Türkiye’de muhalefeti, siyasi ve toplumsal boyutlarıyla iki ayrı kategoride ele almak gerekir. Siyasi muhalefet, uzun süreler boyunca elitler arası bir mücadele şeklinde kendini gösterdi. Toplumsal muhalefet ise Osmanlı’dan Tek Parti döneminin sonlarına kadar uzanan zaman diliminde oldukça sınırlı kaldı. Toplumsal muhalefetin siyasi bir enerji kazanması, çok partili hayata geçiş sonrasında gerçekleşti. İktidar karşısında gerçek anlamda bir muhalefetten bahsedebilmek için Osmanlı’nın son dönemine gitmek gerekir. Bu noktada, Osmanlı’nın klasik döneminde gerçek anlamda ve güçlü bir muhalif hareketin bulunmadığının altı da çizilmelidir. Modernleşme sürecine girilmesiyle birlikte yavaş yavaş muhalif bir nüve belirmeye başladı. Muhalefet, gücünün doruğuna İkinci Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele geçirmesiyle ulaştı. Ancak bu durumun toplumu doğrudan ilgilendiren bir yönünün olmadığını kaydetmek gerekir. Daha açık bir ifadeyle, tıpkı eski muktedirler gibi iktidarın yeni sahiplerinin önceliği de toplumsal talepleri siyasi zemine taşımak değildi. Tam tersine gerekirse toplumun rızası hilafına tasarlanan reform projelerini hayata geçirmek amacından yola çıkıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda uğranan mağlubiyetten sonra yine toplumsal dinamiklerden bağımsız bir iktidar değişikliği gerçekleşti.
Milli Mücadele, ülke içinde farklı siyasi görüş ve eğilimdeki insanların birlikte hareket etmesiyle kazanıldı. Ancak lider kadronun büyük oranda İttihatçılardan oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. 1919’da Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal Paşa, kısa süre içinde doğal bir lider durumuna geldi. Ankara’da kurulan hükümet, aslında İstanbul’a karşı muhalif bir girişim ve alternatif bir siyaset arayışının temsilcisi durumundaydı. İlginç şekilde, Meclis içindeki fikir ayrılıkları, muhalefet içinde muhalif bir grubu da üretti. Hüseyin Avni ve Ali Şükrü Beylerin öncülüğündeki İkinci Grup, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğini yaptığı Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk (Cemiyeti) Grubu’nun karşısına daha demokratik taleplerle çıktı. Savaş yıllarında İkinci Grup’un etkisinin oldukça sınırlı kaldığı açıktır. Ancak Hüseyin Avni Bey ve arkadaşları daha sonra farklı şekillerde devam edecek bir muhalefetin ilk işaretlerini vermişlerdir. Nitekim bu dönemde yürütülen tartışmalar, çok partili hayata geçiş denemesinin yapıldığı bütün dönemlerde kendini farklı şekillerde yeniden gösterdi. Milli Mücadelenin kazanılmasından sonra rejim içinde yaşanacak bir güç mücadelesinin ilk izleriyle de aynı süreçte karşılaşıldı. Öncelikle Lozan müzakerelerinde anlaşmanın yapılmasının ardından genel af çıkarılması talebine karşı Ankara hükümeti belirli sayıda kişinin bu kapsam dışında tutulmasını istedi. Lozan’da gayrimüslimler azınlık statüsünü elde edip özel hukuki haklar kazandıklarından, aftan yararlanamayacaklar yalnızca Müslümanlar arasından seçilecekti.
İtilaf devletleriyle yapılan pazarlıklar, Ankara hükümeti tarafından belirlenecek 150 kişinin af kapsamı dışında bırakılmasıyla sonuçlandı. Aslında Heyet Başkanı İsmet Paşa, sayının 600 olmasını istemiş, en sonunda isimleri daha sonra belirlenecek olan 150 kişide mutabakata varılmıştı. Meclis’te yapılan görüşmeler sonrasında 150 kişi tespit edildi ve bunların ülkeden sürülmeleri kararlaştırıldı. 150’likler olarak adlandırılan bu grubun en önemli özelliği oldukça heterojen bir kitle olmalarıdır. Öyle ki belirlenen isimler arasında kamuoyu tarafından bilinen çok az sayıda kişinin bulunduğu görülür. 150’liklerin çoğu, ülke çapında az bilinen ve kısmen yerel ölçekte etkili olan kişilerdi. Böylece savaş sırasında olumsuz tutum gösteren bir grup insan adeta ibretiâlem için aftan yararlandırılmadı ve bunlar 1927’de de vatandaşlıktan çıkarıldı.
Muhalefetin Tasfiyesi
Cumhuriyetin ilanı, demokratik bir parlamento yapısı içinde gerçekleşti. Burada asıl tartışma noktası, Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyeti, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey gibi Milli Mücadelenin diğer öncülerinden habersiz şekilde duyurmasıdır. Bu karar ve öncesinde gerçekleşen 1923 seçimleri, Cumhuriyet tarihindeki ilk çok partili hayata geçiş denemesini de beraberinde getirdi. Atatürk, kendi etrafındaki mebusları Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) çevresinde toplarken, muhalifler Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TpCF) kurdular. Her iki fırkanın temel esaslar üzerinde aslında mutabık olduğunu söylemek mümkündür. Öyle ki hem CHF hem de TpCF, İttihat ve Terakki kökenli oluşumlardır. Muhalefetin siyasi hayatın bir parçası olmasını engelleyen asıl gelişme ise Şeyh Sait İsyanı vasıtasıyla yaşandı. İsyan nedeniyle çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunuyla TpCF kapatıldı. Üstelik yasaklar, yalnızca siyasi partilerle de sınırlı kalmadı. Ülkede muhalif sayılabilecek tüm basın yayın organları da bu yasaklardan nasibini aldı. Böylece 1925’ten sonra ülke içinde siyasi muhalefet, ciddi ölçüde etkisini kaybetti. Toplumsal muhalefetin ise zaten ciddi anlamda bir etkisinin olmadığı hatırlanmalıdır.
1927’de yaşanan İzmir Suikastı olayıyla muhalefetin geride kalan tüm potansiyeli de ortadan kaldırıldı. İdamlar dışında özellikle çok sayıda eski İttihatçının yargılanmasıyla yeni rejim sistem üzerindeki kontrolü, tam anlamıyla kendi eline aldı. 1930’da yaşanan kısa süreli Serbest Cumhuriyet Fırkası tecrübesi “güdümlü muhalefet” özelliği gösterir. Nitekim bu tarihten çok partili hayata geçilen 1945’e kadar siyasi alanda gerçek bir muhalif hareket görülmedi. Aslında yaşanan tüm bu sürecin elitler arasındaki güç çekişmesi olduğu söylenebilir. İttihatçı geçmişi bulunan elitler, Cumhuriyetin ilk yıllarında iktidar mücadelesi verdiler. Söz konusu mücadelenin topluma yansıması nispeten sınırlıdır. Tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyetin ilk yıllarında da toplumsal muhalefetin kapasitesi, iktidarı politika değişiklerine zorlayamadı. Topluma yön çizme işini doğrudan elitler kendi üzerlerine aldılar. Bu durumun değişmesi için Tek Parti döneminin sonunun beklenmesi gerekecektir.
Çevre’nin Merkez’e Taşınması
Türkiye’nin 1945’te büyük ölçüde dış etkilerle çok partili hayata geçme kararı alması, başlangıçtan itibaren kopuk olan siyasi ve toplumsal muhalefetin birleşmesi sonucunu doğurdu. Bu noktada, Şerif Mardin’in ünlü merkez-çevre ilişkisi analizi hatırlanmalıdır. 1946 seçimleri, adil biçimde yapılmadığı için CHP iktidarda kalmayı başardı ama 1950 seçimleriyle birlikte gerçek anlamda bir değişim yaşandı. Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950’de başlayan iktidarını muhalefetin iktidara taşınması şeklinde görmek mümkündür. Üstelik bu durum, muhalefetin yalnızca siyasi değil, toplumsal yüzü açısından da geçerlidir. O döneme dek sessiz kalan toplumsal muhalefet, demokrasinin sağladığı imkanla iktidarı değiştirdi. Böylece toplumsal hassasiyetlerin büyük oranda dikkate alındığı yeni bir dönem başladı. Ancak 27 Mayıs 1960 günü yaşanan askeri darbe, bu gidişi değiştirdi.
1960 darbesinin ülkeye demokrasinin olağan akışını kesmenin yanında bir diğer zararı vesayetin kurumsallaşması oldu. Darbe sonrasında hazırlanan yeni anayasaya vesayet mekanizmaları ve düzenlemeleri yerleştirildi. Böylece bir bakıma toplum içinde kendiliğinden gelişecek muhalefetin demokratik rekabet şartları altında yarışması engellendi. Seçimleri kim kazanırsa kazansın, müesses nizamın sistemin kontrolünü elinde tutmasını sağlandı. Nitekim daha sonra yaşanan bir gelişme, gerçek anlamda bir demokratik mücadele yaşanmasına izin verilmeyeceğini gösterdi. Mesela ilk olarak 1961 seçimlerinden sonra, darbeciler hem Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi hem de CHP öncülüğünde bir koalisyon kurulması açısından siyasetçilere baskı uyguladı. Bu dönemi, karakterize eden en önemli özelliğin ise muhalefetin giderek ideolojik temelli bir görünüm kazanması olduğu söylenebilir.
60’ların ortalarından itibaren dünya genelinde yaşanan sistem karşıtı hareketler, kısa süre içinde Türkiye’ye de yansıdı. Özellikle sol grupların gençlik ve öğrenci örgütlenmeleri şeklinde başlayan hareketleri, kısa sürede şiddet eylemlerine dönüştü. Buna karşılık, legal siyasi zeminde sağ partiler, en güçlü aktörler olarak belirdiler. Solun aktivizminden sağın ise siyasi üstünlüğü elinde tutmasından vesayet odaklarının hiç memnun olmadıkları açıktır. Nitekim daha 27 Mayıs darbesinden hemen sonra ordu içinde yeni ve daha katı bir darbe yanlısı olan çeşitli cunta girişimleri ortaya çıkmıştı. İlginç şekilde bu girişimlerle bazı sol gruplar arasında yakın bağ kuruldu. Bu dinamikler, Türkiye’yi yeni bir askeri müdahaleye, 12 Mart 1971 Muhtırasına götürdü. Gerek muhtıranın hemen akabinde gerekse de 1973’te yapılan anayasa değişiklikleriyle vesayet odaklarının sistem içindeki ağırlıklarının artması sağlandı. Ancak bu durum, ülkede istikrarı sağlamadığı gibi tam aksine çatışmaların iyiden iyiye artmasını beraberinde getirdi. Demokratik yollarla işbaşına gelemeyeceklerini düşünen gruplar, şiddeti bir yöntem olarak gittikçe daha fazla şekilde benimsemeye başladılar.
Darbelerle Muhalefeti Baskılamak
1970’ler Türk siyasi hayatında en kaotik dönemdir. Bir taraftan sokaklara kadar inen siyasi şiddet diğer taraftan da parlamentodaki istikrarsızlıklar ve kısa süreli koalisyon hükümetleri, bu dönemin belirleyici özellikleridir. Tüm bu sorunlar, ülkeyi 12 Eylül 1980’de yeni bir askeri darbeye götürdü. 12 Eylül darbesinden sonra ülke içindeki tüm siyasi eğilim ve hareketler üzerinde eşit denebilecek bir baskı kuruldu. Bu bakımdan, 1980’den yeniden seçimlerin yapıldığı 1983’e kadar geçen yılları, muhalefetin ortadan çekildiği bir dönem olarak kabul etmek mümkündür. 1983 seçimlerinden sonra muhalefet, tekrar ama bu kez yeni istikametler doğrultusunda neşvünema etti. 12 Eylül baskısında sesleri kısılan ideolojiler yeniden ortaya çıktı. 1990’larda da bu fikri hareketlilik sürdü. Ancak 28 Şubat süreci, kendiliğinden gerçekleşecek ve iktidara alternatif olabilecek bir siyasi muhalefete izin verilmeyeceğini hatırlattı. Bu süreç, en son 12 Eylül’den sonra örülen vesayet ağlarının demokrasi üzerindeki etkilerini yeniden gösterdi.
3 Kasım 2002’de iktidara gelen AK Parti’nin bir bakıma toplumun 28 Şubat süreciyle hesaplaşması anlamına geldiği söylenebilir. AK Parti ve kurucu Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan daha ilk günden bir değişim iradesiyle ortaya çıktılar. Geçmişte tüm siyasi partileri kapatılan bir gelenekten gelen Erdoğan ve AK Parti için bu mesainin hiç de kolay geçmeyeceği aşikardı. Nitekim özellikle iktidarının ilk yıllarında AK Parti açısından süreç, oldukça zorlu şekilde ilerledi. Erdoğan’ın bu dönemdeki en önemli başarısı, vesayet kurumlarıyla mücadele dinamizmini kaybetmeden hükümet etmesidir. AK Parti, aslında iktidarı boyunca çevre’nin merkez’e taşınmasını sağladı. Bir bakıma, geçmişten itibaren, belirli istisnai dönemler dışında hep kenarda kalan toplumsal muhalefet, Erdoğan siyaseti aracılığıyla kendini ifade etme imkanı buldu. Böylece aslında Türkiye’de iktidar ve muhalefet dikotomisi de değişime uğradı. Eskiden iktidarın merkezinde veya çeperinde bulunan gruplar, muhalefete geçti. Üstelik Erdoğan’ın yirmi yılı aşan iktidar dönemi bu durumun iyice pekişmesini sağladı.
Yeni muhalif olan eski muktedirler, seçimlerde istedikleri türden sonuçlar alamayınca farklı dönemlerde belirli eylemler denediler. AK Parti iktidarının ilk döneminde yaşanan Cumhuriyet Mitingleri ve 2013’te ortaya çıkan Gezi Olayları, muhalefetin antidemokratik çabalarının bazı örnekleri arasında sayılabilir. Gerçekten de seçimden sonuç alınamadıkça, farklı yöntemler aracılığıyla hükümeti önce yıpratmak sonra da devirmek için alternatif yollar arandı. Bahsedilen kesimlerin doğrudan FETÖ tarafından hayata geçirilmeye çalışılan 17-25 Aralık yargı darbesi ve 15 Temmuz darbe girişiminde belirgin bir rolleri olduğu söylenemez. Ancak aslında manevi ve ideolojik olarak kendileriyle ortak hiçbir yönü bulunmayan FETÖ’nün bu darbe girişimlerine ne ölçüde mesafeli kaldıkları da kuşkuludur. Üstelik muhalefetin kendisine sürekli bir moral üstünlük izafe ettiği de görüldü. Bu durum, aslında muhalefetin dar bir alana sıkışması sonucunu doğurdu. Muhalefet, ülkenin sorunlarına yönelik herhangi bir somut öneri getirmeden yalnızca Erdoğan karşıtlığı üzerinden ilerledi. Öyle ki en son örneği 2023 seçimlerinde görüldüğü üzere muhalefetin yegane motivasyonu Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırmak oldu. Ekonomi, göç yönetimi, dış politika ve güvenlik gibi konularda muhalefet ya hiç yeni öneri getirmedi ya da Erdoğan’ın tam karşısında pozisyon aldı. Bu durum, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi seçmen kitlesini konsolide ederek seçimde başarılı olmasının ardındaki etmenlerden biridir. Ancak tüm siyasetin Erdoğan karşıtlığı üzerinden kurgulanması, somut öneriler geliştirilmesini engelledi.
Yeni Bir Muhalefet Vizyonu
Son yıllarda tüm dünyada popülist siyasi yaklaşımların giderek güç kazandığı görülüyor. Türkiye’de özellikle Suriye iç savaşından sonra yaşanan kitlesel göç hareketlerinin etkisiyle sayıları artan sığınmacı ve göçmenler, muhalefetin başlıca hedefi oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ısrarla sığınmacılara yönelik izlenen insani politikaları savunması, muhalefette bu alandan bir enerji çıkarma arayışları doğurdu. Bu durumun kutuplaştırıcı bir yaklaşımın ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği görüldü. Muhalefet, özellikle seçim dönemlerinde dilini iyiden iyiye sertleştirdi. Sığınmacı sorununa yönelik söylemlerde olduğu gibi bu sert söylem, belirli toplumsal kesimler açısından olumsuz sonuçlar doğurdu.
Öte yandan Erdoğan politikalarının pek çok açıdan muhalefeti dönüştürücü bir yön taşıdığı ifade edilebilir. AK Parti iktidarının öncesinde Türkiye’nin kronik sorunları durumunda olan dini özgürlük gibi konularda muhalefet de toplumsal talepleri gözeten bir yaklaşım sergilemeye başladı. Mesela okullarda öğrencilerin ya da kamu görevlilerinin başörtüsü kullanması konusunda muhalefetten de artık çok cılız tepkiler yükseliyor. Bu durumun toplumsal taleplerin siyaset aracılığıyla çözüme kavuşturulması açısından işlevsel olduğu açıktır. Ancak Erdoğan’ın ısrarlı taleplerine rağmen muhalefetin söz konusu düzenlemelere anayasal bir zemin kazandırmaya yanaşmaması dikkat çekicidir. Buradan hareketle muhalefetin söz konusu özgürlük genişlemesine ilkesel değil, konjonktürel baktığı yönünde kaygıların doğması normal karşılanmalıdır.
Muhalefetin Cumhuriyetin ikinci asrına girildiği bu dönemde bir yol ayrımında olduğu söylenebilir. Buradaki ilk seçenek, diğer bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi popülist yaklaşımların etkisiyle daha çatışmacı bir dil kullanmaktır. Böyle bir yaklaşımın toplumun kutuplaşması yönünde bir etki doğuracağı ve uzun vadede toplumsal bütünlüğe zarar vereceği açıktır. Diğer taraftan, muhalefetin “Erdoğan kompleksi”ni aşıp iktidarın toplumda olumlu karşılığı bulunan politikalarını da kapsayan türden yeni bir siyasi program benimsemesi, kendi zeminini güçlendirecektir. Muhalefetin bu tercihi, yalnızca kendi etki alanını belirlemekle kalmayacak farklı toplumsal kesimler arasındaki mesafenin sınırlarını da belirleyecektir.