Elbette hadisenin esasını değiştirmez ve masum kılmaz ama Türkiye’den bakan biri Cumhurbaşkanı Macron’u İslam ve Müslüman karşıtı olmakla suçlarken, CHP’li eski bakan Fikri Sağlar’ı işitince Macron’a haksızlık ettiğini, Sağlar’ın konuşmasına “Nereden çıktı bu münasebetsiz” muamelesi yapan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu duyduğunda ise Fikri Sağlar’a da haksızlık ettiğini düşünebilir.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron, “Ayrılıkçı İslamcılıkla Mücadele” konulu konuşması ve bununla mücadele adına hükümetinin hazırladığı yasa projesi nedeniyle içerde ve dışarda Müslümanların, ABD’nin, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komiserliği’nin, Uluslararası Af Örgütü’nün çok sert eleştirilerine maruz kaldı. Washington Post, New York Times, Financial Times gibi gazeteler Fransa’nın başörtüsü konusunda obsesif ve İslam karşıtı olmakla suçlandığı pek çok makale ve analize yer verdi. Atlantik’in öteki kıyısında tarih boyunca kritik edilmiş olan Fransız Laikliği, “Tehlikeli din” başlıklarıyla tefe tutuldu bazen de mizah konusu yapıldı. Fransa, “Müslümanların inanç ve ibadet özgürlüğünü tanımamak”, “2 milyara yakın barışçıl üyesiyle bin 400 yıllık bir inancın pratiğini değiştirmeyi hedeflemek”, “Bölücülük yapmak” ve “Irkçılıkla” suçlandı.
Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de Fransa ve Cumhurbaşkanı Macron’un söylem ve icraatları eş zamanlı olarak gündemde önemli bir yer işgal etmişken, Fikri Sağlar’ın başörtüsü konusundaki beyanları, birkaç yıldan bu yana dini özgürlükler alanında kaydedilen mesafeye nispetle önce damdan düşmüş muamelesi gördü. Ancak tartışma açıldıkça iki ülkede de Müslümanlık söz konusu olduğunda birinin diğerinden aldığı militan laiklik anlayışının, birinde azınlık diğerinde çoğunluk açısından yol açtığı hak ve hürriyet gaspının ve buna izah getirme yöntemlerinin temelde hiç de farklı olmadığına ilişkin hafıza canlanıverdi. Yarım yüzyıldan fazla bir zaman boyunca 4 yıl öncesine kadar dünyada haftalık ibadet saatinin resmen tanınmadığı tek ülke, Türkiye’ydi. Diğer bütün ülkelerde haftalık tatil, Hristiyanlarda pazar, Yahudilerde cumartesi, Müslümanlarda cuma olmak üzere haftalık ibadet gününe nispetle tanzim edildiği için bu konuda ayrıca bir düzenlemeye ihtiyaç yoktu. 90’larda Cuma namazı ve irtica başlıklarının yan yana yer aldığı gazete manşetlerinden yola çıkarak “Ülkenizde neler oluyor” diyen bir Fransız Avrupa Birliği yetkilisine durumu izah ettiğimde, çok büyük bir şaşkınlık yaşamıştı.
Yüzyıllar Öncesi ve Sonrası
Daha 20 yıl önce üniversitelerin kazan dairelerinde gizli saklı namaz kılmaya çalışan öğrencileri, terör eylemi hazırlığına girişen bir grubu anlatır gibi korkutucu ses efektleri eşliğinde “işte” diyerek duyuran televizyon haberlerinin sıradanlaştığı bir ülkeydi, Türkiye. Genel olarak halkın dini inanç ve ibadetlerinin temel hak ve özgürlükler dahilinde ele alınmasına ilişkin ne talep varsa, hakim ve nüfuz sahibi sınıfın beyanlarıyla birlikte “Türkiye’yi gerdiler” manşetleri eşliğinde duyurulurken, “başörtüsü” en tahammül edilemeyen dini vecibe olarak yerini aldı. Türkiye bu konuda 7-8 yıl öncesine kadar Fransa’dan dahi geride bir yerdeydi. Nitekim Fransa’da 2004’te devlet okullarında başörtüsünün yasaklanması sırasında referans gösterilen ülke Türkiye’ydi. Mademki yüzde 99’u Müslüman bir ülkede başörtüsü üniversitede bile yasaktı o zaman Fransa’da buna kim karşı çıkabilirdi! Yasada başörtüsünün yanına Hristiyanlığa ve Yahudiliğe ait dini simgeler “büyük haç ve kippa” yerleştirildiyse de sadece Müslümanları hedef aldığı sır değildi, zira Katolik ve Yahudi aileler çocuklarını zaten özel okulda okutuyordu.
Başörtüsü yasağı Türkiye’de “siyasal İslam’ın simgesi” olduğu gerekçesiyle üniversitelerde dahi uygulanırken, Fransa’da ise “İslam dininin simgesi” olduğu gerekçesiyle orta dereceli okullarda yasaklanmıştı. Ve yine Türkiye’den farklı olarak özel okullar bu yasağın dışında olduğu için, Müslüman ailelerin bir kısmı çocuklarını bundan böyle Katolik okullarına gönderdiler. Türkiye’de ise yasak, Fransa’dan farklı olarak üniversitelerde, özel-devlet ayrımı yapılması bir yana ilahiyat fakültelerinde dahi geçerliydi. Oğlunu PKK’yla mücadele için şehit vermiş başı örtülü annelerin çocukları için yapılan askeri cenaze törenlerine dahi alınmadığı o uzun yılların ardından, Fikri Sağlar’ın bir televizyon programında “Türban irticai faaliyetlerin, şeriat isteyenlerin üniformasıdır, başörtüsü yüzyıllar boyunca Anadolu’da geleneksel bir giysidir. Arada büyük fark var. Türbanlı bir hakimin karşısına çıktığımda adaleti yerine getireceğinden kuşkum var” çıkışı, toplumun sinir uçlarına anında çarpan bir beyan oldu. Aslında kamuoyunda siyaset ve medya içinde görünen birkaç kadın hariç başörtüsü mağduru kızlar ve kadınlardan oluşan sessiz kitleler, bu tartışmayı her zamanki gibi yine sessizlik içinde izledi. Zira geçen zaman içinde artık söylenecek hiçbir şey olmayan o kadar çok an yaşanmıştı ki geriye kapkaranlık ve unutulmak istenen tuhaf bir boşluk kalmıştı.
Sağlar ertesi gün siyasi muhataplarından gelen tepkilere cevaben sosyal medya hesabından bir açıklama daha yaptı: “Türban da tıpkı içki karşıtlığı, faiz karşıtlığı, yılbaşı kutlaması karşıtlığı gibi siyasal İslam ideolojisinin alametifarikalarından biridir”. Ki Türkiye’de yerine göre içki içmemek, faiz yememek, yılbaşı kutlamamak gerçekten de yıllarca siyasal İslam ideolojisinin alameti diye etiketlendiği için memuriyette fişlenme, özel sektörde parmakla gösterilme bazen de iş kaybı sebebi olmuştu. Okul kantinlerinde helal gıda ve bazı belediye havuzları için kadın-erkek ayrı saatler taleplerini siyasal İslam diye sıralayan Fransa Cumhurbaşkanına karşılık eski CHP’li bakan listeyi ondan daha da geniş tutmuştu. Ülkeyi yıllarca kuşatan bu geleneğin temsilcisi olarak sosyal medyadan konuşmasını sürdürdü: “Türban 19’uncu yüzyıldan sonra emperyalizmin Ortadoğu’da nüfuz kurma amacıyla desteklediği ideolojik çevrelerce araçsallaştırıldı. Hem de laik Cumhuriyet’in kurucu değerlerini aşındırmayı ve İslam’ı siyasete alet ederek gerici ve otoriter bir yönetim kurmayı hedefleyen kesimlerin ‘sözde özgürlük sembolü’ haline gelen türban, ne Kur-an’ı Kerim’de ne de İslami gelenekte yeri olmayan bir ideolojik simgedir”.
Sondan başlayarak söylersek fakih gibi konuşma ve hüküm verme refleksi sadece Fikri Sağlar’a ait değil elbette. Mesela Fransa’da da plajlarda polis eşliğinde haşemalı kadınlar avlandığında, dönemin başbakanı Manuel Vals da “Haşema Kur-an’ı Kerim’de yok, demek ki siyasal İslam’ın simgesi” demişti. Türkiye’deki gazete arşivlerine şöyle bir göz atanlar da hem Fikri Sağlar’ın hem Manuel Vals’ın metodolojisiyle yapılmış hüküm ve beyanların sayısız örneğini bulabilir. Fakat kabul etmek ve yine haksızlık etmemek gerekir, Macron’un ve Fikri Sağlar’ın emperyalizmin metotlarının gerçeği konusundaki söylemi tamamen farklı. Birincisi sömürgeci devlet olarak ne yaptığını biliyor ve hatırlıyor; ikincisi onun sömürge tarihini ters-düz ederek söylemine alet ediyor ya da belki gerçekten bilmiyor. Macron, Mureaux’da “İslamcı Ayrılıkçılığın” faillerini anlatırken sömürge geçmişin konuşulmasını da bir ideolojik faaliyet olarak tanımlayıp siyasal İslam’ın heybesine koydu. Konuşulmasından tabiatıyla rahatsızdı, “Gençler bu sebeple Cumhuriyete kinleniyor” dedi. Zira Fransa 128 yıl boyunca kolonisi olan Cezayir’de Müslümanlara yarım vatandaş statüsü vermiş, sistematik işkenceler uygulamış, toplu katliamlar yapmıştı. İktidarını yerleştirmek, toplumu yarmak için ilk hedef olarak da kadını seçmişti.
Medenileştirme Kamuflajı
Frantz Fanon’un yazdığı gibi “kapı dışarı edilmekten korkan hizmetçiler, yuvalarından sökülüp alınan fakir kadınlar ve fahişeler” kurban edilmiş, halk meydanında düzenlenen törenler eşliğinde “Yaşasın Fransız Cezayir’i” çığlıkları altında çarşafları çıkartılıp atılmıştı. “Atılan her çarşaf bugüne kadar yasaklanmış ufukları işgalcilere açar ve çıplaklaştırılan kadının tenini parça parça gösterir” der Fanon ve ekler: “Çarşafını çıkaran her yeni Cezayirli kadın, işgalciye, savunma mekanizmasının yıkılma, açık düşme ve dağılma yolunda olan bir Cezayir toplumunu haber verir”.
Üstelik Fransızlar bu gayretlerini Cezayir bağımsızlık savaşı boyunca “Cezayir’i tesettürden kurtarmak” veya “Cezayir’i medenileştirmek” sloganlarıyla sürdürmüşse de General De Gaulle’un dediği gibi sonuç olarak bugün de izlendiği üzere hiçbir zaman Fransız olamamışlardı: “Biz, her şeyden önce beyaz ırktan, Grek ve Latin kültüründen ve Hıristiyanlıktan gelen Avrupalı insanlarız. Ya Müslümanlar? Türbanlarıyla, fesleriyle onları görüyorsunuz işte! Onlar elbette Fransız değil!” Yani Fikri Sağlar’ın iddia ettiği gibi başörtüsü ya da onun deyimiyle türban sömürgeci gücün dolaylı olarak icat edip desteklediği değil tam da tersine asırlardır İslam’a ait görülen, ortadan kaldırılması hedeflenmiş bir giysi ve bir semboldü.
Nitekim Türkiye’de bu konuda emperyalistleri suçlayan çıkmadığı gibi, başörtüsü bazen Araplara ait bazen de merhum Erbakan’ın icadı olduğu iddiasıyla ele alınırdı. Ancak tıpkı Sağlar gibi CHP’nin liderleri, kurmayları, milletvekilleri de yasağı savunurken konuşmaya “başörtüsü ve türban farklı” diyerek başlıyorlardı. Mesela CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu seçildikten iki üç yıl sonra bu farkı şöyle izah etmişti. “Ben türban diyorum çünkü başörtüsü ile türban birbirinden farklıdır. Aralarındaki temel fark, başörtüsü geleneksel bir örtüdür, Anadolu kadınının başını örttüğü ancak örterken ‘aman saçımın hiçbir teli görünmesin’ kaygısı taşımadığı bir örtüdür. Başörtüsü başı örtüyor ancak saçları tamamen kapatmıyor. Türban ise saçları tamamen kapatmak için kullanılıyor”. Bu konudaki beyanat ve icraatlarından gözlenen, başörtüsü nineye ve bir de evinde köyünde kaldığı sürece Anadolu kadınına ait bir örtüyse de şehirde üniversiteye gitmek, profesyonel hayatta var olmak isteyen kadının taktığı şey türbandı, yani ideolojikti ve buna müsaade edilemezdi. Nitekim 2008’de üniversitede başörtüsüne serbestlik getiren değişikliğin iptali için anayasa mahkemesine dava açan CHP milletvekillerinden biri de bugün CHP’nin lideri olan Kemal Kılıçdaroğlu’ydu. Yargıtay başsavcısı da dünyada sadece Türkiye’de geçerli olan bu yasağın kaldırılması nedeniyle AK Parti’nin kapatılması, cumhurbaşkanı ve başbakanla beraber 71 kişinin siyaseten yasaklanması için dava açmıştı.
Fransa ve CHP’nin Benzer Yaklaşımı
2 yıl sonra üniversite yasağının kaldırılması tekrar gündeme geldiğinde CHP lideri olarak Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin buna mani olmamasını bazı şartlara bağlamıştı: “Türban, üniversite dışındaki eğitim kurumlarına taşınmayacak, kesinlikle kamu hizmeti verenlere yaygınlaştırılmayacak, sınırları hukuki güvenceye bağlanacak”. 2010’da bu sorunun çözümüne dair adım atmak yerine zamana bırakılmasını savunurken ise Fransız eski sosyalist Cumhurbaşkanı François Hollande gibi “Gün gelecek belki de türbanlı kardeşlerimiz türban takmayacak” demişti. Gerçi Hollande bu özgürlüğün kabul edilmesini sonra zaman tanınmasını isteyerek biraz daha insaflı yaklaşmıştı: “Başörtülü kızlar gün gelip başlarını açabilirler. Eğer onun kendisini geliştirmesine imkan tanınırsa, esaretten kurtulacak, nihayetinde başındaki örtüyü atacak ve ‘Fransız’ olacaklar”.
Laikliğin iki ülkede yorumlanma ve uygulanış biçimine ilişkin ciltler dolusu kitap yazmak mümkün ama özet olarak şunu söylemek lazım; İslamofobinin, Fransa’da yasa projesiyle kurumsallaşma yoluna gittiği bugünlerde başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’den bir eleştiri duyulsaydı, Fransız medyasının ya da hatta Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “Siz kendinize bakın” cevabını vermesi “işten bile değil”di!
Bütün bu geçmişe karşılık partisinin eski bakanının beyanları sorulduğunda CHP lideri şöyle yanıt verdi: “Ben bu görüşleri nasıl paylaşırım arkadaşlar? Çağın neresindeyiz? Kişi başörtüsü takar takmaz, onun tercihidir. Peki benim görevi nedir? Onun tercihine saygı duymak. Hakim hukukun üstünlüğü ve vicdani kanaatine göre karar verirse gerçek anlamda hakimdir, benim başımın üzerinde yeri vardır. Böyle bir ayrımcılığı asla kabul etmiyorum ve doğru bulmuyorum”. CHP liderinin ömründe ilk kez böyle görüşler duyuyormuş gibi cevap vermesi Fikri Sağlar’ın tepkisine yol açtı ki haklıydı eski bakan. Kemal Kılıçdaroğlu “çağın neresindeyiz” diye sorarak eski bakanını telin ederken, hak ve hürriyet gaspının hangi çağda makul görülebileceğini söylememişti! Diğer taraftan çağdışı derken duyan da birkaç asır öncesine dair konuşuluyor sanabilirdi, oysa sadece 6 yıl olmuştu. Bugün bu konuda “Özgürlüğü biz getirdik” diye konuşan Kılıçdaroğlu, bu beyanıyla görünen o ki “Engel olsaydık yapamazdınız” demek istiyor. Gerçi bu da şüpheli. Çünkü yargı ayağıyla birlikte vesayet sistemi yıkılmıştı artık. Ayrıca gelinen noktada Stalinist terör örgütü PKK bile daha önce tabanındaki beyaz tülbentli kadınlara tahammül etmekle yetinirken, halkın bu konudaki tercihine teslim olmuş ve 2015’te HDP’de ilk başörtülü milletvekilinin aday olmasına izin vermişti.
Netice itibariyle CHP liderinin sebebi ne olursa olsun bugünkü pozisyonu elbette olumludur. Ancak Sağlar’a ilişkin bir soruya cevaben söylediği dikkat çekicidir: “Tüzüğe göre genel başkanın sözleri partiyi bağlar”. CHP ya da esasen söz konusu olan bir siyasi parti ise başörtülü siyasetçilere yer vermesi ya da vermemesi, inanıp inanmaması tamamen kendi tercihidir. Ancak hak ve özgürlükler genel başkanların beyan ve görüşlerine göre teminat altına alınamayacağına göre CHP kabarık sicili de göz önüne alındığında laiklik tanımını ve başörtüsü de dahil olmak üzere inanç ve ibadet özgürlüğüne ilişkin hangi hakları tanıdığını parti tüzüğüne de yazmak ve açıklığa kavuşturmak mecburiyetindedir.