Türkiye’nin son yüzyıldaki siyasi hayatına askeri darbeler ve askeri müdahaleler damga vurmuştur. Türkiye gibi bir ülke için askeri müdahalelerin salt dahili sebepleri olmadığı gibi sonuçları itibarıyla bir darbe olmanın ötesinde bunların ülke siyasetini orta ve uzun vadede şekillendirici yönleri de olmuştur. Bu yüzden Türkiye’nin hemen her sorun alanı tartışılırken bu askeri müdahale geçmişi, bu müdahalenin dahili ve harici konjonktürü, aktörleri, neticeleri üzerine etraflıca durmak gerekmektedir. Birtakım yüceltme ya da tu kaka etme söylemlerinin ötesinde, daha derinlikli analizler, müdahale süreçlerinin öncesi ve sonrasının, ilgili dönemdeki aktörlerin kritik durumlardaki kararlarının, darbeye meşruiyet kazandıran sivil ve bürokratik yapılanmaların ifşa edilmesi gerekir. Ancak böylelikle tarihin tekerrür etmesinin önüne geçilebilmesi mümkün olabilecektir.
Bunlar içerisinde görece üzerinde az durulan numunelerden birisi 12 Mart Muhtırasıdır. 12 Mart Muhtırasının araştırmacılar ve siyasetle meşgul kimselerce daha az ilgi görmesinin birkaç sebebinden bahsedilebilir. Öncelikle 12 Mart ne sağın ne de solun benimseyebildiği bir müdahaledir. Birazdan aktaracağım üzere 9 Mart cuntası sol bir nitelik taşırken yapmak istedikleri darbe 12 Mart Muhtırası ile başka bir boyut kazanmış ve ellerinden alınmıştır. 27 Mayıs’ı ise açıkça solun hemen bütün fraksiyonları benimsemektedir. En azından müspet görmektedir. 12 Eylül darbesi toplumun bütün kesimleri üzerinden silindir gibi geçmiştir. Bu yüzden bütün toplumsal kesimler 12 Eylül darbesini reddetmektedir. 28 Şubat ve 27 Nisan müdahaleleri ise açıkça ve 28 Şubat’taki zulümlerde de görüleceği üzere, dindar/muhafazakar kesimleri hedef almıştır. 12 Mart Muhtırasında istifa ettirilen Süleyman Demirel sağ bir parti olan Adalet Partisi’nin lideridir. Ancak bu muhtıradaki tutumu, şapkasını alıp gitmesi ve özellikle 25 yıl sonra cereyan edecek olan 28 Şubat sürecindeki tutumu sebebiyle kendi tabanı olan sağ kitlelerin bile tepkisini çekmiştir.
12 Mart Sürecinde Siyasi Atmosfer
12 Mart’tan sonra soldan ileri gelenler tutuklanmış, işkenceye maruz kalmış ancak solun bizzat kendisi bu tutuklamaları dahi yüksek sesle eleştirememiştir. Zira tutuklanan isimlerin çoğu 12 Mart’ın da bir anlamda yapılma gerekçesi olan sol cuntacılığın failleri konumundadır. Hatta Doğan Avcıoğlu gibi bu cuntanın önde gelen isimleri salt bu süreçteki durumları ile değil, fikri metinleri ile bile sol nezdinde genellikle görmezden gelinmiş isimlerdir. Bir başka şekilde söyleyecek olursak, Avcıoğlu gibi isimlerin 12 Mart’a giden süreçteki cuntacılık faaliyetleri fikir ve yayın sahasındaki çalışmalarını gölgelemiş ve Avcıoğlu her şeyden önce bir cuntacı olarak kodlanmıştır. Sol da bu kodlanmaya esaslı bir itiraz geliştirmemiş ve Avcıoğlu yerine Mehmet Ali Aybar, Behice Boran gibi isimleri öne çıkarmıştır.
Bir diğer sebep olarak 12 Mart’ın siyasi ve toplumsal sorunları çözmek ve müspet ya da menfi anlamda alternatifler geliştirmek noktasında pek katkısının olmamasını zikredebiliriz. 12 Mart’tan önce tırmanışa geçen anarşi devlet operasyonlarıyla azalır gibi olmuş ancak 1974 affıyla birçok siyasi suçlu da serbest kalınca 12 Eylül’e kadar devam eden bir anarşi ortamı hakim olmuştur. Yine 12 Mart’ta el çektirilen Süleyman Demirel kısa sürede siyasete dönmüş ve partisi de kapatılmadığı için kaldığı yerden devam etmiştir. Sadece Milli Nizam Partisi (MNP) ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi partiler kapatılmış; MNP’nin lideri Necmettin Erbakan ve arkadaşları yeni bir parti kurarak yoluna devam etmiştir. TİP’in Behice Boran gibi yöneticileri 1974 affıyla çıksalar da TİP çevresi bir daha toparlanamamış ve TİP sol için mazide kalan bir nostalji olarak bugün de hafızalarda yaşamaya devam etmektedir. 12 Mart’ın siyasetteki en belirleyici sonucunun Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içindeki ayrışma ve bunun sonucunda Bülent Ecevit’in yükselişi olduğu söylenebilir. Ancak bu ayrışma da esasen fikren uzun süredir vardı ve 12 Mart bir anlamda bardağı taşıran son damla olmuştur.
9 Mart Cuntası ve 12 Mart Muhtırası
Şu halde 50. yılına girdiğimiz 12 Mart Muhtırasının Türkiye darbeler literatürü açısından ne tür bir ayırt ediciliği olabilir ve 12 Mart’tan çıkarılacak sonuçlar nelerdir? Bu sorunun cevabı büyük oranda 12 Mart’ın karakterinin doğru tespit edilmesiyle ve dahası başarısız 9 Mart sol cuntacılığının biraz daha ayrıntılandırılması suretiyle verilebilir. Zira 12 Mart her şeyden önce 9 Mart sol cuntacılığının tetiklediği bir hadisedir. Muhtırada imzası olan dört ordu komutanından ikisi aynı zamanda sol cuntacılıkla irtibatı ve iltisakı olan isimlerdir. Sol cuntacılık faaliyetleri ise büyük oranda mahkemelerdeki ifadeler ve dönem tanıklıkları marifetiyle ifşa olmuş durumdadır. Gerçi yargılamalarda sonuna kadar gidilememiş ve aleni cuntacılık faaliyetlerine rağmen ilgililer az bir ceza almış yahut da beraat etmişlerdir. Yargılamanın neticesinin böyle olmasında şüphesiz işin ucunun dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’a uzanacağının anlaşılmasının büyük payı olmuştur. Dolayısıyla 12 Mart’ı ayırt eden husus darbeye giden süreçte, darbe yapmak isteyen odakların siyasi ve toplumsal konjonktürü nasıl darbeye uygun hale getirmeye çalıştığının etraflıca açığa çıkmasında yatmaktadır. Sivil ve asker bürokrasinin bu işin neresinde olduğu, gençlik hareketlerinin nasıl manipüle edildiği ve yabancı devletlerle nasıl bir ortak zemin arandığı 9 Mart cunta faaliyetlerinde açıkça görülmektedir.
Dolayısıyla bir anlamda 12 Mart’tan daha önemli olan 12 Mart’a giden süreç ve bu sürecin köşe taşlarının tespitidir. Üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen 9 Mart sol cuntacılığının tam teşekkül zamanı halen bilinememektedir. Yalçın Küçük’ün aforizmatik tezlerinde zikrettiği isimler ve tarihler vardır. Söz gelimi Küçük böyle bir cunta ekibinin 1967’de kurulduğunu zikreder. Cuntacı bazı isimler de 1966’daki katılımlardan bahsetmektedir. Oysa 9 Mart cunta girişimi bir ülkenin sivil ve askeri kanattaki ileri gelenleriyle darbe sürecine nasıl götürüldüğünün tipik bir örneğidir. Cemal Madanoğlu askeri kanadın akıl hocası iken sivil kanadın ve daha genel anlamda darbenin lideri ve ideoloğu Doğan Avcıoğlu’dur.
Yön Dergisi ve Devrim Gazetesi
Doğan Avcıoğlu’nun Mümtaz Soysal gibi isimlerle 1961’de çıkarmaya başladığı Yön dergisi fikri anlamda Türk siyasi hayatına damga vurmuştur. Ancak 1965’ten itibaren Mümtaz Soysal gibi isimler dergiden ayrılır ve Avcıoğlu da 1967’de Yön’ü kapatır; 1968’de Türkiye’nin Düzeni’ni yayımlar. Türkiye’nin Düzeni’nin son bölümü adeta ihtilalin neden gerekli ve meşru olduğunun teorisi ve erken bir müdafaasıdır. Türkiye’nin Düzeni o dönem asker ve sivil elitler arasında çok popüler olmuş ve 1 yılda 4 baskı yapmıştır. Yine dönemin kudretli bir orgenerali olan Faruk Gürler’in bu kitap hakkında 12 Mart sonrasında askeriyeden atılan Tümgeneral Celil Gürkan’a “Türkiye’nin Düzeni’ni okumayan subayı ben eksik görürüm” dediği aktarılır. 1969’da ise Devrim gazetesi yayımlanmaya başlanır ve bu gazete çıkmadan Avcıoğlu verdiği bir röportajda Yön’ün bir arayış olduğunu, ancak Yön’ün yönünün artık belli olduğunu söyleyecektir. Bu yön artık ihtilaldir ve her şeyiyle Devrim’de kendini belli eder. Devrim gazetesi adeta sol cuntacılığın amiral gemisi konumundadır.
Askeri ve siyasi ortamı darbeye uygun hale getirmek için birçok asparagas haber ve yorum, askeri kışkırtmak amacıyla Devrim’de yer alacaktır. Söz gelimi Hasan Cemal anılarında Devrimci Ordu Gücü bildirilerinden söz eder. Devrimci Ordu Gücü adında bir örgüt zaman zaman Devrim gazetesinde açıklamalar hatta bildiriler yayımlar. Kemalist devrim hareketinin amacından saptırıldığını, bunu asli amacına döndürmek için devrimin zorunlu olduğunu açıklayan bu bildiriler aslında hayali bir örgüte atfedilmektedir. Devrimci Ordu Gücü adında bir örgüt olmadığı gibi bu bildiriler Doğan Avcıoğlu ve İlhami Soysal tarafından kaleme alınmıştır. Ayrıca o dönemki gençlik eylemleri ve örgütlenmeleri de cuntacılar tarafından manipüle edilmiştir. Ankara’daki bir banka soygunun Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından yapıldığı bilindiği halde Gezmiş’e atfen bir açıklama yayımlanır ve banka soygununu kendilerinin yapmadığı ilan edilir. Oysa sonradan anlaşıldığına göre Deniz Gezmiş’in banka soygunu vaki olduğu gibi böyle bir beyanatı dahi yoktur. Yine bu olaydan sonra Deniz Gezmiş ve arkadaşları Doğan Avcıoğlu’na yakın bir mühendisin aracıyla Ankara dışına çıkarılmıştır.
Bu türden ayrıntılara ancak yayımlanan anılardan ulaşmak mümkün. Cuntanın nasıl bir örgütlenme içerisinde olduğu, olası bir darbede görev dağılımının nasıl olacağına dair ayrıntılar net değildir. Bilindiği kadarıyla kuvvetle muhtemel Doğan Avcıoğlu Başbakan ya da darbeden sonra ihdas edilecek “Devrim” kurullarından birinin başkanı olacaktı; zaten evlenirken de karısına “ya Başbakan olur ya asılırım” dediği rivayet edilir. Yalçın Küçük, Mümtaz Soysal’ın Dışişleri Bakanı, İlhami Soysal’ın MİT Müsteşarı olacağını iddia eder. Murat Yetkin ise cuntanın ortaya çıkarılmasındaki devlet görevlisi Mahir Kaynak’ı Madanoğlu’nun Başbakan Yardımcısı yapmayı düşündüğünü aktarır. Muhsin Batur da anılarında devletin yeni düzenini gösteren anayasa taslağı, devlet düzeni gösterir bir şema, uyulacak direktifler ve esas prensipleri içeren bazı listeler ve belgeler yayınlar. Batur’un da söylediği gibi bunlar daha çok Avcıoğlu’nun görüşleri ile uyum içerisindedir. Öte yandan Batur’un aktardıklarında, 25-26 civarında bakanlık için isimler zikredilmekte ve Başbakan ve Devlet Başkanı gibi kurumların yanı sıra Devrim Konseyi, Devrim Meclisi, Devrim Mahkemeleri gibi kurumlar ihdas edilmekte ve bunlar adeta devlet örgütlenmesinin yanında ikinci bir örgüt gibi durmaktadır. Ayrıca Devlet Başkanı için Selim Bey rumuzu ile Faruk Gürler, Başbakanlık için de Yavuz Bey rumuzuyla Muhsin Batur isimleri yazılıdır.
9 Mart cuntacılarının 12 Mart öncesinde hazırladığı bu listelerden başka listelerin de olduğu tahmin edilmektedir. Muhsin Batur’un elinde olduğunu söylediği evraklara binaen yaptığı aktarımlar dışındaki diğerleri isim ve örgütlenme konusunda kaynak göstermez ve çoğunlukla tahmin ya da ruberu görüşmelere dayalı bilgilerdir bunlar. Konuya dair bazı ayrıntılar vermeye çalışmamızın sebebi, bu tür girişimlerden çıkarılacak sonuçların bu ayrıntılarda gizli olmasıdır. Bunu bir kıyaslama ile daha iyi gösterebiliriz.
12 Mart’tan 15 Temmuz’a
Bilindiği gibi 15 Temmuz darbe girişiminin merkezi Akıncı, tekrar değiştirilen adıyla Mürted Hava Üssü’dür. Bu Hava Üssü’nün önemi Ankara’ya çok yakın ve fakat Ankara merkezinde olmaması ve darbe girişimlerinin en önemli ayağı olan hava kuvvetlerine sahip olmasıdır. 9 Mart cuntacılarının da Mürted Hava Üssü’nü çok önemsediklerini anlıyoruz. Zira Hasan Cemal anılarında Mürted Hava Üssü’ne 1970 Ağustos Şurasında Aydın Kirişoğlu’nun atanmasına cuntacıların çok sevindiğini aktarır. Zira Kirişoğlu da cuntaya dahil olan isimlerdendir ve Cemal’in ifadesiyle “Ankara’nın burnunun dibinde, jet savaş uçaklarının komutanı, bir darbede bütün dengeleri değiştirebilirdi”. Muhsin Batur’un yayınladığı listelerin birinde Aydın Kirişoğlu ismi Devrim Konseyi genel sekreteri olarak geçer. Beklenen olmaz ve Kirişoğlu 9 Mart’tan kısa süre önce kanser tedavisi için Londra’ya gider; cuntanın önemli dayanaklarından biri etkisiz kalır. Ancak Mürted Hava Üssü’nün bir darbe teşebbüsünde milletin başına neler açabileceğini de 15 Temmuz darbe girişiminde acı bir şekilde tecrübe etmiş olduk. Bu yüzden de 15 Temmuz darbe girişimiyle 9 Mart cuntacıları arasında önemli benzerlikler tespit etmek mümkün görünmektedir.
Bu bahisteki benzerliklerden bir diğeri, girişimin emir-komuta zinciri dışında olmasıdır. 27 Mayıs da esasen emir-komuta zinciri dışındadır ancak en azından teşekkül safhasında 27 Mayıs’ın sivil ayağından söz etmek mümkün değildir. Hem 9 Mart cuntasının hem de 15 Temmuz’un esas tertipleyenleri askerlerden daha çok sivillerdir; ilkinde sol cuntacılar ve ikincisinde FETÖ’cüler. Ancak her ikisinde de ordunun üst kademeleri bir bütün olarak bu hareketlere onay vermemiştir. 15 Temmuz’da ordu üst kademesi nerdeyse tamamen darbe girişimine direnirken 9 Mart cuntacıları ordu üst kademesinden birkaç generali yanlarına çekebilmiş ancak nihai kertede onlar da Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a itaat etmişlerdir. Dolayısıyla da aslında Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs’tan sonra emir-komuta zinciri dışında hiçbir oluşuma müsaade etmemiştir.
9 Mart cuntacılarının ordu üst kademesinden kontak kurduğu kişiler Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’dur. Bu ikisiyle ilişkileri olmakla beraber girişime önderlik etmesi öngörülen asker Korgeneral Atıf Erçıkan’dır. Atıf Erçıkan Mahir Kaynak vasıtasıyla tespit edilmiş; hatta cunta içindeki devletin ajanına dönüştürülmüştür. Bunlardan başka 9 Mart’a yakın günlerde Faruk Gürler ve Muhsin Batur devletin cunta girişiminden haberdar olduğunu anlamışlardır. Murat Yetkin’in aktardığına göre, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve kuvvet komutanları gibi devletin üst düzey isimlerinin katıldığı toplantıya sunum yapan Fuat Doğu “asker içinde kontak kurulan kişi” ibaresini kullanınca, Muhsin Batur “kim” diye sormuş ve Doğu da “sizsiniz” yanıtını vermiştir. Bu toplantıya ve o günlerde devletin hadiselerden haberdar olduğuna işaret eden başkaca tanıklık ve anlatımlar vardır; en nihayetinde ise Faruk Gürler ve Muhsin Batur cunta girişiminde geri adım atmışlardır. Ancak cuntacıların bundan haberi olmadığı gibi Doğan Avcıoğlu olası bir darbeden sonra yapılacak anayasa taslağı ve görevlendirmeleri içeren belgeleri Muhsin Batur’a vermiştir.
Ancak sol cuntacılığın önlenmesi Türkiye’de yeni bir askeri müdahaleyle sonuçlanmıştır. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç liderliğinde ordu muhtıra vermiş; Cumhurbaşkanı ve Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı ordunun yanında durmuş ve sonunda Başbakan Süleyman Demirel istifa ettirilmiştir. Parlamento ve siyasi partiler toptan kapatılmasa da birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmiş ve ordunun koordinasyonunda CHP’den istifa ettirilen Nihat Erim Başbakanlığında “partiler üstü” bir hükümet kurulmuştur. Nihat Erim dışında CHP bu hükümete 3 üye daha vermiştir; bunlardan Sadi Kocaş Başbakan Yardımcısı, İsmail Arar Adalet Bakanı ve İsmail Topaloğlu da Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olmuştur. CHP’nin bu hükümete üye vermesini eleştiren Genel Sekreter Bülent Ecevit görevinden istifa etmiştir. O dönem CHP Genel Başkanı olan İsmet İnönü ise hem kurulan hükümete üye verilmesini onaylamış hem de muhtıraya karşı menfi bir tutum almamıştır. Hatırlanacağı üzere İnönü 27 Mayıs sonrasında da benzeri bir tutum takınmıştı. İnönü’nün darbe ya da darbe girişimlerine karşı olduğu tek örnek Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962 ve 20-21 Mayıs 1963’teki darbe girişimleridir. Muhtemelen yeni darbeye ihtimal vermeyen İnönü bu teşebbüslerin başarısız olmaya mahkum olduğunu anladığı içindir ki darbecilerden değil, müesses nizamdan yana tavır almıştır. Ancak 12 Mart sonrasında İnönü’nün de onayıyla kurulan Erim hükümeti başarısız olmuş ve Türkiye ancak 12 Eylül’le sona erecek müzmin bir koalisyon hükümetleri dönemine girmiştir. İstikrarsız ve kısa vadeli, adeta günübirlik pazarlıklara dayalı bu koalisyonların ülkeye maliyeti ise iç savaşın eşiğine gelen bir anarşi, ekonomik çöküş ve elbette 12 Eylül darbesi olmuştur.
Dış Politik Dinamikler
Son olarak darbe süreçlerine ilişkin harici dinamikleri de göz önünde tutmak gerekir. 12 Mart’la ilişkilendirilen en önemli dış politik gelişme ABD ile yaşanan afyon krizidir. Zira 1960’ların sonu ve 70’lerin başında ABD o dönemde Türkiye’nin birçok yerinde üretilen ve önemli bir gelir kaynağı olan haşhaşın üretiminin yasaklanmasını istemektedir. Hatta bu konuya dair Süleyman Demirel’den muzip ifadeli aktarımlar da mevcuttur. Ancak bazı kısıtlamalara gidilse de Süleyman Demirel ve Adalet Partisi hükümeti haşhaş üretimini tamamen durdurmamıştır. 12 Mart muhtırasından sonra göreve gelen Nihat Erim Hükümeti’nin ilk icraatı ise bu talebi yerine getirmek ve haşhaş üretimini tamamen yasaklamak olmuştur. Zira 12 Mart Muhtırası yapıldığında Adalet Bakanı olan İhsan Sabri Çağlayangil de 12 Mart’ın arkasında CIA ve haşhaş krizi olduğunu iddia etmiştir. Elbette bunlar ispat edilebilir noktalar değildir ancak dış politik gelişmelerin iç politikaya etkisini değerlendirmede önemli argümanlar sunmaktadır.
Ayrıca 12 Mart’tan önce de 9 Mart cuntacılarının CIA ile temasa geçtiği anlaşılıyor. Nitekim daha sonra ortaya çıkan bilgilere göre, Cemal Madanoğlu dönemin CIA Ankara Şefi Ruzi Nazar’a gidip niyetlerini beyan etmiş ve destek istemiş ancak, aktarıldığı kadarıyla, Nazar bu teklifi reddetmiştir. Muhtemelen olay böyle vaki olsa bile Nazar cuntanın sol karakterli olacağını bildiğinden reddetmiş olabilir. Kaldı ki uluslararası desteği ve dayanağı olmayan hiçbir darbe girişiminin başarılı olma şansı olmadığı gibi, başarıya ulaşan bir darbe girişimine de uluslararası bir itirazın gelmesi çok nadirdir. Mısır’daki darbenin lideri Sisi meydanlarda, canlı yayınlarda insanları öldürürken dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry “Mısır’da ordu demokrasiyi inşa ediyor” diye beyanat verebiliyordu. Şayet 9 Mart cuntası ya da 15 Temmuz darbe girişimi amacına ulaşsa idi, benzeri açıklamaları maalesef Türkiye için de görmemek için bir sebebimiz yok.
Toparlayacak olursak, 12 Mart ve öncesindeki sol cunta girişimleri Türkiye’ye siyasi ve sosyal planda önemli zararlar vermiştir. Ne olursa olsun sivil siyasete askerin dahli ve halk oyuyla seçilen siyasilerin görevden el çektirilmesinin bir açıklaması olamaz. 9 Mart cuntacılığı önlenmekle ne kadar isabetli bir süreç işletilmişse akabinde muhtırayla hükümeti istifaya zorlamak suretiyle de bir o kadar talihsiz bir işe imza atılmıştır. 12 Mart öncesinde ifşa olan cuntacılık faaliyetleri, bu kadarıyla bile, ülkenin darbe ortamına nasıl sürüklenmeye çalışıldığının tipik bir timsalidir. O zaman gençlik örgütlenmeleri kullanılırken bir başka zaman, PKK, DEAŞ veyahut bir diğer örgüt kullanılabilmiştir. Zira 2015’te PKK’nın şehirlere hendek kazmasını 15 Temmuz’a giden süreçten bağımsız düşünmek ne kadar mümkündür? Ömer Halisdemir’in canı pahasına aldığı emir doğrultusunda öldürdüğü Semih Terzi gibi Hendek operasyonlarının komuta merkezindeki birçok general 15 Temmuz’a aktif olarak katılmıştır. Malatya merkezli İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Adem Huduti yargılanmış ve 15 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Bu türden dahili dinamikler dışında, harici saikleri de unutmamak gerekir. Dolayısıyla darbeler birtakım iç ve dış gelişmelerin neticesinde olur; bu neticeler çoğunlukla darbeye uygun bir ortam oluşması için dizayn da edilir. Türkiye’nin darbelerle dolu geçmişinden alması gereken bir ders varsa o da darbe süreçlerinin öncesini, neticelerini, aktörlerini ve dahili ve harici şartların buna nasıl uygun hale getirildiğini etraflıca analiz edip buna göre tedbirler almasıdır.
Kullanılan Kaynaklar
Feroz Ahmaz, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yayın, 2010.
Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım, Doğan Kitapçılık, 1999.
Muhsin Batur, Anılar ve Görüşler, Milliyet Yayınları, 1985.
Murat Yetkin, Meraklısı İçin Casuslar Kitabı, Doğan Kitap, 2018.
Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler-5, Tekin Yayınevi, 1997.