Kriter > Dosya > Dosya / Avrupa |

Avrupa Değerlerinin İlk Ciddi Sınavı: Mülteciler


İnsan haklarının evrensel değerleri yerine Hristiyan/Yahudi temellerinde yeniden inşa edilen ve ırkçılık barındıran “yerel” Avrupalı kültürünün yüceltilmesinden müteşekkil aşırı sağın; İslamofobik, göçmen karşıtı ve yabancı düşmanı söylemlerinin giderek toplumsal tabana yayılması, oy kaybı yaşayan sağ ve sol merkez partilerin de bu söylemleri içselleştirerek devlet politikalarına dönüştürmesine yol açmaktadır.

Avrupa Değerlerinin İlk Ciddi Sınavı Mülteciler

Bireysel özgürlükler, hukuk devleti, demokrasi, düşünce ve ifade hürriyeti ile insan hakları, Avrupa düşünce dünyasının değerler sistemini oluşturan önemli yapı taşları arasında yer almaktadır. Avrupa merkezci bakış açısı, bu değerlerin temelini Antik Yunan siyasi düşüncesinde ve Roma hukukunda ararken; Rönesans, Reform ve Aydınlanma döneminin bahse konu değerleri şekillendirdiği üzerinde uzlaşmaktadır. Ancak tarihsel olaylar zincirine bakıldığında bu değerlerin, Batılı ülkelerin devlet sistemlerine entegre edilmesi için yine Batı kaynaklı ve bu değerlerin tamamen hiçe sayıldığı, iki atom bombasının atıldığı, Yahudi ve Romanlar başta olmak üzere birçok etnik gruba yönelik soykırımların gerçekleştiği, dünya tarihinin görmüş olduğu en büyük insanlık suçlarının işlendiği iki dünya savaşının yaşanması gerekmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasıyla birlikte benzer durumların yaşanmaması adına 1945’te Birleşmiş Milletler kurulmuş, akabinde Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi (1948), Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme (1951), Mahpusların Islahına Dair Asgari Standart Kuralları (1955), Çocuk Haklarına Dair Bildirge (1959), Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına Dair Birleşmiş Milletler Bildirgesi (1963) vb. kadın ve çocuk haklarının, savaşlarda sivil nüfusun korunması, yeni bir ekonomik düzen kurulmasından yargı bağımsızlığına kadar sayısız sözleşme ve bildirge imzalanmış, ilkeler belirlenmiştir.

Çoğunlukla Batı düşünce dünyası ve lider ülkeleri etrafında tasarlanan bu belgelere, 1950’lerde Avrupa’nın siyasi ve mali olarak toparlanmasıyla BM’nin kabul ettiği sözleşmelere benzer şekilde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (1959) ve Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi (2000) vb. AB üye ülkeleri tarafından kabul edilen belgeler eklenmiştir. Bu belgelerle elde edilmek istenen kazanımlar arasında İkinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış Almanya’da zorunlu bir liberal anayasanın yaptırılması gibi, devletlerin faşist rejimlerine dair toplumsal hafızalarının silinmesi ve Doğuda yükselen totaliter Sovyet rejimine karşı Batı dünyasının “liberal” değerler altında konsolide edilmesini sağlamak yer almıştır. İki kutuplu dünyanın hakim olduğu Soğuk Savaş döneminde de bu amaçlar, özellikle ABD ve NATO açısından başarılı olmuş, Sovyetler Birliği’nin 1991’de çözülmesiyle tüm dünyada başlayan demokratikleşme dalgasıyla zirveye ulaşmıştır. Ancak Sovyetler Birliği ya da Çin Halk Cumhuriyeti karşısında “ödün verilmeyen” Batılı değerlerin, iki kutuplu dünya sisteminde Avrupa nezdinde sınanma imkanı olmamıştır. Bu değerler, ABD aracılığıyla Vietnam, Kore, Küba, Grenada, Ortadoğu, neredeyse Latin Amerika’nın tamamında sınandığı durumlarda ise emperyalizme dönüşerek hayal kırıklığı ve fiyaskoyla sonuçlanmıştır.

 Berlin’de Filistin’e destek gösterisi
Almanya’nın başkenti Berlin’de Filistin’e destek gösterisi düzenlendi. Filistin ile dayanışma göstermek ve İsrail’in Gazze’ye saldırıları protesto etmek için, Platz der Luftbrücke metro istasyonunda toplanan göstericiler, Kreuzberg semtinde yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüş sırasında geniş güvenlik önlemi alan polis, bazı göstericilere müdahale etti. (Halil Sağırkaya / AA, 7 Eylül 2024)

 

Bulunan Suçlu: Müslüman Mülteciler

Soğuk Savaş sonrası Batı dünyasının hümanist değerler açısından verdiği ilk ciddi sınav ABD’ye 11 Eylül 2001’de düzenlenen terör saldırıları ardından yaşanmıştır. Saldırıların akabinde dönemin başkanı George W. Bush’un teröre karşı küresel ölçekte başlattığı savaşı “Haçlı Savaşı’na” benzetmesi, sonradan yaşanacak insan hakları ihlallerinin de habercisiydi. Her ne kadar Avrupa kıtasından ABD’nin terörle savaş adı altında Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi, terörizm ile İslam’ı, teröristlerle Müslümanları eşitleyen politika ve İslamofobik söylemlerine, Guantanamo’daki insan haklarına aykırı işkencelere karşı cılız sesler çıkmışsa da, ABD’nin Bush doktrini altında “ya benim yanımdasın ya da teröristlerin yanında” tehdidine boyun eğmek durumunda kalınmıştır. Çok kısa bir süre sonra, 2014/2015 yıllarında MENA ve Afganistan’dan Avrupa’ya yaşanan göç dalgası, Avrupa’nın Batılı olmayan ve Batı değerleriyle bağdaşmadıklarını düşündükleri insanlara yönelik ayrımcı tutumunun, bir zorunlu boyun eğmeden ziyade daha derin yapısal ve kültürel arka plandan kaynaklandığını görünür hale getirmiştir. Terör eylemlerinin önce el-Kaide sonrasında DEAŞ ile Avrupa şehirlerine taşınması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra liberal değerler eşliğinde bastırılan tarihsel İslamofobi’nin ve ırkçılığın şekil değiştirip kültürel ırkçılık olarak kendisine Avrupa toplumu ve entelektüellerinde yeniden yer bulmasına zemin hazırlamıştır. Terör eylemlerine paralel şekilde 2008’de yaşanan finansal krizin oluşturduğu toplumsal yoksulluğa, COVID-19’un getirdiği ekonomik durgunluk da eklenince neoliberalizmin doğurduğu sarsıntının suçluları da bulunmuş oldu: Müslüman mülteciler.

ABD’nin başlattığı İslamofobik söylemin ihracı, Avrupa’da gerçekleşen bir dizi olayla birleşerek kıtayı etkisi altına almaya başlamıştır. Ekonomik buhrandan ve merkez partilerin hakimiyetinden çıkış arayan Avrupa ülkelerindeki çevreye ait seçmenler, alternatif politikalar öneren yeni aşırı sağ popülist partilere yönelmiştir. Odağında; elit, AB, küreselleşme ve bunların sonucunda ortaya çıktığını düşündükleri göçmen karşıtlığı bulunan bu partiler, İngiltere’den Yunanistan’a, Hollanda’dan İtalya’ya kadar yayılmıştır. Avrupa, içindeki ekonomik krizi çözemedikçe de bu partilerin oy oranları yükselmeye başlamış, birçok ülkede iktidar ortağı ya da iktidar partisi haline gelmiştir.

Aşırı sağ partiler, sadece ülkeler bazında değil Avrupa Parlamentosunda da önemli kazanımlar elde etmektedir. 2019-2024 arasında aşırı sağ görüşlü parlamenterler, 703 kişilik parlamentonun 118’ini oluştururken, bu sayı, 2024-2029 arasında faaliyet gösterecek 720 kişilik parlamentoda 187’ye çıkmıştır. İnsan haklarının evrensel değerleri yerine Hristiyan/Yahudi (Judeo-Christian) temellerinde yeniden inşa edilen ve ırkçılık barından “yerel” Avrupalı kültürünün yüceltilmesinden müteşekkil aşırı sağın; İslamofobik, göçmen karşıtı ve yabancı düşmanı söylemlerinin giderek toplumsal tabana yayılması, oy kaybı yaşayan sağ ve sol merkez partilerin de bu söylemleri içselleştirerek devlet politikasına dönüştürmesine yol açmaktadır. Böylece Avrupa Aydınlanmasından temelini alan insan hakları, ifade ve düşünce hürriyeti, bireysel özgürlükler, demokrasi ve hukuk devleti gibi değerlerin, evrensel olma vasıfları törpülenerek bu değerlerin sadece “gerçek/yerel” Avrupalı olduğu düşünülen Hristiyan/Yahudi inancına mensup beyaz kişilere ait olduğu bir kültürel ırkçılık, merkez siyasetine giderek hakim olmaktadır. Avrupa’nın yaşadığı tüm toplumsal, politik ve ekonomik sorunların ise “Avrupalı” olmayan yabancı Müslüman göçmenler/mülteciler tarafından üretildiği fikri hakim olmaya başlamaktadır.

Mademki Müslüman göçmenler ve mülteciler Avrupalı değildir ve Avrupa’ya “uyum” sağlamaya direnmektedir, o zaman Avrupa’nın oluşturduğu evrensel değerlerden de faydalanmaya hakları bulunmamaktadır. İnsan hakları merkezli üretilen bu evrensel değerlerin, Avrupa bölgesinde yaşayan Avrupalılarla sınırlandırılması, merkezden çevreye itilen Müslüman göçmenlerin ve mültecilerin insandışılaştırılmasını da beraberinde getirmektedir. İnsan haklarının evrensel kapsayıcılığının zedelenmesi, artık Müslüman göçmenleri ötekileştirilebilir, dışlanabilir hatta gerektiğinde hakları elinden alınıp sürülebilir unsurlara dönüştürmektedir. Din ve vicdan hürriyeti ile bireysel özgürlükler alanına giren başörtüsünün kamu kurumlarında ve okullarında yasaklanması, ibadethanelerin basılıp kapatılması vb. uygulamaların Avrupa’da günlük sıradan uygulamalara dönüşmesi hatta AİHM’de bu uygulamalara yönelik lehte kararlar çıkması, sığınmacıların yüzen kamplara yerleştirilmesi, başvurularının Afrika ülkelerinde alınmasının planlanması, Avrupa’da yaşanan bu değerler dönüşümünün göstergesidir.

 

Açığa Çıkan İslamofobi

Avrupa değerlerinin yaşadığı erozyon, sadece iç politikaya yansımamakta, Avrupa dışındaki politik gündemlere yönelik değerlerin işletilmesinde önemli rol oynamaktadır. Avrupa’nın bir parçası olduğu düşünülen Ukrayna’da savaş yüzünden yaşananlar, insanlık suçu ve Ukraynalı sığınmacılar temel insan haklarına sahip olarak değerlendirilirken, İsrail tarafından soykırıma uğrayan Filistinlilerin bu temel haklara sahip olup olmadıklarına ise şüpheyle yaklaşılmaktadır. Filistin’de yaşanan katliamlara karşıt göstericiler, en temel demokratik haklardan olan protesto hakkından mahrum bırakılmakta, bazı Avrupa ülkelerinde Filistin bayrağı açmak ya da taşımak, İsrail yönetiminin uyguladığı insan haklarına aykırı şiddeti dile getirmek dahi suç unsuru haline gelebilmektedir. Avrupa’nın evrensel değerlerinin merkezi olan üniversitelerde katliam karşıtı öğrenciler gözaltına alınabilmekte, Filistin’e herhangi bir şekilde destek veren ya da İsrail devletinin şiddet politikasını eleştirenlerin işlerine son verilebilmektedir. Terör olayları, İslam dini ve Müslümanlıkla kolayca ilişkilendirilirken İsrail devletinin Filistin’de gerçekleştirdiği katliamın eleştirilmesi doğrudan antisemitizmle bağdaştırılarak yasa dışı ilan edilmektedir. Temel haklara yönelik bu tür çifte standart içeren uygulamalara karşı birkaç Avrupa ülkesinden cılız sesler yükselmekte, Avrupa değerlerini ayakta tutmayan çalışanlar bulunmakla beraber sesleri kolayca bastırılmaktadır.

Jürgen Habermas, 2012’de demokratik değerlerin ve hukukun tehlikeye girdiği Avrupa’nın ulus ötesi bir demokrasiye kavuşması için kaleme alınan Avrupa’yı Onarmak isimli bir kitaba önemli katkılar sunmuştu. Kasım 2023’te ise Habermas, önemli katkılar sunduğu Avrupa değerlerini göz ardı ederek İsrail devletinin Filistin’de gerçekleştirdiği katliamları meşrulaştıran ve buna karşı gösterilerde bulunan protestocuları marjinalleştiren bir açıklamaya imza atmıştır. Avrupa’yı onarmak için yola çıkan Habermas da Avrupa’nın değerler sınırını evrenselden bölgesele hapsetmeyi tercih etmiştir. Habermas, AB’nin kurulmasını ve Batının değerlerini, korunması gereken en üst değer olarak görmekte, bu değerlere zarar verebileceğini düşündüğü tüm fenomenlere ise radikal bir şekilde karşı durmaktadır. Filistin konusundaki İsrail devlet tezlerine yakın durmasının sebebini de buradan okumak anlamlıdır. Ancak insan temeli üzerine kurulmuş haklar sistemi; zamana, bölgeye, ırka, kültüre göre sübjektif olarak bölünemez olduğu için değerlidir. Sistemi “korumak” adına sistemin ana iddiası olan evrenselliğin altının oyulması sistemi korumadan ziyade yıkıma yaklaştırabilir. Kendi ürettiği insan haklarını temele alan evrensel değerlerin bölgesel ve kültürel kriterlere göre ayrıştırıldığı bir Avrupa daha önce tarihte birçok kez yaşadığı dini ve milliyetçi çatışmalardan kendisini ne kadar süre uzak tutabilecektir? Zaman gösterecek.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası