1949’da 12 ülkenin bir araya gelmesiyle kurulan ve bugün üye sayısı 30’a ulaşan NATO’nun üyelerine ne kadar güvenlik sağladığı meselesi farklı açılardan da olsa hep tartışma konusu oldu. Bu tartışmaların bir boyutu, 5. Madde’de düzenlenen savunma yükümlülüğünün öngördüğü destekten her üye devletin aynı düzeyde yararlanıp yaralanmayacağı konusuna odaklanırken, bir başka boyutu ise güvenlik alanında üyeler arasındaki dayanışmanın seviyesi üzerinde olmuştur. 5. Madde, saldırıya uğraması durumunda bütün üye devletlerin diğer üyelerin desteğinden yararlanacaklarını açıkça düzenlemesine rağmen bazı üyeler bu konuda hep endişeye sahip olmuşlardır. Siyasi tarih, yardım taahhütlerinin yerine getirilmediği örneklerle dolu olduğu için bu endişelerin yersiz olduğunu söylemek mümkün değildir.
Bu yazının konusunu ise daha çok, NATO içerisindeki güvenlik alanındaki dayanışmanın boyutları üzerine yürütülen tartışma oluşturmaktadır. Bu çerçevede, NATO’nun sadece dışarıdan gelen saldırılara karşı üye devletlerin topraklarını korumakla mı görevli olacağı yoksa örneğin terörle mücadele konusunda da üye devletlere birtakım yükümlülükler getirmesinin gerekli olup olmadığı tartışma konusudur. NATO’nun klasik savunma yükümlülüğü sınırlarında kalmasını savunanlar örgütün kurucu anlaşmasına atıf yaparken, Soğuk Savaş sonrasında dünyanın başta terörizm olmak üzere yeni tehditlerle karşı karşıya kaldığını ve NATO’nun bu tehditlere karşı ortak hareket etmesi gerektiğini savunanlar ise savunma yükümlülüğünün sınırlarının geniş anlaşılması gerektiğini ifade etmişlerdir.
NATO’nun Görev Boyutu Tartışması
İkinci Dünya Savaşı sonrası ortamda Soğuk Savaş şekillenirken kurulan NATO’nun uluslararası hukuk açısından meşruiyetini BM Anlaşması’nın 51. Maddesi oluşturmaktadır. BM Sistemi olarak da isimlendirilen savaş sonrası uluslararası siyasal sistemde kuvvet kullanmak genel olarak yasaklanırken meşru müdafaa bunun istisnası olarak kabul edilmişti. 51. Maddede bu meşru müdafaaya vurgu yapılmış ve saldırıya uğrayan BM üyesinin söz konusu müdafaayı bireysel ya da ortak yapabileceği ifade edilmiştir. NATO da burada ifade edilen “ortak” müdafaa için hazırlıklı olmak amacıyla Avrupa ve Amerika kıtasından bazı ülkelerin oluşturduğu bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Soğuk Savaş boyunca “kitlesel misilleme” ve “esnek karşılık” gibi stratejilerle nükleer caydırıcılık üzerine bir güvenlik yaklaşımını öne çıkaran NATO, Soğuk Savaş’ın ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte yeni tehditlere odaklanmıştır. Biraz da NATO’nun varlığının devam etmesinin meşruiyet kaynağı olarak sunulan bu tehditler arasında uluslararası terörizm de giderek artan bir şekilde örgütün gündemine gelmiştir. “Out of Area” misyonlarının yürütüldüğü 1990’larda NATO’nun klasik savunma konseptine sadık kalması ve sadece üyelerinin topraklarına bir saldırı olduğunda meşru müdafaa kapsamında harekete geçmesini savunanlarla, meşru müdafaa kapsamını genişletip yeni tehditler karşısında örgütün hazırlıklı olması için ön alıcı tedbirlere başvurması gerektiğini savunanlar arasında tartışma yoğunlaştı. Uluslararası hukukta kendisine giderek daha fazla alan bulmaya başlayan “insani müdahale” kavramı çerçevesinde de NATO’ya rol biçmeye çalışanlar oldu ki Eski Yugoslavya topraklarında 1995 ve 1999’da Sırbistan’a karşı gerçekleştirilen müdahaleler bu kapsamda yapıldı. Ancak her ne kadar uluslararası terörizm, NATO zirvelerinde Soğuk Savaş sonrasının yeni tehditlerinden biri olarak gündeme gelse de örgütün bu tehdit karşısında kolektif bir savunma anlayışı geliştirmesi konusunda 1990’larda kayda değer adım atılmadı.
Ortaklaşmayan Kavramlar
Terörle mücadele çerçevesinde NATO’nun somut girişimlerde bulunması ve bu konunun örgütün gündemine esaslı şekilde gelmesi, 2000’lerin başında en büyük NATO müttefiki ABD’nin 11 Eylül diye bilinen saldırıya maruz kalması sonucu gerçekleşti. Bu çerçevede NATO üyeleri ittifak anlaşmasının beşinci maddesini işler hale getirdiler ve Amerikan hava sahasının korunması için oluşturulan “Operation Eagle Assist” kapsamında Mayıs 2002’ye kadar AWACS birlikleri ile ABD hava sahasının korunmasına destek verdiler. Saldırılar sonrasında Afganistan’da yürütülen operasyon da ABD ve yakın müttefiklerine göre NATO çatısı altında yürütülen bir tür anti-terör operasyonuydu. Söz konusu operasyon ilerleyen dönemde başkent Kabil’de oluşturulan hükümete destek misyonuna dönüşse de ABD ve müttefikleri ISAF’ı esas olarak teröre karşı bir misyon olarak gördüler. 11 Eylül Saldırıları sonrasında Afganistan’da yaşanan gelişmeler, en güçlü üyesi terörist saldırılara maruz kaldığında NATO’nun klasik savunma anlayışının ötesine geçip harekete geçebildiğini ve terör saldırılarının hedefi olan üye ülkeden gerekli dayanışmayı esirgemediğini göstermiştir. Kasım 2002’de Prag’da gerçekleştirilen NATO zirvesinde kabul edilen “Terörizme Karşı Mücadele İçin Askeri Konsept” de Washington istediğinde NATO’nun terörle mücadele konusunda harekete geçebildiğinin bir başka göstergesi olmuştur.
Ocak 2015’te Fransa’da gerçekleşen Charlie Hebdo Saldırısı sonrasında da NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ittifak üyelerini teröre karşı mücadelede daha fazla iş birliğine davet etmiştir. Benzer şekilde söz konusu olan terör örgütü DEAŞ olduğunda NATO üyelerinin teröre karşı mücadele için oldukça geniş ve etkili iş birlikleri kurabildiği görülmüştür. DEAŞ’ın önce 2013’te Suriye’de ardından 2014’te Irak’ta büyük şehirleri ele geçirmesinin ardından ABD öncülüğündeki NATO üyeleri bu terör örgütüne karşı oluşturulan koalisyonun ana çekirdeğini oluşturdular ve DEAŞ’la mücadele kapsamında sayısız operasyon yaptılar.
Bu gelişmeler, NATO’ya yön veren aktörlerin terörle mücadelede iş birliği ve dayanışma meselesini kurallara bağlı olmayan esnek bir alan olarak bırakmayı tercih ettiklerini göstermektedir. Zira NATO kapsamındaki savunma yükümlülüğünü terörle mücadeleyi kapsayacak şekilde genişletmiş olsalardı, istemedikleri durumlarda da terörle mücadele çerçevesinde üye ülkelere destek vermek zorunda kalacaklardı. Ancak terör ve terörle mücadele kavramları herkesin üzerinde uzlaştığı kavramlar değildir. Türkiye’nin başta ABD olmak üzere, NATO çatısı altındaki “müttefikleriyle” terörle mücadele çerçevesinde yaşadığı problemler de bundan kaynaklanmaktadır. ABD ve diğer bazı NATO üyeleri, müttefikleri Türkiye’ye teröre karşı mücadelesinde yardım etmek yerine, Türkiye’nin güvenliğini hedef alan bazı terör örgütlerine açık ve/ya üstü örtülü destek vermektedirler. Ankara, özellikle PKK/YPG terör örgütüne karşı mücadelede, 11 Eylül Saldırıları sonrasında NATO’nun ABD’ye verdiği desteğin benzerini almak bir yana birçok NATO üyesinin bu terör örgütüne desteğine şahit olmaktadır. Bu durum, terörle mücadele konusunda NATO içerisinde açık bir çifte standart olduğuna işaret etmektedir.
Türkiye, terörle mücadele çerçevesinde beklediği dayanışmayı NATO çatısı altındaki mevcut müttefiklerinden bulamazken şimdi İsveç ve Finlandiya gibi terör örgütleri konusunda sorunlu politikalara sahip iki ülkenin NATO’ya üyeliği meselesi ile karşı karşıya kalmıştır. İttifak içerisinde kararların oy birliğiyle alınması kuralı Ankara’ya hem Stockholm ve Helsinki’nin hem de onların NATO’ya üye olmalarını isteyen İttifak üyelerinin terörle mücadele konusundaki yanlışlarına dikkatleri çekme fırsatı vermiştir ve görünen o ki Cumhurbaşkanı Erdoğan bu fırsatı sonuna kadar kullanmaya niyetlidir.