Bir âlimi anlamak, biraz da onu siyasi ve toplumsal şartlar çerçevesinde ele almak ve döneminin gelişmelerini göz ardı etmemek demektir. Çoğu zaman ayrıntılı bir hayat hikâyesi kitapların dışında anlaşılmayan hususların da açıklığa kavuşmasını sağlayabilir. Hele söz konusu âlim bir ömür boyu teliften ziyade tedrisle uğraşmışsa… Büyük kırılmaların etkilediği sosyal çevre, yönlenmeler ve telkinler bir hayatın bütünlüklü çerçevede nasıl kavranacağını da gösterebilir. Elbette çok daha temelde azim ve kararlılığın dikkate alınması gerekir. Cumhuriyet Türkiye’sinin kurulduğu yirminci yüzyılın ilk yarısında dinî sahanın tahakküm altına alındığı İslami şiarları sindirme politikalarının ayyuka çıktığı yıllar hem bir şahsiyet hem de bir âlim olarak merhum M. Emin Saraç Hoca’nın portresini şekillendirmiştir.
Değişik tarihlerde M. Emin Saraç’la yapılan söyleşilerde kendisinin aktardıkları birbiriyle belirgin biçimde uyumludur. Ona yöneltilen sorular konuşma şeklinde olup, daha sonra bazı kısımlarını tashih etmesi dikkatli yaklaşımını kavramak bakımından önemsenmelidir. Anlattıklarını bir dönemin şahitliği nokta-i nazarından anlamlandırmak hem Türkiye hem Mısır hem de İslam dünyası açısından zorunluluktur. Zira onun değer verdiği âlimler, dostlar ve talebeler üzerine söyledikleri başka yerlerde kolay kolay bulunamayacak bir hafızanın kaydı niteliğindedir. Okuru yakın tarihin ilim serüveni, tedris faaliyetleri ve âlimler hakkında hoş anekdotlar, sıra dışı düşünceler ve çağrışımlar arasında renkli bir yolculuğa çıkaran Rıhle dergisindeki söyleşileri böyledir mesela. İlyas Karaduman ise İlim Geleneğimizin Örnek Şahsiyeti Muhammed Emin Saraç adlı kitabında söyleşilerden minnettarlık içinde büyük ölçüde yararlanırken, aynı zamanda hayat hikâyesini biraz daha farklı bir şekilde anlatmaya çabalıyor.
Emin Saraç’ın dünyaya gelişi Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı, Cumhuriyet Türkiye’sinin yeni kurulduğu, geçiş devri diye de anılan zor yılların daha da kesifleştiği bir devre tekabül eder. Ailesi, hocaları ve yakın çevresi ilmî, fikrî ve siyasi alanda önemli simalardan müteşekkildir. Osmanlı medreselerinde yetişen âlimlerin rahle-i tedrisinden geçip, değerli kişilerin meclislerinde bulunması ve uzun zaman yalnızca kendisinden dinlenebilecek birtakım olaylara şahitliği yönüyle, Saraç Hoca’nın tanınıp, anlaşılması Türkiye’nin dönüşüm yıllarının kavranmasına da büyük katkı sağlayacaktır.
Bir Hayatı Dönemlendirmek
Tarihi yeniden yaşamayı ve yaşatmayı da gündeme getiren M. Emin Saraç’ın hayatını üç döneme ayırmak belli hususların daha da anlaşılmasını kolaylaştırabilir. İlk dönemi, doğumundan 1950’ye kadarki tek parti devrinde geçen kendini yetiştirmeye vakit ayırmayı içeren tarih kesitini, ikincisi uzun soluklu ilim yolculuğunda önemli bir dönemeci teşkil eden 1950’lerdeki Mısır dönemini, sonuncusu ise çok genel hatlarıyla 1950’lerin sonundan itibaren Türkiye’de unutulan bir geleneği ihya ettiği onlarca yılı kapsar.
Doğum tarihini pek anmayan M. Emin Saraç 1930’da Tokat Erbaa Tanoba köyünde dünyaya geldi; ailesi, hocaları ve çevresi, birikimi ile tarihi, ilmî ve kültürel bakımdan değerlerin timsali bir âlim. Yetiştiği aile ortamı dönemin resmî Türkiye’sinin aksine İslami ilimlerin tahsiliyle öne çıkmıştır. Sözgelimi altı yaşında dedesinin yanında Kur’an-ı Kerim’i hatmetmesi bunu doğrulayan olaylardandır. Sonra babası Mustafa Efendi onu hafızlığa yönlendirir. Devrin genel iklimi içinde biri kız ikisi erkek üç kardeşi de İslami ilimler tahsilinin yasaklandığı tek partili yıllarda, baskı ortamına rağmen, babaları tarafından Kur’an hafızı olarak yetiştirilmiştir.
Dini yaşamak, korumak ve yaşatmakla öne çıkan babası Mustafa Efendi çocuklarına Kur’an-ı Kerim okuttuğu için mahkemeye çıkarılmakla kalmaz yargılama sonucunda altı ay hapis cezasına çarptırılır. Bu durum Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki din politikalarının baskıcı karakterinin göstergesidir. Aslında sadece M. Emin Saraç ve ailesi üzerinden bir devrin hassasiyetleri ve oluşturulmaya çalışılan seküler hayat telakkisi çok daha doğru bir biçimde kavranabilir. Meseleyi daha iyi anlamak için hafızaya yaslanan somut şahitliklere odaklanmak gerekir. Hangi süreçlerden geçerek bugünlere gelindiğini kavramayı sağlayan şu pasaj hayli dikkat çekicidir:
“Millî Şef İsmet İnönü devrinde korkunç bir baskı vardı. Öyle bir devir ki Kur’an hadimi olan babam Mustafa Efendi bize Kur’an okuttuğu için mahkemeye çağrılmış, Hâkim Efendi’nin, ‘Sen çocuklara Kur’an okutuyormuşsun. Doğru mu?’ sorusuna: ‘Evet, ben çocuklarıma Allah'ın kelâmı olan Kur’an-ı Azimüşşan'ı okutuyorum’ cevabını verdiği için altı ay hapse mahkûm edilmişti.”
Bu satırlar M. Emin Saraç’ın ilim, irfan ve ahlak gayretini şekillendiren örnekliği merak edip yaklaşmakta tereddüt edenler için sağlam bir giriş niteliği taşırken, ona aşina olanlarda ise babasının çabasının büyüklüğüne yeniden, başka bir gözle bakma isteğini tetikleyecektir. Elbette Saraç Hoca’nın anlatımlarının tümünde tek parti devrinden 1960’lara uzanan böylesi aktarımlar her zaman bu açıklıkta görünmez. Bazen yaşananlar özel bağlamında üstü kapalı biçimde kendini gösterir. Ne olursa olsun buna benzer anlatımlar geleceğe ya da geçmişe bakarken nasıl konumlanacağı açısından bir referans noktasıdır.
Oluşum dönemindeki Muhammed Emin Saraç, 1940’ta ağabeyi Bahattin Saraç’la Niksar Arasta Camisi’nde mukabele okur. Akabinde Merzifon’a davet edilmeleri üzerine, üç sene boyunca Kara Mustafa Paşa Camisi’nde mukabele okumayı sürdürürler. Babası M. Emin Saraç ve abisini, tekkesinin sürekli murakabe altında tutulduğundan habersiz Ali Haydar Efendi’nin tedrisinden geçmek üzere 1943’te İstanbul’a gönderir. Kadim şehrin çağrısına icabeti de içeren bu başlangıç, onun memleketine saldığı köklerden daha güçlü sonuçlar doğurması açısından özenle üzerinde durulmayı hak etmektedir.
Ali Haydar Efendi iki talebeyi kendilerini Fatih Camisi’nde üç ay ağırlayacak olan Ömer Efendi’ye emanet eder. Daha sonra Karagümrük’teki Üçbaş Medresesi’ne geçer. Burada Süleyman Efendi’den Buhari’nin birinci ve ikinci ciltlerini okumak suretiyle ilk hadis icazetini alır. Başka pek çokları gibi onlar da takibata uğrama endişesiyle klasik eserleri hem Fatih Camisi’nde hem evlerde gizlice okurlar. Nasıl ki sindirme ülke geneline yayılan bir olgu idiyse, ona karşı direniş de öyleydi. Belki bu yılların etkisiyle hayatının sonraki safahatında kendisine asli vazife addettiği cami eksenli ders okumalarını kesintisiz bir biçimde sürdürecektir. 1950’den önce Doğan Güneş dergisini çıkaran ve “Çoban kurttur ve bu çoban da Halk partisidir.” konulu başmakaleler yazan felsefe muallimi Mahmud Cevdet Bey’den İsagoci Şerh-i Fenari’yi okur. Öte yandan şu da öne sürülebilir: Belli metinleri kavrayabilmek için, önce onları “kimden” okuduğunuzu da belirlemeniz gerekir.
Mısır’a İlim Hicreti
Yaşadığı dönem M. Emin Saraç’ı, dokuz yıl kalacağı Mısır’a kendi ifadesiyle “ilim hicreti” yapmaya mecbur bıraktı. Onu Mısır’a gitmeye Ali Haydar Efendi teşvik eder. Çünkü hocasının kanaati, o günün şartlarında Türkiye’de İslami ilimlerin layıkıyla tahsil edilemeyeceği yönündedir. Gelgelelim 1950 genel seçimlerine az bir zaman kalmıştır. Seçim sonrası muhtemel kargaşadan endişe eden Saraç ve kardeşi, seçimi beklemeden yolculuğa çıkmaya karar verirler. Kısa süre içinde Mısır vizesi çıkaramayınca Bağdat üzerinden Mısır’a ulaşırlar. Eğitime başlamadan imtihana tabi tutulan Saraç İstanbul’da aldığı eğitim ve Arap diline vukufiyeti sebebiyle dil bölümünü aşıp, hemen doğrudan Ezher’in lise kısmına kaydoldu. Burayı bitirdikten sonra Türk öğrencilerin pek tercih etmediği Külliyetü’ş Şerîa için açılan sınavı kazanarak öğrenimini orada sürdürdü. Hiç kuşkusuz en büyük desteği hadis ve fıkıh alanında yetkin bir Osmanlı âlimi olan M. Zahid Kevserî’den gördü.
Cesareti ve başarısı hayranlık uyandıran M. Emin Saraç, İslami klasikleri içeren tedrisatıyla güncel yayın okuma dozu arasında denge kurabilen bir kişiliğe sahipti. Mısırdayken Arapça gazeteleri yakından takip ederdi. Ayrıca Mecelletü’l-Ezher, es-Sekâfe, er-Risâle ve el-Müslimûn dergilerine aboneydi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle 1950’lerde Türkiye’de siyasi şartların değişmesi, basın hürriyetinin sınırlarının genişlemesi, basının daha öne çıkmasının yanı sıra yurt dışında da Türkçe gazetelere ilgi artmıştı. Gelgelelim bu gazeteleri Mısır’ın başkentinde satan bir bayi bulmak imkânsızdı. Ancak Ankara Radyosu’nun yayını uygun anten kullanıldığında Ezher’in de bulunduğu şehirden dinlenebiliyordu. Saraç, Yozgatlı İhsan Efendi’nin His Master’s Voice (Sahibinin Sesi) markalı radyosundan kandil münasebetiyle Süleymaniye Camisi’nden okunacak Mevlid’in yayınlanacağı haberini alır. Bu müjdeyi hemen İhsan Efendi’ye vermesi memleket haberlerinin özellikle dinî hürriyetlerin alanının genişlemesinin onu çok yakından ilgilendirdiğini ortaya koyması itibarıyla dikkat çekmektedir.
Mısır yılları gelecekteki Muhammed Emin Saraç’ın çabalarını biçimlendirmesi, sonraki uygulamaları için bir model, çatı, karşılaştırma unsuru, çerçeve değerler yelpazesi ve anlama paradigması olmaları anlamında şekillendiriciydi. Kendisine icazet veren ve günümüzde pek örneği kalmayan M. Zahid Kevserî dışında Mustafa Sabri Efendi, Yozgatlı İhsan Efendi, Ali Yakup Efendi, Muhammed Abdulvehhab Buhayrî, Ahmed Fehmi Ebu Sünne, Abdulfettah eş-Şa’şa gibi isimlerden sadece ders almadı. Aynı zamanda bir geleneğin yazıya dökülemeyen adap, erkân ve irfanını da öğrendi. Talebelerinin yalnızca talimiyle değil terbiyesiyle de bihakkın uğraşırken hocalarının her biri ibret ve öğütlerle dolu hatıraları onlara nakletmiştir. Zira çoğu kişi bu müstesna isimlerin nasıl olduklarını, yaşayan örnekler üzerinden anlamak imkânından mahrumdu. Böylece Saraç Hoca bugünün dünden çok farklı, dünün ise öncekine hiç benzemediğini ortaya koymuş tanıdıklarını silik bir hatıra olmanın ötesine taşımıştır.
Derler ki gençlik çağı, nice güzel deneyime olduğu gibi, okumaya da özel bir tat ve önem yükler; olgunluk çağında ise, birçok ayrıntı ve ek anlamlar fark edilir. M. Emin Saraç, günümüzde okunmaktan çok sadece ismi bilinen nice eseri hocalarıyla birlikte müzakere etti. Ayrıca yine hocası aracılığıyla Hindistan-Pakistan uleması ile irtibat kuran Saraç 1951’de Ebu’l-Hasen en-Nedvî ile tanıştı, akabindeyse kadim bir dostluk başladı. Kral Faruk’a darbe yaparak iktidarı ele geçiren General Cemal Abdünnasır, Türk talebeleri destekleyen bütün vakıfları kaldırdı, onlara çok cüzî burslar bağlamakla yetindi. İlginçtir darbenin Mısır’da meydana getirdiği dönüşüme dikkat çeken Saraç’ın hocaları, olayı İkinci Abdülhamid’in tahttan indirilmesine benzetirler.
Hafızanın Katmanları Arasında
Paul Veyne Tarih Nasıl Yazılır? adlı eserinde tarihin, tarihçinin zihninden çıktığı gibi değil, gerçekleştiği şekli ile anlatıldığını vurgular. Bu yönüyle anekdotlardan meydana gelen tarih, tıpkı roman gibi anlatılarak ilgi uyandırır. Aradaki tek fark, tarih hakikatten başka bir şeyle ilgilenmez çünkü gerçek olayların anlatısıdır. M. Emin Saraç’ın hayatının perdelerini aralamaya devam edip onu yakından tanımak isteyenlerin üzerinde duracakları tarihi zaman dilimi 1958’in sonunda kardeşi ile birlikte Türkiye’ye dönmesiyle başlar.
İslami ilimler, Arap dili ve edebiyatıyla ilgili birikiminin hemen fark edilmesi çok geniş bir ilgi halesiyle karşılaşmasının başlangıcını teşkil etmiştir. Bundan sonrası aynı zamanda gerçek bir roman olan bambaşka bir tarihtir. Şöhret ve âlâyişi reddeden bu tevazu abidesinin, İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde, Ali Rıza Sağman’ın İsmailağa’da kılınan Cuma namazının akabindeki önerisi ve okul müdürünün daveti ile başlayan öğretmenliği üç yıl sürdü. İmam Hatiplerin banisi Celal Hoca etrafına “Ben artık Medine’ye gitmek istiyorum, yerime birisini bulun.” demektedir. Saraç’a “Yarın İmam Hatip Mektebine gelebilir misin?” diye sormalarıyla başlar her şey. Gidince Celal Hoca kendisine Hasan el Benna’nın damadı, Tarık Ramazan’ın babası Said Ramazan’dan gelmiş bir mektup çıkarır ve okumasını talep eder. Hemen bu Arapça mektubu okuyan Saraç, hocayla biraz sohbet edip ayrılır. Daha sonra 1960 Darbesi’ne kadar Celal Hoca'nın sınıflarını okutur.
Emin Saraç, hadis kitaplarının Türkçeye tercüme edilmesini değerli buluyordu fakat bunların izahlı ve şerhli bir biçimde neşrinin yanlış anlaşılmaları önleyeceği kanaatindeydi. Hakikaten usulsüz nice okumanın sabırsızlık, dikkatsizlik, kullanım talimatları ve belki de en önemlisi hayat konusundaki tecrübesizlik yüzünden pek fayda vermediği yıllar sonra çok daha iyi kavrandı. Saraç Hoca, İmam Hatip’te görev yaparken tanıştığı Ahmed Davudoğlu Hoca’yı Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi’ni yazma konusunda teşvik etti, ilgililerle de görüşerek bu eserin tamamlanmasını sağladı. 1960’ta darbe döneminde zorunlu askerlik görevini yerine getiren Saraç, İlim Yayma Cemiyeti’nin Yüksek İslâm Enstitüsü talebeleri için açtığı yaz kursunda ders verdi. Ardından İsmail Niyazi Kurtulmuş, kendisine dersleri devamlı yapmasını teklif edince cemiyetteki dersler süreklilik kazanacaktı. Onun ders üslûbu başlanan bir kitabı satır satır okumak ve anlamak şeklindeydi. Yüksek mevki, mansıp ve makam peşinde olmayan Saraç’ın sonraki hayatı hep ilim tedrisi ile sürüp gitti. Meselenin hakkıyla anlaşılması bakımından şu önemlidir: Kendisi İsmail Hakkı Şengüler ve Bekir Karlığa’nın yer aldığı komisyonla yaptıkları Fî Zilâli’l-Kur’ân tercümesi dışında telif yerine hep tedrisle uğraşmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu konunun daha derinlemesine araştırılmayı hak ettiği de açık. Defalarca okutup, tekrar başladığı, okutulmasını da azami ölçüde tavsiye ettiği iki eserden biri, İmam Nevevî’nin Riyâzu’s Sâlihîn’i, diğeri de Kadî İyâz’ın Şifâ-i Şerîf’idir. Saraç Hoca, İslam klasikleri okumalarına yeniden dönmeye ayrılan zamanın değerini hatırlattı daima. Şu tavsiyesi klasikleri okumanın, onları okumamaktan daha iyi olduğunu ortaya koyan ve uzun yıllara yayılan çabalarının neticesidir: “Eğer hocaların elleri kitap tutup da camilerde ders okuturlarsa, milletimizin ilmî ve manevî seviyesi o zaman yükselir.” Muhtemelen Türkiye’ye özgü bir okuma tarihi yazıldığında böylesi bir çalışmada okumayı ve okutmayı çok seven Saraç Hoca’nın müstesna bir yeri olacaktır.
Kendisinin Türkçeye yeni yeni çevrilmeye başlayan çağdaş bir düşünürün tefsiri ile ilgili tercüme deneyimi ve modern zamanların diğer isimleri hakkındaki kanaatleri eski klasikler kadar, yeni klasikleri de göz ardı etmediğini düşündürür. Mevdudi, Seyyid Kutub ve uzun yıllar Türkiye’de yaşayan Muhammed Hamidullah gibi isimleri de takdirle anar: “Onlar birer fakih değil. İslam’ın hizmetinde bulunan, İslam’a davet için yazı yazmış kimseler. Yoksa bir fıkıh kitabı yazmak için sözlerini söylemiş kişiler değil. İslam’ın ruhunu ihya gayreti ile ortaya çıkmış, büyük kimseler.”
Emin Saraç geniş müktesebatıyla yakın tarihimizin üzerinde çok durulmayan ilmî mahfillerinin canlı bir şahidiydi. Âlimlerin nerede oturduklarını, nasıl yaşadıklarını, aile hayatlarını, eski İstanbul’un, siyasilerin ve tarikatların durumunu dahası meşrep farklılıklarını çok iyi bilirdi. Yaşadıklarını kelimelere dökerek, onlarla tecrübelerini yeniden canlandırarak yeni baştan tahayyül ederek anlattığı metinler okunduğunda, bu durum rahatlıkla görülecektir.
Türkiye’de siyasetten uzakmış gibi görünen hususlar, aslında kişilerin tarihini etkilemesi açısından çok daha önemlidir. M. Emin Saraç’ın yaşam öyküsü verilerindeki özel boyutların tümüyle anlaşılması söyleşilerine yansıyan hatıralarının dönemi çerçeveleyen diğer hatıra kitaplarıyla birlikte okunması aynı zamanda Türkiye’de düzenin yabancılaşmasının yol açtığı yıkımlar ve buna karşı direnme biçimleriyle yüzleşmek gibidir. Olağanüstü geniş ufkuyla ve birikimiyle dile getirdikleri dindarların fiiliyatta hayat tarzı, davranış ve ciddi imtihan zamanları ile meydan okumalar karşısında nasıl davrandıklarını gösteren mütevazı bir cevaptır.