Kriter > Dosya > Dosya / 100. Yıl |

Uluslararası Sistemde Türkiye’nin Konumu: Yüz Yılın Hikayesi


2000’lerde gösterdiği ekonomik ve askeri kapasite artışı sonucu Türkiye’nin daha bağımsız bir dış politikaya yönelmesi, ABD ve Avrupalı müttefiklerinde rahatsızlığa yol açarken, 2010’larda Ankara’yı yeniden Batı eksenli politikalara döndürme yolunda bu ülkelerden gelen baskı ve yaptırımlar, krizin daha da büyümesine yol açtı.

Uluslararası Sistemde Türkiye nin Konumu Yüz Yılın Hikayesi

20. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu için pek iyi şartlarda başlamamıştı. Dönemin yayılmacı devletleri “hasta adam” olarak tanımladıkları Osmanlı Devleti’ne, kaynakları ve toprakları paylaşılacak bir ülke olarak bakıyorlardı. 21. yüzyıl da Türkiye için oldukça zor koşullarda başladı. Tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşayan Türkiye, siyasi olarak da 28 Şubat darbesinin neden olduğu istikrarsızlıkla boğuşuyordu. 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanarak tek başına iktidar olan AK Parti yönetimi, Türkiye’ye istikrarı getirdi. Hızlı ekonomik büyüme sonucu, ülkenin artan ekonomik ve askeri kapasitesi, 2010’larda dışarıdan gelen baskı ve müdahale girişimlerine karşı Türkiye’yi daha dirençli kıldı.

1923’te Türkiye, askeri cephedeki bağımsızlık savaşını kazanmıştı ama Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası siyasal sistemde, ekonomik ve askeri açıdan güçlü aktörler arasında yer almadığı için dışarıdan gelecek yeni tehditlere açık durumdaydı. Ayrıca Dünya Savaşının mağlup devletleri arasında yer alarak büyük toprak kayıplarına uğrayan Osmanlı Devleti başta enerji olmak üzere zengin ekonomik kaynaklara sahip çok sayıda bölgesinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti 12,5 milyon nüfusa, 561,4 milyon dolar GSMH’ye, 51 milyon dolar ihracata ve 87 milyon dolar ithalata sahip bir devletti (Tablo 1). Bu göstergelerle dünyadaki payı çok düşük olan yeni Cumhuriyet, dönemin önemli güç merkezleri olan İngiltere ve Fransa’ya, bu devletlerin Ortadoğu’da vesayeti altındaki Irak ve Suriye üzerinden doğrudan komşu durumundaydı. Ayrıca 1922’de Mussolini’nin iktidara gelmesiyle faşist yönetimin başladığı ve Akdeniz’i “Mare Nostrum” (Bizim Deniz) olarak adlandırarak yayılmacı hedeflerini gizlemeyen İtalya ile 12 Ada üzerinden ve dönemin bir başka önemli devleti Sovyetler Birliği ile de Kafkasya üzerinden komşuydu. Bu şartlar altında, dört tarafı tehditlerle çevrili Türkiye’nin bir yandan hızlı bir şekilde ekonomik ve askeri kapasitesini artırıp güçlenmesi ve bir yandan da göreli zayıflığının risklerini ortadan kaldırmak için başarılı bir diplomasiyle denge politikası izlemesi gerekiyordu.

TABLO 1: 1923-1960 DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN NÜFUS VE TEMEL EKONOMİK GÖSTERGELERİ

 

1940’a ait ekonomik verilere bakıldığında, Türkiye’nin gücünü artırma konusunda fazla yol kat edemediği, aradan geçen 17 yılda GSMH’sini yaklaşık üç kat artırmasına karşılık dış ticaret hacminin 1923’teki seviyesine benzer miktarda kaldığı görülmektedir. Bu dönemde Türkiye’nin dış ticaretinde Avrupa ülkelerinin payının yüzde 60’ın üzerinde olması Avrupa’nın Türk dış politikası üzerindeki ağırlığının göstergesiydi. Ekonomik kapasitesinin düşüklüğüne paralel olarak Ankara, İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmaya çalışmış ve bunda başarılı olmuştur. İngiltere ve Fransa ile 1939’da imzaladığı ittifak anlaşmasına rağmen, bu ülkelerin kendisine vermeleri gereken askeri desteği vermediklerini gerekçe gösteren Türkiye, Almanya’ya ve müttefiklerine karşı savaşa girmemiş ve savaş boyunca denge politikasını sürdürmüştür. Ancak savaşın sonucunun belli olduğu 1945’te Türkiye resmi olarak Almanya’ya ve Japonya’ya savaş ilan etmiştir.

 

Asimetrik Bağımlılık

Savaş sonrasında Türkiye’nin ekonomik ve askeri zayıflığı, uluslararası siyasal sistemde yeni ortaya çıkan iki kutuplu sistemde izleyeceği dış politika açısından da temel belirleyici olmuştur. Sovyetler Birliği’nden gelen baskı ve tehditlere karşı kendi gücüyle karşı koyma imkanı olmadığını düşünen Ankara, ABD önderliğindeki Batı bloku ile yakınlaşma kararı almıştır. Bu kararın sonucu olarak demokrasiye geçmek zorunda kalan Türkiye, Batı blokunun temel askeri örgütü olan NATO’ya katılmak için de Kore’ye asker göndermiştir. 1950’ye gelindiğinde, artık nüfusu 20,8 milyona ulaşan Türkiye’nin ihracatı 263, ithalatı ise 286 milyon dolara yükselmişti. Buna göre dünya nüfusunun yüzde 0,84’üne sahip olan Türkiye’nin toplam dünya ihracatındaki payı yüzde 0,47 düzeyinde iken toplam dünya ithalatındaki payı ise yüzde 0,49 idi.

ABD ile artan askeri ve ekonomik iş birliği, Türkiye’nin GSMH’sinin ciddi bir artışla 1960’ta 9,2 milyar dolara ulaşmasını sağlarken aynı zamanda siyasi açıdan Washington’a karşı asimetrik bir bağımlılığın oluşmasına neden olmuştur. Moskova’dan gelen tehditler karşısında Ankara’ya güvenlik şemsiyesi sunan Washington, bu destek karşısında Türkiye’nin iç ve dış politikasına giderek daha fazla müdahil olmuştur. Türkiye’nin ekonomik ve askeri kapasitesini yeterli düzeyde artıramaması, ABD ile olan bu asimetrik bağımlılık ilişkisinin uzun yıllar sürmesine neden olmuştur. 1960’ta Türkiye nüfusunun toplam dünya nüfusuna oranı yüzde 0,92’ye ulaşırken toplam dünya ihracatındaki payı yüzde 0,25’e, ithalattaki payı ise yüzde 0,35’e gerilemiştir.

1960 darbesiyle başlayan darbeler dönemi, Türkiye siyasal yaşamına ciddi darbe vururken, ülke ekonomisi üzerindeki etkileri de yıkıcı olmuştur. 1960-1980 arasında gerçekleşen üç askeri darbe ve çok sayıda darbe girişimi, Türkiye’yi ABD ve diğer Batılı ülkelerin etkisine daha da açık hale getirmiş, siyasal istikrarsızlığın kaçınılmaz sonucu olarak yaşanan ekonomik krizler, 1970’lerin sonunda ülkeyi “70 cent’e muhtaç” duruma getirmiştir. 1980’e gelindiğinde, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 1’ine ev sahipliği yapmakta olmasına rağmen Türkiye’nin dünya ticaretindeki payı yüzde 0,25’in bile altına düşmüştü.

TABLO 2: 1965-2022 DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN NÜFUS VE TEMEL EKONOMİK GÖSTERGELERİ

 

1960-1980 arası dönemde Türkiye, Batı blokunun parçası olmaya devam etmesine rağmen ABD ile ilk büyük krizlerini de bu dönemde yaşamıştır. 1964 ve 1974 tarihlerinde yaşanan iki büyük krizin nedeni de Kıbrıs yüzünden yaşanan gerginliklerdi. 1964’te Türkiye’nin garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıs’ta saldırı altındaki Türklere yardım etmesini Johnson Mektubu ile önleyen Washington yönetimi, 1974’te adada yaşanan darbe sonrasında Ankara’nın gerçekleştirdiği askeri müdahale nedeniyle Türkiye’ye karşı silah ambargosu uyguladı. Savunma sanayii konusunda, Türkiye’nin ABD’ye olan bağımlılığı, Washington’ın silah ambargosu gibi tedbirlerle Ankara’yı baskı altına almasını kolaylaştırıyordu.

Kore Türk Tugayı, 1953

23 Temmuz 1953'te Kore Türk Tugayı'nın Kore'ye uğurlanışı. (BYEGM/AA)

 

Dış Politikayı Çeşitlendirme Gücü

1980’lerde Türk siyasetine damgasını vuran Turgut Özal’ın yapmak istediği de ABD’nin Türk dış ve iç politikasındaki aşırı ağırlığını yeni iş birlikleriyle azaltmaya çalışmaktı. Bu çerçevede Avrupa Birliği ile ilişkileri yeniden canlandıran ve AB üyeliğini Türk dış politikasının en önemli hedeflerinden biri haline getiren Özal, aynı zamanda Ekonomik İşbirliği Örgütü (Economic Cooperation Organization – ECO) çatısı altında İran, Pakistan ve daha sonra Orta Asya ülkeleriyle ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİT) ile de başta Rusya olmak üzere Karadeniz etrafındaki ülkelerle iş birliğini geliştirmeyi amaçladı. Türk dış politikasını çeşitlendirmek suretiyle ABD’yi dengelemeyi hedefleyen bu girişimler arasında en önemlisi kuşkusuz AB ile geliştirilen iş birliğiydi. Zira Özal, Türkiye’nin daha bağımsız dış politika arayışının Washington’da oluşturacağı rahatsızlığı bu şekilde hafifletmeyi düşünüyordu.

Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleriyle Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi, ABD’yi rahatsız edecekti ancak Avrupa Birliği ile yakınlaşmasına Washington’ın itiraz etmesi kolay olmayacaktı. Ancak Türkiye’nin 1987’de yaptığı tam üyelik başvurusuna, Doğu Avrupa devrimleri sonrasında genişleme konusundaki ilgisini bu bölgeye yönelten ve artık Türkiye’nin güvenlik katkısına fazla ihtiyacı olmadığını düşünen AB’nin olumsuz cevap vermesi, Özal’ın Avrupa ile yakınlaşma politikasının sınırlarını gösterdi. Ayrıca Özal döneminde, Türkiye’nin ihracat odaklı kalkınma politikasına geçmesi sonucu ülkenin ekonomik kapasitesinde önemli artışlar kaydedilse de dış ticaret ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında Batılı ülkelere olan bağımlılık, bu dönemde de devam etmiştir.

Batı’nın dünya ekonomisindeki ağırlığı ve Soğuk Savaş’ın ABD’nin üstünlüğüyle sonuçlanması, 1990’larda da Türk dış politikasında en önemli belirleyicilerin ABD ve Avrupa ülkeleri olması sonucunu doğurmuştur. Bu dönemde Türkiye’nin yeniden koalisyon hükümetleri tarafından yönetilmesi, siyasal istikrarsızlığı ve ardından 28 Şubat darbesini beraberinde getirmiştir. ABD ve Avrupa ülkelerindeki geniş kesimlerin de destek verdiği bu darbenin ardından ülkenin ekonomi yönetiminde ortaya çıkan zafiyetler, Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden biri olan 2001 krizinin yaşanmasına neden olmuştur. Bu krizin en önemli sonuçlarından biri ise finansal kaynak bulmakta zorlanan Ankara’nın, Batılı ülkeler ve onların domine ettikleri uluslararası finans kurumlarına bağımlılığının artmasıydı. 2002 sonunda iktidara gelen AK Parti hükümetinin önündeki en büyük görevlerden biri bu ilişkiyi Türkiye’nin çıkarlarına zarar vermeden yönetmekti.

Avrupa Birliği’nin Türkiye ile tam üyelik müzakereleri oylama
Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini gecikmeden başlatmasını tavsiye eden karar tasarısını 262'ye karşı 407 oyla kabul etmişti. (Rahmi Gündüz/AA, 15 Aralık 2004)

 

Çok Yönlü Dengeli Siyaset Planlaması

AK Parti yönetimi, bir yandan Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu finansal kaynaklara ulaşmak için ABD ve Avrupa ülkeleriyle yakın ilişki içinde olmak zorundaydı, diğer yandan ise Washington ve Avrupa başkentlerinin Ankara’nın ihtiyaç duyduğu ekonomik desteği vermeleri karşılığında Türkiye’nin dış ve iç politikasına aşırı müdahalede bulunmalarını önlemesi gerekiyordu. Bu çerçevede ilk büyük gerilim, ABD ile yaşandı. Türkiye’ye verdiği ekonomik destek karşılığında, Ankara’nın uluslararası hukuka aykırı Irak müdahalesini desteklemesini bekleyen Washington yönetiminin 1 Mart tezkeresi sonucu Türkiye üzerinden Irak’a cephe açamayacağını görmesi, Türkiye-ABD ilişkilerinde oldukça uzun sürecek bir krize neden oldu. Irak’ı işgal eden ABD’nin bu ülkede, PKK’nın gelişmesine yönelik adımları ve Kuzey Irak’ta Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu örgüte yönelik operasyonlarını sürdürmesine engel olması, Türkiye’nin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bağımsız dış politika izleyebilmesi için ABD ile ilişkilerini daha dengeli bir karşılıklı bağımlılık ilişkisine oturtması gerektiğini bir kez daha ortaya koydu.

AK Parti iktidarının ilk yıllarında üyelik hedefi doğrultusunda iyi ilerleyen AB ile ilişkilerde ilk ciddi kriz ise Kıbrıs konusunda çıktı. 2005’te Almanya’da iktidara gelen Merkel hükümeti, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu açıkça ifade ederken, Kıbrıs meselesi, üyeliğin engellenmesi konusunda bir manivela olarak kullanıldı. AB’nin Almanya ile birlikte en önemli iki ülkesinden biri olan Fransa’da da 2007’de Türkiye’nin üyeliğine açıkça karşı olan Nicolas Sarkozy’nin cumhurbaşkanı olması, Türkiye-AB ilişkilerinin krize sürüklenmesine yol açtı.

2000’lerde gösterdiği ekonomik ve askeri kapasite artışı sonucu Türkiye’nin daha bağımsız bir dış politikaya yönelmesi, ABD ve Avrupalı müttefiklerinde rahatsızlığa yol açarken, 2010’larda Ankara’yı yeniden Batı eksenli politikalara döndürme yolunda bu ülkelerden gelen baskı ve yaptırımlar, krizin büyümesine yol açtı. Türkiye’ye karşı ABD ve bazı Avrupalı “müttefikleri” tarafından uygulanan resmi veya fiili silah ambargoları, ekonomik yaptırımlar, Ankara’nın denge politikası arayışlarını artırması sonucunu doğurdu. Bu arayışlar çerçevesinde Türkiye’nin Rusya, Ortadoğu ülkeleri ve Asya ülkeleriyle geliştirdiği ilişkiler, Batılı “müttefiklerindeki” rahatsızlığı artırsa da uluslararası siyasal sistemin çok kutuplu yapısı, Ankara’nın denge politikasını kolaylaştırmıştır. ABD ve Avrupa ülkelerinin Rusya ve Çin ile yaşadıkları güç mücadelesinin sertleşmesi, bağımsız dış politika arayışı çerçevesinde kendilerini rahatsız eden adımlar atmaktan çekinmeyen Türkiye üzerindeki baskıyı artırmalarını engellemiştir. Ayrıca Türkiye’nin ekonomik kapasitesini geliştirmesi ve savunma sanayisindeki yerlilik oranını yüzde 80’lere çıkarmış olması, Batılı ülkelerin Ankara üzerinde eskiden olduğu düzeyde baskı kurmasını engelleyen bir başka faktör olmuştur.

20. yüzyıla Avrupa’nın “hasta adamı” olarak başlayan, Birinci Dünya Savaşı’nda topraklarının önemli kısmını kaybeden, Kurtuluş Savaşı’nda bağımsızlığını kazanmasına rağmen 20. yüzyıl boyunca küresel siyasal sistemin zayıf aktörlerinden biri olarak kalan ve önce Avrupa ülkeleri sonra da ABD ile asimetrik bir karşılıklı bağımlılık ilişkisine sahip olan Türkiye, son dönemde ekonomik, askeri ve diplomatik alanda gerçekleştirdiği hamlelerle uluslararası siyasal sistemde kendisine önemli bir yer edinmiştir. Satın Alma Gücü Paritesine göre GSYH rakamlarında dünyanın 11. büyük ekonomisi olan Türkiye, Libya, Katar ve Somali gibi ülkelerdeki etkinliğiyle klasik bir bölgesel gücün kapasitesinin sınırlarının ötesine geçen etkiye sahip bir ülkedir. Kendi gücünün ve uluslararası siyasal sistemin yapısının sağladığı imkanlarla izlediği denge politikasıyla bağımsız dış politika çizgisini sürdürmektedir. Ancak bağımsız dış politika konusunda elde edinilen kazanımların korunması ve bu kazanımların daha da ileriye götürülmesi Türkiye’nin ekonomik, askeri ve diplomatik kapasitesini bugün olduğundan daha fazla artırmasıyla mümkün olacaktır. Zira küresel güç mücadelesi her geçen gün sertleşiyor ve Türkiye, bütün bu kazanımlarına rağmen özellikle ekonomik alanda ABD, Çin, Japonya ve Almanya gibi ülkelerin oldukça gerisindedir.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası