Japon asıllı Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinde liberal demokrasiyi insanlığın ulaştığı en mükemmel siyasal rejim olarak tanımlamasından hareketle düşünüldüğünde son yıllarda genelde Batı’da özelde de Avusturya siyasasında yaşanan altüst oluşların bir demokrasi krizini işaret ettiği sonucuna varmamız zor olmaz. Yok, bu şekilde düşünmeyip de sağ ve sol popülistler ile aşırı sağcıların da demokratik sınırlar içinde olduklarını kabul edersek, Batı dünyasında olduğu gibi Avusturya’da da bir demokrasi krizinden bahsetmek doğru olmayacaktır. Nitekim içinde bulunduğumuz tarihsel zaman dilimi içerisinde önemli bir güç kazandıkları ortada olan aşırı sağcı oluşumlar kendilerinin demokrasinin içinde hareket ettiklerini özenle vurgulamaya çalışıyorlar. Bu noktada sıklıkla kullandıkları argüman da kendilerinin hakim sınıfa karşı olduklarıdır. Son dönemde yaşanan gelişmeler bize bundan sonra kimin demokratik sınırlar içinde olduğu kimin olmadığı şeklindeki tartışmanın sıklıkla yapılacağını göstermektedir. Bu noktada söylemin gidişatını tayin edecek gücün siyasal alanda üstünlüğü ele geçiren güç olacağını ifade etmek elzemdir.
İç ve Dış Kaynaklı Saldırılar
Bu minvalde genelde Batı’da özelde ise Avusturya’da halihazırda var olduğu kabul edilen demokrasi krizinin doğuşuna etki eden en önemli siyasal saldırının hem iç hem de dış kaynaklı olduğu görmezden gelinmemelidir. İç kaynaklı siyasal etkiyi Batı demokrasilerinde aşırı uçtaki siyasal hareketlerin oluşturduğu söylenebilir. Batı dünyasındaki klasik siyasal anlayışa uygun olarak merkez sağ ve sol partilerin etkinliklerini yitirdikleri ve buna mukabil sağ-sol uçlarda yer alan güçlerin siyaset sahnesinde sahip oldukları alanı genişletmeleri genel hatlarıyla Avusturya’da da gözlemlenebilen bir olgudur. Zira Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) en büyük aktör olarak yer aldığı sağ uç siyasal düşünce halihazırda mevcut ise de bunun karşıtı bir sol uç düşünceyi savunan güçlü bir örgütsel yapılanma henüz ufukta görülmemektedir. Bunun en önde gelen nedeninin bu pozisyon için en güçlü aday olan Avusturya Komünist Partisi’nin (KPÖ) Sovyetler Birliği’nin dağılması travmasını bir türlü üzerinden atamaması olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte bu durumun arızi olduğu ve FPÖ’nün kendisinin vadettiği ve uygulaması beklenen yabancı ve Müslüman düşmanı politikaları geliştirdikçe karşı taraftaki siyasal kompozisyonda bir değişim olabileceği uzak ihtimal değildir.
Bilindiği üzere sisteme dışarıdan yöneltilen en büyük tehdit Avrupa siyasetine müdahil olan Putin Rusya’sının ardından iki yıla yakın bir süredir ABD Başkanı Donald Trump’tan gelmektedir. Bu minvalde Trump’ın eski baş stratejisti Steve Bannon’ın Avrupa’daki aşırı sağcıları bir çatı altında toplamaya çalışarak bir çeşit “sağ enternasyonel” peşinde koştuğunu hatırlamak yerinde olur. Bu noktada uzmanlarca dünyanın geri kalan ülkelerine insan hakları ve demokrasi “ihraç eden” ABD’nin şimdilerde özellikle Avrupa’ya sağ popülizm getirmeye çalıştığının söylendiğini not etmeliyiz. ABD’nin Bannon’ın önderliğinde kurulan “hareket” aracılığıyla Avrupa Birliği (AB) ülkelerindeki ulus devletçi anlayışları güçlendirerek bir yandan kendisine rakip olduğunu düşündüğü AB’de iç kargaşaya yol açmaya çalışmakta diğer yandan ise liberal demokratik düzenin “soft” engellerinden kendini kurtararak uyguladığı pür güç politikasıyla çıkarlarını maksimize etmeyi hedeflemektedir. ABD’nin bu yönde ilerlemesi ve bu durumun kendilerini Avusturya halkı nezdinde hain olarak göstereceğinden korkmuş olmalılar ki FPÖ temsilcileri önümüzdeki 23-26 Mayıs 2019 arasında yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Bannon ile kapsamlı iş birliğine gitmeyecekleri açıklamasında bulundular. Bununla birlikte FPÖ’lü siyasetçilerin pragmatik bir davranışla Bannon’ın sanal ortamda kendi lehlerine çalışmalar yapmasını da memnuniyetle karşıladıklarını ortaya koydular.
Avusturya’da 2015’te yürürlüğe giren İslam Yasası gereğince polis tarafından peçesinin açılması istenen bir kadın, 1 Ekim 2017
Avusturya Müslümanları Açısından Durum
En son söylenecek olanı burada söyleyerek şu cümleyi kuralım: Avusturya Müslümanlarını maalesef pek iyi günler beklemiyor. Bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında yeniden kurulan Avusturya’da hükümetler bir-iki istisna dışında hep Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) ile Avusturya Halk Partisi (ÖVP) ikilisinin oluşturduğu ve “Büyük Koalisyon” olarak adlandırılan bir siyasal uzlaşmaya dayanmaktaydı. Bu durum çok büyük değişiklikler olmadan 90’ların sonlarına kadar geldi. Bu süre zarfında Müslümanlar ve özelde Türkler siyaset, medya ve kamuoyu tarafından baskı altına alınmış değillerdi. Bu dönemlerde daha çok zenciler “Avusturya’nın ötekisi” rolüne mahkum edilmişlerdi.
FPÖ’nün o dönemki lideri Jörg Haider’in 80’lerin ortalarından itibaren parti içindeki liberallerin tasfiyesiyle başlayan yeni yönelim, merkezine zencilerin yanı sıra genel olarak yabancıları oturtmuştu. Bu duruma gerek SPÖ gerekse ÖVP’den mahcup tepkiler gelmiş, bu partiler kısa vadeli seçim başarıları kazanmış ama giderek tepkilerinin yönü aşırı sağcı anlayışa çanak tutmaya gidince söylem üstünlüğünü FPÖ’ye kaptırmaktan kendilerini kurtaramamışlardı. Zamanla Nazi Partisi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (NSDAP) stratejisine uygun olarak FPÖ’nün başta SPÖ olmak üzere merkez partilerinin klasik seçmen tabanının çıkarlarını temsil ettiği iddiasını başarıyla dillendirmesi ve 11 Eylül olaylarının Avusturya’da da etkisini göstermeye başlamasıyla yeni düşman olarak Müslümanların sıradan Avusturyalılar tarafından benimsenmesinin kolaylaşması işlerin hızla kötüleşmesini getirdi. Bu duruma da önceki yıllardaki hatalarından ders çıkarmayan merkezdeki SPÖ ve ÖVP, FPÖ’nün söylemlerinin etkisini kırmak amacıyla Müslümanların üzerine giderek, yabancılara yönelik sosyopolitik kısıtlamaları uygulamaya koyarak cevap vermeyi tercih etti. Söz konusu politikalara en önemli örnek 31 Mart 2015’te yürürlüğe sokulan ve Müslümanları ülkede resmi statüye sahip diğer din mensuplarından daha alt seviyede hukuki haklara mahkum eden İslam Yasası’dır.
İçinde bulunduğumuz durumda Sebastian Kurz (ÖVP) ile Heinz-Christian Strache’nin (FPÖ) bir koalisyon hükümeti kurmuş olmaları dahi Avusturya’da demokrasinin krizi olarak nitelendirilmeyi hak edecek bir olgudur. Kaldı ki Müslümanlar yukarıda zikredilen İslam Yasası’nın haricinde de adım adım haklarından mahrum edilmekteler. Türkiye’nin karanlık günlerini sembolize eden 28 Şubat kuşatmasının hortlatıldığı Avusturya’da Müslümanların başörtüsü ile eğitim ve çalışma imkanlarının ellerinden alınmaya çalışılması sadece 90’ların Türkiye’si ile benzerlik taşımamakta aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı öncesinde başta Yahudiler olmak üzere bütün yabancılara dayatılan zulüm dönemlerini de hatırlatmaktadır.
Türkiye Açısından Durum
Türkiye paradoksal bir şekilde Batı dünyasının içinde bulunduğu keşmekeşten yarar görmektedir. Daha önceleri bir blok halinde hareket ederek Türkiye’ye yön vermeye çalıştığını gördüğümüz Batılı ülkeler şimdilerde bütünlükten uzak bir şekilde tek tek Türkiye ile pazarlık etmek zorunda kalmaktadır. Bunun dışında o eski üstenci, buyurgan ve her şeyin en iyisini kendisi bilir şeklinde zihinlerimize kodlanmış efsanevi Batılı anlayış büyük darbe almış durumdadır. Artık Batı dünyası işaret parmağıyla Türkiye’yi göstererek baskılama imkanını bulamamakta bilakis şimdi Türkiye İslamofobik, yabancı düşmanı, kendi savundukları değerlerle çelişkili tutumlara sahip Batılı ülkeleri işaret parmağıyla gösterir konuma gelmiş vaziyettedir. Türkiye’nin söz konusu tutumu ilk planda zor şartlar altındaki Avusturya Müslümanlarına pek fayda sağlamayacak gibiyse de uzun vadede sığınılabilecek bir limanın varlığının Müslümanlar için en azından psikolojik düzeyde rahatlatıcı etkisi olduğunu vurgulamak gerekir.