Resmi olarak 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı sonrası alınan kararlarla başlayan postmodern darbe muhafazakar kesim için yasaklar ve mahrumiyetlerle dolu bir dönemin kapısını açmıştı. Türkiye ekonomik ve toplumsal sıkıntılarla boğuşurken fatura muhafazakar camiaya kesilmiş, “irtica” kılıfıyla yürürlüğe giren yaptırımlar binlerce insanın hayatını değiştirmişti. Yıldönümü münasebetiyle 28 Şubat’ta şahitlik eden Medya Derneği Başkanı Ekrem Kızıltaş, SETA Avrupa Masası Araştırmacısı Nigar Tuğsuz, Toplumsal Hafıza Derneği Başkanı Fatma Aydın Taş, Star gazetesi yazarı Fadime Özkan, Yrd. Doç. Dr. Kübra Güran Yiğitbaşı, ASDER Genel Sekreteri Reşat Fidan, Daily Sabah Yayın Koordinatörü Meryem İlayda Atlas’tan konuyla ilgili görüşlerini aldık.
Esas Hedef: Kendi Ayakları Üzerinde Duran Türkiye
Ekrem Kızıltaş, Medya Derneği Başkanı
“Demokrasiye balans ayarı” ya da “postmodern darbe” olarak adlandırılan 28 Şubat’ın esas hedefi ülkemizin kendi ayakları üzerinde durabilmesi yönünde atılan adımların geri dönülmez noktaya gelme ihtimalini ortadan kaldırmaktı. Dönemin iktidarınca Kamu Ortak Hesabı (Havuz) başta olmak üzere atılan adımlarla ekonomide sağlanan gelişmeler rantiye için ürkütücü idi. Türkiye’nin borçlanma ihtiyacının olmadığının ortaya çıkması, isteyebilecekleri son şeydi. Bu başarısız olacağı düşünülen bir zihniyetin sürekli iktidarda kalabilme ihtimaliydi de.
Uluslararası sistemi ciddi şekilde ürküten D8 ve diğer adımlar da devreye girince, öncelikleri varlıklarını borçlu oldukları mihraklar olanlar aldıkları talimatlarla harekete geçtiler. Asker, sermaye, medya, siyaset ve güya sivil toplum örgütlerinden oluşan bir güruh halkın iktidarını istifaya mecbur etti, milyonlarca insana inançları sebebiyle mağduriyet yaşattılar. Bugün ideolojik sebeplerin bahane, zenginlikleri yağmalanan ülkenin uluslararası sistemin uyumlu bir üyesi haline getirilmesinin ise esas amaç olduğunu görüyoruz.
Dönemin asker sorumluları ile ilgili dava süreci siyaset, medya, sermaye ve STK’ların da 28 Şubat’ta ciddi rolleri olduğunu gösteriyor. Ülkemizi ele geçirmek ya da en azından boyun eğdirmek için tertiplenen Gezi Parkı Şiddet Eylemleri, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz, 28 Şubat zihniyetinin devamıdır. 28 Şubat’ın hesabı sorulursa “yapanın yanına kar kalmayacağı” anlaşılır ve benzer davranışlara girebilme ihtimali olanlar bir kez daha düşünürler… Sorulmazsa bu ülkenin kendi ayakları üzerinde durabilme kararlılığını baltalama niyetinde olanların tekrar harekete geçebilme ihtimali her daim baki kalır.
Sıradan Vatandaşlar Teröristlikle Suçlandı
Nigar Tuğsuz, SETA Avrupa Masası Araştırmacısı
Darbecilerin esas beklentisi herhalde hayallerindeki toplumu yaratmaktı. Bunun için acımasız yöntemlerle toplum mühendisliğine giriştiler. Fakat hayalleri neydi ona bakmak lazım. Öncelikle çıkar ve imtiyazlarını kaybetmemekti, korkuları vardı. Daha geniş bakarsak ellerindeki gücü ve kaynakları kaybetmekten korkuyorlardı. İmtiyazlarını kaybetmeyi düşünemezlerdi. Bunun için çok sert hareketler yaptılar, temel insan haklarını ihlal ettiler. Binlerce kişinin eğitim ve çalışma hakkı ellerinden alındı. Sıradan vatandaşlar terörist sıfatlarla, devleti yıkmakla itham edildi. İslami görünürlüğü olan kişi ve kurumlar toplumun dışına itilmek istendi.
Özellikle medya eliyle toplumda İslamofobik bir dalga yaratıldı. En güçlü kurumlar ve kişiler bu dalgayı desteklediler. 28 Şubat darbecilerin ağzından irtica tehlikesine karşı yapılmıştı. Fakat tehlike olarak gösterdikleri gelişmeler son derece kurgusaldı. Dindar kesimi itibarsızlaştırmak için senaryolar yazıldı. Aşırı senaryolaştırılmış bir atmosfer vardı. Darbeciler bu senaryoyu hayata geçirebildiler çünkü çok güçlülerdi, tüm kurumları ellerinde tutuyorlardı. Rektörler ve yargı mensupları da işin içindeydi. Ama asıl mesele ekonomik, kültürel ve siyasi açıdan gücün dağıtılmasına ve serbestleşmeye karşı açılan savaştı. Ekonomik ve kültürel liberalleşme, toplumda yükselen rekabet işlerine gelmedi. Yani kendisini irticaya karşı bir hareket olarak tanımlasa da 28 Şubat asker ve bürokrat, medya ve sermaye çevrelerinin de içinde olduğu olağan gidişatı durdurma hareketiydi. Toplumun kültürel ve ekonomik kaynaklarının daha geniş bir kesime açık hale gelmesini istemediler.
Darbeciler 21 Yıldır Tamir Edilemeyen Yaralar Açtı
Fatma Aydın Ataş, Toplumsal Hafıza Derneği Başkanı
28 Şubat yarım kalmış hayatların hikayesidir. Asla tamamlanamayacak olan ve 28 Şubat’ın kalın duvarları arasından bir türlü çıkamayan hayatların hikayesi... Özellikle de Müslüman kadınların hayattan koparılma, yok sayılma ve hayat hakkı tanınmamaları üzerinden tanımlayabileceğim bir dönem.
28 Şubat darbecileri kendilerini o kadar muktedir ve dokunulmaz görüyorlardı ki başörtülü kadınları üniversiteler, kamu kurumları ve öğretmenlik yaptıkları okullardan kapı dışarı ettikleri yetmemiş, “Kadınlar başörtülü olarak çocuklarını parka götürebilirler mi?” tartışmasını başlatmışlardı. Yani bildiğiniz çocuk parklarını kamusal alan ilan edip başörtülü kadınların çocuklarını parklara getirmesini engellenmeye çalışıyorlardı. 28 Şubat başörtülü kadınların, üniversite öğrencisi, imam hatip lisesi öğrencisi, öğretmen, memur, asker eşi vb. hiçbir ayırım gözetmeden kamusal alandan süpürülüp atılma harekatıydı... Çok şükür darbeci paşalar ve avaneleri muvaffak olamadı ama yok etmeye çalıştıkları hayatlar üzerinde yirmi bir yıldır tamir edilemeyen yaralar açtılar.
28 Şubat’tan Bugüne Ne Kaldı?
Meryem İlayda Atlas, Daily Sabah Yayın Koordinatörü
28 Şubat katı bir laiklik tanımı üzerinden keyfi bir kamusal alan tanımı yapmıştı. Bu kamusal alan oldukça tektipleştirici ve dışlayıcıydı. Bu tanıma göre başörtüsü takan bireylerin kamusal alanda görünür olma hakkı yoktu. Aslında bu bakış açısı uzun zamandır çeşitli iktidar katmanlarını elinde tutan, hiç kimsenin kendisine hesap sormadığı ve toplumla çok sınırlı bağlantısı olan dar bir asker, sivil ve bürokrat elitin evi gibiydi. Toplumun diğer bireyleri orada ya yabancı ya da misafir olabilirlerdi.
28 Şubat’tan bugüne ne kaldı? Söz konusu zihniyet siyasi irade ile devletin bakışı olmaktan çıkarıldı. Fakat yine de özel sektörde devam ettiğini söyleyebilirim. Finans, sağlık ve eğitim gibi dev sektörlerde başörtülü yönetici bulmak çok zor.
Toplumun kutuplaştığından şikayet eden kesimin çalıştığı binalarda bir tane bile beyaz yakalı başörtülü olmamasından pek şikayeti yok gibi gözüküyor. Türkiye’nin bankası olmakla övünen bazı bankaların dev plaza binalarında bir tane başörtülü yönetici bulamazsınız. Yine sürekli “birbirimizi anlamak”tan bahseden pek çok medya kurumunun TV ekranında yorumcu veya sunucu olarak başörtülü kadınları göremezsiniz. Genellikle başörtülü kadınlar çeşitli dramların yaşandığı reality showlarda boy gösterir. “Ana akım” adı verilen pek çok haber kanalının sabit bir başörtülü yorumcusu yoktur. Örnekler çoğaltılabilir. Özel sektörde “liyakate dayanarak başörtülü elemanların alındığı ve daha sonra o kişilerin kurum içi yaşam tarzı mobingi yapılmadan çalıştırıldığı” hatta bunun artık yazıp konuşmaya değer olmadığı bir Türkiye’ye gelmeden 28 Şubat’ın pek çok izinden birini silebilmiş olamayacağız.
Milletin Vekiline Yapılan Hadsizlik
Kübra Güran Yiğitbaşı, Marmara Üniversitesi Öğretim Görevlisi
28 Şubat’ta beni en çok etkileyen şey inançları gereğince tesettürlü olmayı tercih ettiğinden ötürü Merve Kavakçı’nın milletin meclisinde maruz kaldığı muameleydi. Yalnızca Kavakçı’ya had bildirmekle kalınmayarak çocuklarının dahi okullarına kadar gidilmesi, televizyon ekranlarına görüntülerinin taşınması, mahremiyetlerine yapılan saygısızlık ve acımasızlık çok inciticiydi.
Mecliste yaşananların hemen ardından kendi hikayelerimizin kahramanı olarak benzer olay örgüleriyle karşı karşıya kaldık. Babam bir içişleri bürokratı olarak Ankara’daki görevinden sakıncalı bulunarak kıdemine rağmen bir başka şehre sürüldü. Apar topar lojmandan çıkarılmamız, misafirhanelerde kiralık ev buluncaya kadar geçen iğreti zamanlar. Okulu devam eden kardeşim ve iş başvuruları yapan ağabeyimden dolayı babamın ailemizin geri kalanını Ankara’da bırakarak gönderildiği şehirde yalnız geçirdiği yıllar. Ağabeyimin bir Mülkiye mezunu olarak girdiği kamu kurumları yazılı sınavlarında başarılı olmasına rağmen mülakatlarda hep elenmesi. Evlerimize söz konusu mülakatlardan sonra ziyaretler yaparak annemin ve bizim başörtülü olduğumuzu, okuduğumuz İslami kitapları görmelerinden endişe duyar hale gelmemiz.
Hayatlarımızda unutulmaz yaralar açan bu süreçte beni en çok etkileyen anlardan bir diğeri de mezun olduktan on yıl kadar sonra hala üniversitede ve kamuda yasaklar devam ettiğinden, lisansüstü eğitime başlama kararının ardından çocuklarımın beni okula girmek için kapıda mecbur bırakıldığım o halimle gördüklerinde onlara karşı duyduğum mahcubiyet ve nasıl bir açıklama yapacağımı bilemeyişimdeki çaresizlikti.
Ordudan Atılmak için İlk Bahane: “İrtica”
Reşat Fidan, ASDER Genel Sekreteri
28 Şubat dönemi ağırlıklı olmakla birlikte 1984 yılından itibaren Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarına yargı yolu kapalı olduğundan, darbeci zihniyetin muhalif gördüğü dindar askerleri TSK’dan tasfiye etmek için Batı Çalışma Grubu kılıfıyla Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarında “irtica”nın birinci tehdit olması zorlamasıyla mağduriyetler zirveye ulaştırılmıştır.
Bu dönemlerde YAŞ’tan re’sen emekli, emeklilik ve istifaya zorlamalar ile birlikte tahmini olarak on bine yakın asker TSK’dan ayrılmıştır. Tabii ki ailelerle birlikte yaşanan travmalar ise mağduriyetleri katlamıştır.
Uyum yasalarının hemen yapılamayıp yargıda birliğin birkaç yıl daha sağlanamadığı o tarihlerde usul gereği asker şahısların Türkiye Cumhuriyeti hukuk sistemi gereği ancak Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde hak arama zorunluluğu devam ettiği için yine olumlu sonuç alınamaması üzerine iktidarın teklifiyle 2011 yılında TBMM’den 6191 sayılı Kanun ile kısmi hak iadeleri sağlanmış ve hukuksuz işlemlerde bir kapı aralanmıştır.
İade-i itibar denilebilecek kanundan sadece yargı yolu kapalı olarak re’sen emekli edilen bin 600 kişi yararlanmış, bir kısmı araştırmacı kadrosu ile kamu kurum ve kuruluşlarında göreve başlamış, bir kısmı ise emekliliği tercih etmiştir. Diğer mağdurlar için ASDER olarak 6191 sayılı Kanun ile giderilemeyen mağduriyetlerin hak sahiplerine verilebilmesi adına hukuk platformunda sabırla çalışmalarımızı sürdürmekteyiz.
Darbeciler Dindar Kesimi Sindirmek İstedi
Fadime Özkan, Star Gazetesi Yazarı
28 Şubat’ta darbeciler öncekilerden farklı bir şekilde toplumun bir kesimini sindirmek, ikincilleştirmek için hedef seçtiler; dindar muhafazakar kesimi. Türkiye toplumunun ana omurgasını, taşıyıcı kolonunu zedelediler yani. Darbe dönemine bakarsanız darbeciler kazançlı çıkmıştı bu zahmetten. Sonuçta hükümeti düşürdüler. Refah Partisi’ni ve devamında kurulan partileri defalarca kapattılar. Siyasetçileri seçmenleri nezdinde küçük düşürmeyi denediler. Katsayı bariyeriyle imam hatip liselilerin eğitim imkanlarını kısıtladılar. “İmam hatiplisin sen öyle kal” dediler. Başörtülüleri okullardan ve kamudan attılar. “Yeşil sermaye”yi ezip geçtiler. Büyük ekonomik krizler yaşandı, yirmi bankanın içi boşaltıldı. Külfeti yine millet çekti, 70 milyar dolar birilerinin cebine geçti.
Allah’a şükür ki “bin yıl sürecek” denilen bu yanlış düzen tamamen tersine döndü. Kırılmak istenen omurga toparlandı ve halk iradesine sahip çıktı. Milli Görüş damarının yeni sürgünü AK Parti adıyla girdiği ilk seçimde hükümet kurdu. Aradan geçen on beş yılda hiç seçim kaybetmedi. Halen ülkenin yenilikçi, hakim partisi. Darbecilerin çabalarına rağmen imam hatipliler engellenemedi. Başörtülü kızlar kendi ülkelerinde okuyamadıkları için çıktıkları yurt dışından en az bir yabancı dil öğrenerek ve tecrübe kazanarak döndüler. AK Parti’nin demokratikleşme hamleleri sayesinde üniversite, kamu, siyaset ve askeriyede de kalktı o saçma yasak. Kılık kıyafet özgürlüğü Türkiye’nin önemli bir kazanımı oldu. 12 Eylül 1980 Darbesi’yle temelleri atılan, 28 Şubat 1997’de semirtilen Gülen örgütü ise yine bir darbe-işgal girişiminde kendini ele verince yayıldığı tüm alanlardan kazılıp atıldı. Ülke her alanda postmodern darbenin izlerini silme kudreti kazandı.