3 Kasım 2020’de yapılan Başkanlık seçimlerini Demokrat Parti adayı Joe Biden’ın kazanması, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-Avrupa Birliği (AB) ilişiklerinde yeniden bahar havası eğilimini güçlendirdi. En azından iki taraf arasındaki ilişkilerin önümüzdeki yıllarda Trump döneminden daha ileri seviyede olacağını söylemek mümkün. Nitekim bu görüş Avrupa basını tarafından da genel olarak benimsenmiş durumda. Biteviye tekrarlanan ifade, ilişkilerin eski seviyesine gelmesinin kolay olmayacağı ve ortak uyumlu iradeye bağlı olarak şekilleneceği şeklinde.
ABD-AB ilişkilerinde restorasyon ve iyileşme beklenen alanların sayısı bir düzineye yakın. İlk sırada Transatlantik ticaret müzakerelerinin başlatılması yer alıyor. Trump, Ocak 2017’de başkanlık görevini üstlenince Atlantik okyanusunun iki yakası arasındaki ticaret hacmi ve yatırımları iki veya üç misline çıkarma potansiyeli taşıyan Transatlantik Antlaşması müzakerelerini durdurmuştu. İkinci sırada NATO şemsiyesi altında ilişkilerin yeniden tanzim edilmesi yer alıyor. Trump, hem ikili görüşmelerde hem de zirve toplantılarında NATO müttefiklerini itham etmiş, savunma harcamalarında en büyük yükün ABD tarafından üstlenildiği ve Avrupa’nın beklenen desteği vermediğini öne sürmüştü. ABD’nin eskiden beri savunduğu bu görüşlerin Trump tarafından diplomatik teamüllere aykırı ve diğer ortakları aşağılayacak şekilde ifade etmiş olması skandala neden olmuştu.
NATO’da Yeni Konsept Tartışması
NATO’nun Avrupalı müttefiklerinin savunma harcamalarına daha fazla katkı sağlaması talebi değişik vesilelerle gündeme gelmekte. ABD, NATO ülkeleri savunma harcamalarının GSMH’ye oranının yüzde 2’nin üzerinde olması görüşünü savunuyor. Bu oranı tutturan ülkeler şimdilik kaydıyla Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, İngiltere, Macaristan, Polonya ve Baltık ülkeleri ile sınırlı. AB’nin en büyük ekonomisi olan Almanya’da savunma harcamalarının GSMH’ye oranı yüzde 1.38 seviyesinde seyrederken ABD’de ise bu rakam yüzde 3.42 oranında. Türkiye’nin rakamı ise yüzde 1.89 civarında seyrediyor.
NATO’nun Avrupa güvenliğine 70 yıldan beri sağladığı katkı, bir yandan iktisadi kalkınma için uygun zemin oluştururken, öte yandan Avrupa’nın ABD nüfuzu altında kaldığı eleştirilerini beraberinde getirdi. Bu duruma tepki gösteren De Gaulle, NATO’nun askeri kanadı faaliyetlerinden ayrılmış, geri dönüş ise ancak Sarkozy döneminde mümkün olmuştu.
Savunma konusunda bir diğer ihtilaf da Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası adı altında yürütülen askeri iş birliği faaliyetlerinin NATO yükümlülükleri bakımından duplikasyona neden olma ihtimalidir. Avrupa bütünleşmesinde Maastricht Antlaşması öncesinde Avrupa Siyasi İşbirliği adıyla başlayan dış politika ve güvenlik politikasında iş birliği çabaları, 1990’larda Acil Müdahale Gücü oluşturulması boyutlarına ulaştı. Bununla birlikte AB bünyesindeki savunma ve güvenlik faaliyetleri konvansiyonel savunma yükümlülüklerini içermiyor. AB ülkelerinin kolektif savunma ihtiyaçları günümüzde bile NATO tarafından karşılanmakta. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, AB şemsiyesi altında savunma ve güvenlik alanındaki iş birliği arama-kurtarma ve barış gücü faaliyetleri ile sınırlı.
Mevcut koşullarda AB ülkelerinin yeni bir askeri yapılanmaya gitmesi muhal gözükmekte. Öte yandan, savunma ve güvenlik konularında AB üyeleri ortak bir görüş etrafında toplanmış değil. Finlandiya, İsveç, Avusturya ve İrlanda gibi ülkeler AB’nin bir sivil güç olarak kalması görüşünü savunuyor. AB ülkelerinin tamamı NATO üyesi olmadığı gibi, NATO’nun AB harici ülkeleri de var. Bu durum AB ile NATO arasında askeri iş birliği imkanlarını sınırlandırıyor. Buna rağmen AB on yıllar boyunca kriz hallerinde askeri müdahale kapasitesini güçlendirmeye çalışıyor. 2017’de AB’nin 25 üyesi Avrupa Savunma Paktını imzaladı. Hedef ortak askeri faaliyetlerde koordinasyon ve savunma alanında iş birliğini güçlendirmek. Trump hükümeti, AB’nin askeri alanda sınırlı iş birliği yapmasını öngören PESCO faaliyetlerinin NATO yükümlülükleri ile bağdaşmayacağı görüşünde.
Bu arada Macron’un belli aralıklarla yinelediği Avrupa ordusu çağrısı, bir Fransız klasik söylemi olmaktan öte anlam taşımıyor. Macron ayrıca Kasım 2019’da “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği”ni iddia etmişti. Bu görüşler ABD tarafından fazla ciddiye alınmadı. Şubat 2020’de Münih Güvenlik Konferansında konuşan ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Macron’un değerlendirmelerini abartılı bulduğunu söyledi. Pompeo’ya göre esas olan Washington antlaşmasının 5’inci maddesinin yerinde durması ve Rusya’ya karşı caydırıcılık işlevinin sürmesi. Bu arada Trump’un 2019’da Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşmasından (INF) çekildiğini açıklaması, Avrupa’da yeni bir silahlanma yarışı endişesi yarattı. Yeni başkan Joe Biden’ın bu konuda nasıl bir tavır benimseyeceği belirsizliğini koruyor.
İran ve İsrail-Filistin Konusu
AB ile ABD arasında bir başka ihtilaf konusu da İran nükleer gücünün sınırlandırılması anlaşması. 2015’te Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyinin daimi üyeleri ve Almanya’nın katılımı ile imzalanan anlaşma, İran’ın zenginleştirilmiş uranyum ve santrifüj miktarının denetim altında tutulmasını öngörüyordu. 2018’de Trump yönetimi tek yanlı olarak bu anlaşmadan çekildi. Anlaşmanın kadük hale geldiği mevcut koşullarda İran’ın gizliden gizliye nükleer silah geliştirdiği kuşkusu, İsrail gibi ülkeleri endişeye sevk etti. Nitekim kasımda Tahran’da bir suikasta kurban giden nükleer bilimci Muhsin Fahrizade olayında tüm şüpheler İsrail üzerinde toplanmış durumda. Joe Biden’ın seçim kampanyası esnasında İran ile yeniden masaya oturma görüşünü gündeme getirmesi, ABD ile AB arasında İran konusundaki görüş ayrılıklarının giderileceğinin işareti olarak kabul edilmeli.
Trump’ın “önce Amerika” sloganı ile savunduğu ve uygulamaya aktardığı izolasyon politikasının geleneksel dünya liderliği misyonundan geri adım atma olarak okunup okunamayacağı ise tartışma konusu. Ancak geçen dört yılda ABD sadece devletler bakımında değil, uluslararası örgütler nezdinde de itibarını ve öncü rolünü negatif etkileyecek gelişmelere imza attı. ABD, Trump döneminde NAFTA, AB, NATO ve BM örgütleri nezdinde geleneksel misyonunu kısmen terk etti. Meksika sınırına duvar örme, AB ile Transatlantik müzakereleri dondurma, NATO bünyesinde ihtilafların güçlenmesi, yeni konsept arayışları ve savunma harcamaları sorunu ve son olarak da BM’nin bazı uzmanlık örgütlerinden ABD’nin çekilmesi tüm dünyada şaşkınlıkla izlendi. Joe Biden döneminde bahsedilen alanlarda ABD’nin klasik çizgisine dönmesi bekleniyor.
Çin ve Rusya’yı Baskılama Politikası
Trump döneminde ABD’nin öncelik verdiği konu Çin’in nüfuz alanını ve uluslararası politikadaki ağırlığını sınırlandırmaktı. Çin ile mücadelenin Joe Biden döneminde de devam edeceğini söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Yeni yönetim, ilave olarak Rusya’yı da baskılamaya çalışacak. Çünkü, Trump döneminde ABD’nin izolasyoncu politikalara yönelme eğilimi göstermesi nedeniyle Moskova’nın etkisi hem Transkafkasya’da hem Doğu Avrupa’da arttı. Rusya’nın Ortadoğu’da nüfuz alanı ise Suriye, Libya ve hatta Sudan’a kadar genişledi. Dolayısıyla ABD’nin yeni dönemde Rusya üzerindeki çemberi sıkılaştırması bekleniyor. Bir yandan çevreleme politikası devam edecek, öte yandan yaptırımlara AB ülkelerinin hassasiyet göstermesi talep edilecek. Eğer yeni ABD yönetimi taahhütlerine uygun olarak bu politikaya ağırlık verecek olursa, bunun anlamı NATO’nun Avrupalı ülkeleriyle ABD arasındaki anlaşmazlıkların geri planda kalacak olması. ABD’nin Rusya üzerinde baskı kurmaya ağırlık vermesi aynı zamanda Türkiye–ABD ilişkilerini de doğrudan etkileyecek. Bu bakış açısı esas alındığında yeni yönetimin Türkiye’nin hassasiyet gösterdiği konularda inatla sürdürülen politikalarını revize etmesi söz konusu olabilecek.
Öte yandan Ukrayna ve Kırım konusunda geri adım atmadığı halde, Rusya’nın Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesindeki faaliyetlerine getirilen sınırlandırma Haziran 2019’da kaldırıldı. Bir diğer gelişme ise Trump hükümeti döneminde Almanya ile Rusya arasında Kuzey Akım 2 doğalgaz boru hattı inşasının eleştirilmesi ve yaptırım kapsamına alınmasına dönük çabalarının, Joe Biden döneminde ne olacağı. Bu konunun da Rusya’ya karşı belirlenecek stratejiye bağlı olarak şekilleneceği anlaşılıyor.
Trump döneminde ABD ile AB arasında Arap–İsrail çatışması veya Ortadoğu barış süreci konusundaki anlaşmazlık çok belirgin biçimde ortaya çıktı. ABD’nin, İsrail büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıması, batı yakasında inşa edilen Yahudi yerleşim birimlerinin ve 1967 savaşında işgal edilen Suriye toprağı Golan’ın İsrail tarafından ilhak edilmesine onay verdiği şeklindeki açıklamalara AB güçlü biçimde karşı çıktı. Trump tarafından açıklanan “Yüzyılın Anlaşması” adı altında tek yanlı sözde barış planı da Avrupa’nın desteğini alamadı. AB ülkeleri, İsrail-Filistin ihtilafı konusunda 1980’de AET döneminde kabul edilen Venedik Deklarasyonu çizgisini korudular. Yeni dönemde ABD’nin İsrail-Filistin ihtilafında daha ılımlı bir çizgi takip etmesi bekleniyor. Trump’ın 2018’de sonlandırdığı ABD’nin 200 milyon dolar tutarındaki Filistin yardımının yeniden başlatılacağı Joe Biden’ın yardımcısı Kamala Harris tarafından açıklandı. Dolayısıyla yeni dönemde ABD ile AB arasında Ortadoğu ihtilafı konusunda da yakınlaşma olacağı anlaşılıyor.
Doğu Akdeniz Meselesi
Joe Biden yönetiminin Doğu Akdeniz konusunda takip edeceği politikanın ne olacağı, hem Türkiye ile ilişkileri hem de AB’nin Doğu Akdeniz konusundaki tutumunu etkileyecek. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı alanı içerisinde sürdürdüğü faaliyetler, sismik araştırma ve sondaj gemilerinin çalışmaları, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin baskıları sonucunda AB zirvesi gündemine taşınmıştı. 1-2 Ekim 2020’de yapılan zirvenin sonuç bildirgesinde Türkiye’den “komşularının egemenlik haklarına ve uluslararası hukuka saygı göstermesi” talep edilmiş ve yaptırım tehdidi ileri sürülmüştü. Almanya’nın dönem başkanlığının bitmesini simgeleyen 10-11 Aralık 2020’de yapılan zirvede ise ekimde alınan kararın geçerli olduğu ifade edildi. AB zirve kararında ilave olarak Doğu Akdeniz konusunda yeni ABD yönetimi ile iş birliği içerisinde hareket etme arayışına vurgu yapıldı.
Doğu Akdeniz’de çözüm bekleyen sorunlar üç başlık altında toplanıyor. Deniz yetki alanlarının belirlenmesi bunlardan ilki, diğerleri enerji ve güvenlik başlıklarını taşıyor. Doğu Akdeniz’de keşfedilen petrol ve doğalgaz rezervleri sırasıyla 1 milyar 700 milyon varil ve 3.45 trilyon metreküp şeklinde. Bölgede keşfedilen doğalgazın uluslararası piyasalara arzı için Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan tarafından AB’ye baskı yapılıyor. Keşfedilen doğalgazın inşa edilecek Doğu Akdeniz Boru hattı (EastMed) üzerinden Avrupa’ya taşınması isteniyor. Güvenlik açısından bakıldığında Doğu Akdeniz büyük aktörlerin donanma fuar alanı haline gelmiş durumda. Yakın bir zamanda toplanması öngörülen Uluslararası Doğu Akdeniz Konferansında tüm bu meselelerin ele alınması bekleniyor.
Joe Biden hükümetinin deniz yetki alanları konusunda Rum Yönetimi ve Yunanistan lehine tavır/tutum ortaya koyması ihtimali güçlü. Dolayısıyla Türkiye önümüzdeki yıllarda Doğu Akdeniz’de hem ABD hem de AB ile karşı karşıya gelebilir. Türkiye’nin ulusal egemenliğin ayrılmaz bir parçası, mütemmim cüzü olan deniz yetki alanları konusunda hukuki temeli güçlü görüşlerinden geri adım atması veya taviz vermesi halinde bu durum Antalya körfezine hapsedilme anlamına gelebilir. Bir başka ifadeyle Sevilla Üniversitesi tarafından hazırlanan deniz yetki alanları haritasını kabul etme anlamı taşıyacak.
Netice olarak Türkiye önümüzdeki dönemde AB ile ABD arasındaki bahar havasından kimi alanlarda olumlu kimi alanlarda negatif şekilde etkilenecek. Doğu Akdeniz, çatışma potansiyeli en yüksek coğrafya konumunda. Türkiye’nin en olumsuz koşullarda dahi Mavi Vatan konseptine dayanan Akdeniz politikasından geri adım atmaması ehemmiyet taşıyor. Zira yaptırım ve ambargolar gelip geçicidir. Buna karşılık geri adımların kalıcı politikaya dönüşme ihtimali vardır. Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da Joe Biden döneminde Transatlantik müzakerelerin tamamlanması ve anlaşmanın imzalanmasının Türkiye’yi derin biçimde etkileyecek olmasıdır. Türkiye, 1996’dan beri AB ile Gümrük Birliği içerisinde. Transatlantik anlaşmada AB’nin ABD’ye vereceği tavizler, Türkiye bakımından büyük kayıplara yol açabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin Transatlantik anlaşma öncesinde Gümrük Birliği'ni güncellemesi gerekmektedir.