Hatırlayalım, 6 Şubat 2023 sabahında büyük bir acı ve yıkımla uyandık. Asrın felaketi olarak tabir edilen Kahramanmaraş merkezli depremlerde 53 bin vatandaşımızı kaybettik on binlerce vatandaşımız ise yaralandı. 11 il, 124 ilçe ve 7 bine yakın mahalle ve köyde 600 bini aşkın ev ve iş yeri yıkıldı. Deprenin ilk gününden itibaren devlet-millet ele ele vererek dayanışmayı büyüterek, acıları paylaştı, yaraları hep birlikte sarmaya çalıştı. Bugünlerde depremin ikinci yıl dönümünü karşılıyoruz. Hayatını kaybeden vatandaşlarımızı rahmetle anıyoruz.
“Küçük acılar konuşabilir, büyük kederler ise dilsizdir” diyor, Seneca… Büyük acılar ne yazık ki büyük suskunlukları da beraberinde getiriyor. Ancak mesele, dile gelmeyen o büyük kederleri işitebilmek, söylenmeyenleri duyabilmektir… İşte depremin ikinci yılında biz de bunu yapıyoruz. Bugün vakit, susma vakti değil tam aksine öğrendiklerimizi hep birlikte gözden geçirme; ertelediklerimizi, ihmal ettiklerimizi, önemsiz saydıklarımızı ve bir kenara ittiklerimizi önceleme vaktidir. Betonla yükselen şehirler yerine sevgi ve şefkatle genişleyen, güvenli ve yaşanabilir bir çevreyle bütünleşen dirençli şehirler inşa etme vaktidir... Çünkü insan yaşadıklarından ders çıkararak ayakta kalmayı başarabilir. Ünlü düşünür ve siyasetçi Benjamin Franklin, “Hayatın en büyük trajedisi çok çabuk yaşlanmamız ama çok geç akıllanmamızdır.” der. Geç akıllanmanın maliyeti ise ne yazık ki çoklu krizlerle boğuştuğumuz bu yüzyılda, ülkeleri her geçen gün daha da ağır bedeller ödemeye sevk etmektedir.
Deprem Gerçeğini Görmek
Deprem bugün istesek de istemesek de Türkiye’nin bir gerçeği… Türkiye bir deprem bölgesi ve hemen her beş yılda bir yıkıcı bir deprem meydana geliyor. Her depremden sonra da afetlerle mücadele, deprem, kentsel dönüşüm, dirençli şehirler vs. gibi kavramlar ön plana çıkıyor. Ve her depremden sonra uzunca bir süre, gündemimizde deprem yer alacak, diyoruz. Ancak ne hikmetse deprem olgusu, deprem sonrası bir türlü ülke gündeminin en üst sırasında yer almıyor. Her işe heyecanla başlayan bizler sonunda olayı “sanki yıllarca deprem bir daha ülkemizde hiç meydana gelmeyecek gibi”ye getirmeyi bir şekilde başarıyoruz.
Osmanlı Devleti dönemindeki depremleri bir kenara bırakırsak; 1939 Erzincan (32 bin 962 ölü), 1942 Tokat Erbaba (3 bin ölü), 1943 Samsun Lâdik (4 bin ölü), 1944 Bolu Gerede (3 bin 959), 1966 Varto (2 bin 394 ölü), 1970 Kütahya Gediz (bin 86 ölü), 1976 Muradiye (3 bin 840 ölü), 1999 Gölcük (17 bin 480 ölü) ve Düzce (845 ölü), 2011 Van (644 ölü), 2020 Elazığ (41 ölü), İzmir Depremini (119 ölü) ve 2023 Kahramanmaraş Depremlerini (53 bin 735 ölü) yaşamadık mı? Bu depremleri unutmadık mı? Neden uzunca yıllar deprem gerçeği bu ülkenin bir parçası değilmiş gibi davrandık? Niye yeterli önlemleri almadık, alamadık? Bunları neden mi yazıyoruz. Birincisi unutmamak için… İkincisi ise afet sonrasında depremin sonuçlarıyla mücadele etmek son derece güç, hatta imkansıza yakın. Afet hele de 6 Şubat’ta olduğu gibi 11 ilde 350 bin kilometrekare alanda 14 milyon kişiyi etkileyen geniş bir coğrafyaya yayılmışsa, bu büyük yıkımla mücadele etmek neredeyse imkansız. Bu yüzden deprem gibi doğal kaynaklı afetlerin meydana getirdiği can ve mal kayıpları ile ekonomik zararları en aza indirgemek için afet öncesinde alınacak risk azaltma önlem ve uygulamalarına önem vermek zorundayız. Türkiye zayıf yönlerine odaklanarak depremle mücadele etmeyi ve deprem gibi tehlikelerin bertaraf edilemeyeceği gerçeğinden hareketle şehirleri, deprem riski ile yaşatmayı öğrenmelidir. Yapı stokunun yenilenmesi için kentsel dönüşüm sürecine önem vermeli, binaları ve şehirleri depreme dirençli olacak şekilde yapmalıdır.

Toplumsal ve Yönetimsel Hafızamızı Canlı Tutmalıyız
Yine hatırlayalım… Her deprem sonrası Google’da deprem ve binaların depreme dayanıklılığı ile ilgili aramalar zirve yapmıyor mu? Karot firmalarının, müteahhitlerin ve belediyelerin telefonları kilitlenmiyor mu? Yapı denetim firmaları ve bakanlıklar, telefonlara cevap vermekte zorlanmıyor mu? Ya sonrası? Sonra ne mi oluyor? Konu gündemden düşünce bizim de aklımızdan çıkıveriyor. Hem de her geçen gün yeni bir yıkıcı depremle uyanma ihtimalimizin olmasına rağmen... Ülkemiz topraklarının yüzde 93’ü, nüfusunun ise yüzde 98’i deprem bölgeleri içerisinde yer alıyor ve Türkiye coğrafyası her yıl deprem üretiyor...
İbn Haldun’un her savaş ya da afet sonrası sıkça kullanılan bir sözü var; “Coğrafya kaderdir” diye, evet coğrafya bir kaderdir. Ancak bunun kaderin önüne geçip keder olmaması ve aynı coğrafyada yaşamak zorunda kalanların bu kaderle mücadele edebilmesi için birtakım baş etme yöntemleri de geliştirmesi gerekiyor. Bu yöntemlerden biri de unutmaktır. İnsanlar, acıları unutmaya meyillidir. Yeniden günlük hayata tutunabilmek ve iyileşebilmek için unuturlar. Ancak unutmak her olay için geçerli bir yaklaşım değildir, olmamalıdır da… Afet sonrası unutarak iyileşmeye çalışmak, uzun vadede afetlerle ilgili sorunların çözümüne katkı sağlamak yerine yeni afetlere karşı hazırlıksız yakalanmamıza da yol açabilir. Afetlerin oluşturduğu yıkımın azaltılması içinse mutlaka toplumsal ve yönetimsel hafızamızı canlı tutmalıyız. Hatırlamak için harcadığımızdan çok daha fazla çabayı unutmamak için harcamalıyız. Çünkü unutarak ya da hasarlı ve çürük binalarda oturarak değil birbirimize sarılarak, bilinçlenerek ve ders alarak yaralarımızı sarabiliriz.
Dirençli Kentler İnşa Etmeliyiz
İnsanların gerçekleri reddetme, inkâr etme veya görmezden gelme gibi birtakım eğilimleri vardır. Ancak afetleri yönetmek için geç kalmadan, bilimsel temelli ve etkin yönetsel modeller inşa etmek zorundayız. Artık sorunları daha fazla erteleme lüksümüz yok. Son yirmi yılda şehirlerdeki hızlı nüfus artışı ve gelişim, depremlerin yıkıcı etkisini ve insanların deprem gibi afetlerden etkilenebilirliğini artırdı. Vatandaşlar ise buna bir reaksiyon göstererek her afet ya da depremden sonra bir farkındalık oluşturdu. Süreç içerisinde deprem master planları hazırlandı, konut stokunun yenilenmesi, mikro bölgeleme, zemin etüdü, kentsel dönüşüm, deprem ekonomisi, bilinçlenme ve hatta deprem psikolojisi bile gündeme geldi. Ama sonradan ne olduysa tüm bu çalışmalar rafa kaldırıldı. İnsanlar yaşadıkları travmaları unutmak için deprem olgusunu kafalarından sildi gitti. Ancak Kahramanmaraş depremlerinden sonra ise yeni bir paradigma değişikliğine gidildi. Kahramanmaraş depremlerinde 671 bin 826 konut yıkıldı. Depremin Türk ekonomisinde yol açtığı tahribat 104 milyar dolardan fazla oldu. Ancak hükümet, depremin yol açtığı yıkımın büyüklüğü karşısında yılgınlığa kapılmadan asrın inşası sürecini başlattı.
24 Ocak 2025 itibarıyla 201 bin 421 konut ve iş yerini hak sahiplerine teslim etti. Son iki yılda deprem bölgesinde merkezi hükümet tarafından yaklaşık 2 trilyon TL tutarında deprem harcaması yapıldı. 2025 bütçesinden ise afet risklerinin azaltılması, depremlerin yol açtığı hasarların giderilmesi ve depreme dayanıklı şehirlerin inşası için 584 milyar TL kaynak ayırıldı. 2025 sonunda deprem bölgesindeki vatandaşlarımıza 416 bin 960’ı konut, 36 bin 23’ü ticari ünite olmak üzere toplam 452 bin 983 konut ve iş yerinin teslimatının yapılması hedefleniyor.
Peki, eskiden ne oluyordu? Afetle mücadelede neler yapılıyordu? Eskiden vatandaşlar binasını “depreme güvenli” hale getirecek ekonomik güce sahip değildi ve bu konuda bir yol göstericileri de yoktu. Şimdi ise devlet, vatandaşların binalarını ve iş yerlerini kendi yapıyor. Kentsel dönüşüm başkanlığı kuruldu. Evini dönüştürmek, yenilemek isteyenlere hibe ve düşük faizli kredi desteğinde bulunuluyor. Bunun yanında şehirlerde mikro bölgeleme çalışmaları, altyapının güçlendirilmesi, yapı stokunun yenilenmesi ve güçlendirilmesi, jeolojik etütlerle uygun zeminlerin tespiti, risk analizlerinin gerçekleştirilmesi ve şehir gelişiminde dirençliliğe uygun senaryoların çizilmesi gibi birçok uygulama hayata geçiriliyor. Bunların daha da yaygınlaştırılması gerekli… Artık boşa geçirilecek tek bir saniyemiz bile yok... Diğer taraftan başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, ilgili bakanlar, bakan yardımcıları ve diğer ilgililer deprem bölgesindeki vatandaşları biran olsun yalnız bırakmıyor, deprem bölgesini unutturmuyorlar. 11 ilde 174 ayrı alandaki 1900 şantiyede 182 bin mimar, mühendis ve işçi ile inşa ve ihya çalışmaları sürüyor. Yani depremin ciddiyetini algılamak ve önlem almak konusunda 80’li ve 90’larla bugün arasında çok ciddi farklar var. Bunlar yeterli mi elbette değil. Bir şehri depreme karşı hazır hale getirmek için sadece yapı stokunu iyileştirmek yetmez. Depremden önce, binalarımızı daha güvenli hale getirmek için daha çok çalışmak, Mimar Sinan’ın dediği gibi “Ya herkesin yaptığını en iyi yap ya da hiç kimsenin yapmadığını yap.” düsturuyla hareket etmek ve ilkokuldan itibaren çocuklarımıza deprem olgusunu öğretmek zorundayız… Nitekim en küçük bir depremde bile panikle camlarından, balkonlarından atlayanlar var. Depremin ilk dakikalarından itibaren ne yapacağımızı ve hayatımızı nasıl idame ettireceğimizi bilmeden, depremlere tam olarak hazır olamayız.
Son olarak 6 Şubat Kahramanmaraş depremlerinin anma yıldönümünde, böyle acıların ülkemizde ve dünyada bir daha yaşanmamasını temenni ediyor, Faruk Nafiz Çamlıbel’in kaleme aldığı “Zelzele” şiirinin “Daha dün gerçek olan bu cennet şimdi düştür/Yeryüzünden bir gece yer altına göçmüştür!” dizeleriyle 6 Şubat depremlerinde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza bir kez daha Allah’tan rahmet, ailelerine sabır ve milletimize başsağlığı diliyorum.