Türkiye siyasetinde köklü değişimlere yol açan 15 Temmuz hain darbe girişiminin üzerinden iki yıl geçti. Bu süre içerisinde yaşanan değişim Türkiye Cumhuriyeti’ni, üçüncü safha olarak da nitelendirebileceğimiz bir aşamaya taşıdı. Kuruluş aşaması ve Cumhuriyet’in kendisini kurum ve kuruluşları ile konsolide ederek çok partili yaşama geçmesine kadar olan süreyi birinci safha olarak nitelendirirsek çok partili hayata geçişten 15 Temmuz 2016’ya kadar geçen dönemi de ikinci safha şeklinde düşünebiliriz. 15 Temmuz sonrası her anlamda ve her alanda farklılaşan ülkede kurumsal çerçevede en önemli makas değişimi 16 Nisan 2017 tarihindeki referandum ile birlikte parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişin halk tarafından onaylanması olmuştur.
Yeni sistemin tam anlamıyla hayata geçişi ise 24 Haziran 2018’de gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri ile olmuştur. 25 Haziran 2018 tarihi itibarıyla Türkiye’ye özgü nitelikler taşıyan “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ne fiili olarak geçmiş bulunmaktayız.
15 Temmuz’un Sisteme Etkisi
15 Temmuz 2016 sonrası Yenikapı’da milyonların katıldığı mitinge binaen oluşturulan ve “Yenikapı ruhu” ismiyle de cisimleşen yerli ve milli duruş aslında ülkeye karşı yürütülen hibrit harbe karşı da sergilenen duruşun adı olmuştur. Her ne kadar sonradan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Yenikapı ruhundan koptu denilse de Yenikapı’da ortak bir bilincin temsilcisi olarak aslında hiç bulunmadığı da o günden bu yana sergilediği siyasi pozisyon ile sabittir.
Demokrat Parti’nin iktidara gelişi olan 1950’den 2002’ye kadar geçen 52 yıllık sürenin 24 yılının verimsiz koalisyon hükümetleri ile yaklaşık 4 yılının da askeri yönetimler ile heba edildiği göz önüne alınırsa “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin istikrara katkısını daha iyi tahayyül edebiliriz. İşte tam bu noktada Türkiye’de siyaset yapan her siyasi figürün gündeminde bulunmuş “başkanlık” sistemi 16 Nisan 2017 tarihinde bu ruh ile halkoyuna sunuldu. Söz konusu halk oylamasının hayata geçmesinde 15 Temmuz darbe girişiminin, bölgemizde ve dünya siyasetinde yaşanan hızlı değişimlerin etkisi kuşkusuz çok büyüktür.
15 Temmuz gecesinde, 16 Nisan halk oylaması sürecinde ve en son 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimindeki kampanya döneminde oluşan ittifak ve hizalanmalar dikkatle incelenmelidir. Milli ve yerli duruş sergileyen her türden oluşuma ve bu oluşumlara liderlik edenlere karşı Batı merkezli bir motivasyonu, hatta Batı merkezli bir koordinasyonu net bir şekilde görmek mümkündür. 15 Temmuz gecesi ellerindeki en değerli vesayet kartını yitiren Batı’nın başkanlık sistemine geçildiği takdirde titrek, muhtaç ve aciz koalisyon hükümetleri kartını da yitirecek olması histerik reaksiyonlar vermesine yol açtı.
Batı’nın Dizginleme Döneminin Sonu
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra tek partili bir hükümetin kurulma imkanının ortadan kalkması koalisyonların titrek havasına meftun olan Batı’yı son derece memnun etmiştir. Seçim sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra Türkiye’yi terör ile dizginleme formülüne 40 yıldan bu yana teşne olmuş Batı tekrardan uluslararası düzeyde taşeronlaşmış başta PKK olmak üzere DEAŞ, DHKP-C gibi birçok terör örgütünü aynı anda devreye soktu. Bir yandan PKK sözde devrimci halk savaşı adı altında tüm ülkede terör eylemlerine imza atıyor, diğer yandan DEAŞ hem ülke içinde hem ülke sınırları boyunca her türden terör eylemleri ve uluslararası manipülatif hareketlere imza atıyordu.
Bu noktadan günümüze kadar geçen sürede her türden terör örgütüne karşı verilen mücadelede olağanüstü örnek sergileyen Erdoğan liderliğindeki Türkiye, önce terörün ülke içerisindeki yapılanmasının belini kırdı sonra da mücadeleyi sınırları dışına taşıdı. İşte tam bu noktada Batı, elindeki en değerli vesayet kartını masaya sürerek 1960’tan bu yana bilindik bir yöntem ile TSK içerisindeki FETÖ’cü yapılaşmayı devreye sokarak hükümeti ve ülkeyi vasileri ile cebren ele geçirmeye çalıştı.
15 Temmuz, Güvenlik ve Konjonktür
Bir tarafta askeri vesayet sistemine son veren 15 Temmuz direnişi ve silahlı kuvvetlerin demokratik denetim ve gözetimi alanında atılan adımlar diğer tarafta ülkenin bu alandaki tüm kazanımlarını geriye döndürme hevesi, 15 Temmuz gecesi darbecilere karşı amansız mücadele veren askerlerin apoletlerinin söküleceğine dair söylemler, KHK ile ihraç edilenlerin geri dönmesinin yolunun açılacağı vaatleri… Tüm bunlar seçmenin tercihinin vesayet mekanizmalarının bir daha kurulamayacak şekilde ortadan kaldırılması yönünde belirginleşmesine yol açmıştır.
7 Haziran seçimlerinin hemen sonrasında başlatılan terör eylemlerinin önce yurt içerisinde kontrol altına alınarak minimize edilmesi ve arkasından geçilen yeni güvenlik stratejisi kapsamında mücadelenin sınır dışında yani terörün kaynağında verilmesi terörü bir vesayet mekanizması olarak kullanan Batı dünyasını ve Ortadoğu coğrafyasındaki bazı kullanışlı ülkeleri oldukça rahatsız etmiştir.
Türkiye 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen önce Fırat Kalkanı Harekatı ile PKK’ya alan açmak için kullanılan DEAŞ’ın varlığını bölgeden söküp attı. DEAŞ eksenli tüm manipülasyonlara son verdi. Hemen arkasından Zeytin Dalı Harekatı ile Afrin bölgesindeki PKK’lı yapılaşmayı her türden engelleme, destek ve algı operasyonlarına rağmen ortadan kaldırarak Fırat’ın Batı yakasındaki terör koridorunun en önemli ayaklarını yok etti. Bu harekatlar Suriye ile de sınırlı kalmadı. Irak’ın kuzeyinde 1998’den bu yana terör örgütünün “Alamut Kalesi” konumundaki bölgelere bu yılın başından beri kararlılık ile müdahalelerde bulundu. Türkiye bugüne kadar bölgeye 11’den fazla irili ufaklı askeri üs bölgesi kurdu. Bu yazının kaleme alındığı zaman diliminde Kandil başta olmak üzere Irak’ın kuzeyindeki terör örgütlerinin kullanabileceği kritik arazi kesimlerini kontrol altına aldı.
Önümüzdeki süreçte kalıcı hale getirilmesi planlanan bu üs bölgeleri vasıtası ile 40 yıldan bu yana yaşanılan terör sorununa kalıcı bir şekilde son vermek isteyen siyasi iradenin bu planı da 24 Haziran gecesi seçmen tarafından oylandı. Zira siyasi iradenin terör ile mücadeledeki son derece kararlı tavrına rağmen 24 Haziran seçim kampanyası boyunca ve seçim beyannamesinde CHP’nin FETÖ ile mücadeleye hiç yer vermemesi, 15 Temmuz’dan ziyade OHAL’in ilan edildiği 20 Temmuz sonrası yapılanlar ile mücadelenin hedef alınması hiç kuşkusuz seçmenlerin sandık başına gittiğinde oyladığı hususlar oldu.
Terör ile geçen son 40 yılın en huzurlu ve sükunet içerisinde geçen zaman dilimini 15 Temmuz gibi yıkıcı bir kalkışmanın hemen sonrasında sınırlarının dibindeki iç savaşlara rağmen yaşayan başta bölge halkı ve tüm ülke kuşkusuz bu huzuru da 24 Haziran günü sandıkta oyladı. Bölgede terör örgütüne müzahir partinin oy oranlarının düşmesi bölge halkının baskıdan, terörden arındırıldığında tercihini sandığa daha özgürce yansıtabileceğini bizlere gösterdi. Böyle olunca da sandıktan çıkan sonuçlar karşısından yenilen ve hezimete uğrayan iki örgütün FETÖ ve PKK olduğunu belirtmek gerekir. İki örgüt de seçim öncesinde yoğun şekilde Erdoğan’ın kaybetmesi yönünde propaganda yapmıştı. Millet Erdoğan’ı seçerek bu örgütlerle kararlı mücadeleyi de teyit etmiş oldu.
Önümüzdeki süreçte Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesi ile birlikte 15 Temmuz süreci, FETÖ ve tüm terör örgütleri ile mücadelenin amansız bir şekilde sürdürülmesi, bunun sistematik hale getirilmesi, terörle mücadelede uygulanan önleyici mücadele doktrininden geri adım atılmaması vatandaşın yönetici siyasi kadroya tevdi ettiği vazifelerdir. Aynı şekilde başta Suriye ve Irak olmak üzere Doğu Akdeniz’den Ege Denizi’ne, Balkanlardan Kafkasya’ya kadar tüm bölgede çok yönlü dış politikadan taviz verilmeksizin proaktif diplomasinin başarılı uygulamalarının kesintisiz sürdürülmesi, diplomasinin bir uzantısı olarak yeri geldiğinde sert gücün bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da sahaya sürülmesi vatandaşın siyasete ayrıca tevdi ettiği en önemli husus olmuştur.