATO’nun Rusya karşısındaki gücünü ve caydırıcılığını tartışmaya açar ki halihazırda izlenen belirsiz stratejisi böyle bir tartışmaya sebep oluyor.
Ortada öyle bir ikilem var ki, Rusya’nın kırmızı çizgileri tanınmadığı takdirde Ukrayna’ya gerçekleştirilecek bir harekat -ki bu bir işgal veya ilhak olmak mecburiyetinde değil- NATO’ya ve Batı’ya ciddi siyasi ve güvenlik maliyetleri doğuracaktır. Diğer bir ifadeyle, Rusya’nın talep ettiği güvenlik garantileri verilmediği ve Ukrayna’ya yönelik olası bir askeri harekattan caydırılamadığı durumda, NATO’nun etkinliği ve caydırıcılığı tartışma konusu haline gelecektir. Bu durum Rusya’nın Büyük Stratejisine hizmet edeceği gibi stratejik düzeyde de muhtelif kazançlar sağlayacaktır. Hülasa, şu aşamada Rusya oldukça avantajlı bir konuma sahip görünürken Batı ise ciddi bir ikilem içerisine gark olmuş durumdadır.