Kriter > Söyleşi |

İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Ali Aslan: “FETÖ’cülerin ve Darbeci Kemalistlerin Ortak Noktası Amerikancılık”


Kriter olarak birbirleriyle yakın ilişkisi bulunan siyasal olayları alanında uzman bir isim İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Ali Aslan ile konuştuk.

İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr Ali Aslan FETÖ cülerin
İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Ali Aslan

FETÖ üyeleri tarafından 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen askeri darbe girişiminin üzerinden üç yıl geçti. O gece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde milletimiz destansı bir direniş göstererek darbeyi engelledi. Tarihimize altın harflerle yazılacak bir dönüm noktasına imza attı. Fakat darbecilerle mücadele devam ediyor. Türkiye bir taraftan FETÖ kalıntılarını temizlemeye çalışırken diğer taraftan siyasal yaşamdaki dinamizm ve dönüşüm de devam ediyor. FETÖ üyeleri ve milli irade karşıtı diğer jakoben odakların hem siyaseti yönlendirme hem de doğrudan siyasete sızarak süreci içeriden etkileme çabaları devam ediyor. 23 Haziran’da yapılan İstanbul seçiminde AK Parti ve MHP karşıtı blokun bileşenleri incelendiğinde bu heterojen yapının işaretlerini görmek mümkündür. Dolayısıyla Türk siyasetini hareketli günler bekliyor. Kriter olarak birbirleriyle yakın ilişkisi bulunan bu siyasal olayları alanında uzman bir isim İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Dr. Ali Aslan ile konuştuk.

Söyleşi: Yusuf Özkır Fotoğraf İlhami Yıldırım

15 Temmuz 2016 gecesi milletimizin gösterdiği destansı direniş Türk siyasi tarihi içinde nasıl bir yer edindi?

Son zamanlarda sıkça tekrarlanan bir söylem var; millet sandığa sahip çıktı, milli irade tecelli etti, milli iradenin zaferi. Bu bağlamda tartışmayı doğru buluyorum. Daha çok “Siyasi iktidar, egemen kim?” sorularının etrafında meseleyi anlamanın doğru olduğunu düşünüyorum. Buna uluslararası ilişkiler perspektifinden, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi etrafından, sosyolojik gelişmeler açısından da bakabilirsiniz. Hepsinin bağlandığı yer olan toplumu yani siyaseti merkeze alacak olursak hem içerisinin hem de dışarının geldiği nokta burasıdır. Türkiye’de 1923’te Cumhuriyet ilan edildi ama gerisine, on dokuzuncu yüzyıla gittiğimiz zaman sürekli milli iradeyi hakim hale getirme çabası var. Türkiye’de son iki yüzyıldır geleneksel siyasetin ortadan kalktığı, modern demokratik siyasetin inşa edildiği bir süreci görüyoruz.

1923’te Cumhuriyet ilan edildiği zaman “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” denildi. Ama buna uyuldu mu? Hayır. Çünkü tek parti yönetimi vardı, serbest seçim yoktu; halkın siyasetle ilgilenmesi, vakıflar ve dernekler kurması yasaklandı. Üstüne üstlük milleti millet yapan tüm kodlar, değerler bir şekilde bastırıldı. Devrim kanunlarına aykırı bulunanlar cezalandırıldı. Toplum seküler milliyetçi bir kimlikte yeniden kodlandı. Milli irade olacaksa o zaman milletin değerlerinin yansımasını görmemiz gerekir ama göremedik maalesef. Demokrasinin en önemli mevzularından bir tanesi toplumsal taleplerin siyasetin merkezinde yer almasıdır. Devlet toplumsal taleplere göre siyaset yapan bir şekilde hareket etmiyor tam tersine siyaset, topluma değer ve talep empoze ediyorsa bu doğru değildir. Fakat bu yapıldı Tek Parti devrinde.

BÜROKRATİK OLİGARŞİNİN TAHAKKÜMÜ

Demokrasiye geçişte nasıl bir süreç işledi?

Geleneksel siyaset çöktükten sonra tüm toplumların önünde iki seçenek vardı: totalitarizm, otoriteryanizm veya demokrasi, yani milli irade siyaseti. Başka bir şansınız yok çünkü otoriterlik olduğu zaman “İktidar benim, benim şahsi malım” diyorsunuz. Mesela Suriye’de Esed’i ya da Mısır’da Sisi’yi düşünün, “İktidar, ordu benim malımdır” diyorlar. Oysaki siyasetin genelleşmesi gerekir. 1950’den itibaren bir gedik açıldı. Çok partili hayata geçildi Türkiye’de. Adil seçimler yapılmaya başlandı ama bu sefer de bürokrasi iktidar egemenliğini elinden bırakmak ve milli irade siyasetine alan açmak istemedi. Tam anlamıyla milli irade siyasetinin siyaseti belirlemesine izin vermedi. 1960 ve 1980 darbelerinde birçok askeri bürokratik kurum kuruldu. Milletin egemenliği paylaştırıldı. “Milli irade sandıkta yansıyabilir ama bizim süzgecimizden geçmek zorunda” dayatması getirildi.

Yine 1961 Anayasası ile meclis ikiye bölündü. Atamayla gelenler var; üst kanadı eski generallerden Cumhuriyet Senatosu, bir de alt kanat var. Üst kanadın tüm fonksiyonu ise alt kanat yani seçilenlerin, milli iradenin temsilcisi olan milletvekillerinin yapacaklarını sınırlandırmak. 1982 Anayasası’nda senato ortadan kaldırıldı bu sefer de cumhurbaşkanının yetkileri arttırıldı. Cumhurbaşkanı seçimi meclis tarafından yapılmaya başlandı ama bir şekilde bürokrasinin yanında olan insanlar tarafından milletvekillerine nasıl baskılar yapıldı biliyoruz.

Bununla birlikte Türkiye’de son iki yüz senede siyasetin demokratikleştiği ve milli iradeye dayandığı bir rejime doğru gidiyoruz. Darbeler bunu engellemeyi amaçladı fakat başaramadı. 27 Mayıs 1960 Darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 Darbesi aynı amaçla yapıldı aslında. Darbeden sonra oluşturulan anayasalar da milli iradeyi sınırlandırmaya yöneliktir. 28 Şubat 1997’deki darbe de aynı makus çizginin devamıdır.

1990’larda milletin taleplerini arkasına alan, onları şekillendiren ve bir siyasi özneye dönüştüren hareket bastırıldı. Bu daha çok Refah Partisi’nin sözcülüğünü yaptığı siyasal İslamcılık hareketiydi aslında. Refah Partisi kapatıldı ve başta genel başkan Prof. Dr. Necmettin Erbakan olmak üzere liderlerine siyasi yasaklar getirildi. 3 Kasım 2002 seçimleriyle Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AK Parti dönemi başlıyor. Onun yaşadıkları da ortada. Milli iradenin engellenebilmesi için 2007’deki e-muhtıra verildi, 2008’de kapatma davası açıldı, farklı boyutlarıyla temayüz eden darbe girişimleri gerçekleşti. Sonunda da FETÖ tarafından yapılan kanlı 15 Temmuz 2016 darbe girişimi vuku buldu.

15 Temmuz’daki destansı direnişi nasıl okumak gerekir?

15 Temmuz 2016 bu süreçteki en önemli kırılma noktalarından bir tanesi. Bürokrasinin dolaylı kısıtlamalarına karşı halkın elbette bir kin ve öfkesi vardı, sinirleniyorlardı ve her fırsatta çevre partileri destekliyorlardı. 1950’lerde Demokratik Parti, 1960’larda Adalet Partisi oldu, 1970’teki Ecevit CHP’sini bile bunlara ekleyebilirsiniz. Aynı şekilde 1980’lerde ANAP daha sonrasında Refah Partisi’nin yükselişi ve 2000’lerde AK Parti. Bunlar bir şekilde sürekli bürokrasinin iradesine karşı milli iradeyi savunan şu ya da bu partilerdir. Halk bu partilere destek vermeye devam etti ama hiçbir şekilde sokağa çıkmadı.

Sokağa çıkmama meselesi de çok farklı şekillerde okunabilir. Çok oryantalist bir perspektiften bakarsanız bunlar Doğulu veya ehl-i sünnet insanlar olduklarından otoriteyi anarşiye tercih ediyorlar. Fakat ben bununla alakalı olduğunu düşünmüyorum. Kendini bu topraklara ait hissetme, bu topraklar için sorumluluk taşıma, çatışmayı büyütmeme, evini yakıp yıkmama duygusunun çok daha hakim olduğunu düşünüyorum. Sol, ayaklanma konusunda çok daha hazırdır biliyorsunuz. Solun bu vatanla kurmuş olduğu ilişki ile sağın kurmuş olduğu ilişkinin mahiyeti burada farklılaşıyor. Elbette tüm solcular için bunu söylemiyorum. Bir de Kemal Tahir çizgisi var. O çizgi elbette vatanseverdir. Ya da Atilla İlhan çizgisi. İslamcılar için de istisnalar geçerli. Vatansız İslamcılık, vatansız solculuk diye bir şey var ki bunlar için ayaklanmak, her şeye itiraz etmek çok daha kolaydır. Ama burasını evi olarak gören hareketler çok kolay ayaklanmazlar. Evini yakıp yıkmak istemezler, alttan alırlar. Böyle bir hissiyatın insanların isyan etmemesinde önemli rol oynadığını düşünüyorum.

15 Temmuz direnişinin anlamı evini, yurdunu korumaydı, bu inisiyatifle insanlar sokağa çıktı. Herhangi bir siyasi partiye destek için, AK Parti’ye destek olmak için çıkmadılar. Recep Tayyip Erdoğan’a destek olmak için çıktılar ama Erdoğan’ı da siyasi bir figür olarak algılamıyorlardı. Ailenin reisi gibi yani onları evin korunması için organize eden biri gibi görüyorlardı. Zaten Erdoğan’ın çağrısı da o şekildeydi. Siyasi bir parti temsilcisi olarak konuşmuyordu. Milletin iradesinin tecessüm ettiği bir birey olarak hareket ediyordu. Böyle bir hissiyat vardı. Demokrat Parti’den başlayan gelenek “Yeter Söz Milletin!” diyordu. 15 Temmuz’da da insanlar bürokratik oligarşinin FETÖ’cü üyelerine karşı “Yeter söz bizim” dediler. Şimdiye kadar hep seçimle, seçimlerde kullandıkları oyla söylüyorlardı bunu. İlk defa bir adım ileri boyuta taşıyarak bu sefer de sokağa çıkarak söylediler. Ama çok büyük bir dönüm noktasına imza atmış oldular.

Dr. Ali Aslan: "15 Temmuz direnişinin anlamı evini, yurdunu korumaydı. Bu inisiyatifle insanlar sokağa çıktı. Meydanlara AK Parti’ye destek olmak için çıkmadılar. Recep Tayyip Erdoğan’a destek olmak için çıktılar ama Erdoğan’ı da siyasi bir figür olarak değil vatanı korumaya çalışan ailenin reisi gibi görüyorlardı."

DARBE GİRİŞİMLERİ BAŞARISIZLIĞA MAHKUM

Darbeleri genellikle jakoben Kemalistler yapardı. 15 Temmuz’da farklı bir yapı ortaya çıktı. Fetullahçılar askeri darbe girişimi için harekete geçtiler. Bu değişikliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

FETÖ ile Kemalizm arasında dağlar kadar fark var. Değerler ve organizasyon açısından farklılar ama ortaklaştıkları iki konu var: Bir tanesi Amerikancılıktır. Türkiye’de Kemalistlerin hepsine Amerikancı diyemeyiz. Ama darbe yapanlar ekseriyetle Amerikancı Kemalistlerdir. Bir NATO ülkesindeki darbede ABD’nin müdahalesinin olmadığını düşünmüyorum. Bizzat ABD yaptırıyor da diyebilirsiniz ama elimizde bir kayıt yok. Ortaklaştıkları ikinci konu da otoriter siyasettir. Kemalistler de FETÖ’cüler de milli irade siyasetine karşı otoriter bir siyaset tarzını savunur. Bürokrasi üzerinden iktidarı ele geçirmek isterler.

Kemalistler genellikle büyük sermayeyle iş birliği yaptılar, bürokrasinin yargı, askeriye gibi kilit noktalarını tuttular. FETÖ de aynısını yaptı. Yargı, askeriye ve emniyet teşkilatı gibi önemli noktaları tuttular. Aynı zamanda müthiş bir sermaye gücü de oluşturdular. İki grubun da darbe yapmasını sağlayan iki ortak özellikleri olduğunu düşünüyorum. Mesela Türkiye’de İslamcı bir darbe oldu mu? Ben hiç hatırlamıyorum. İslamcılar neden darbe yapmıyor? Elbette FETÖ’yü İslamcı olarak değil otoriter ve Amerikancı olarak görüyoruz. Türkiye’de muhafazakarlar, İslamcılar, merkez sağ partiler her zaman sandık üzerinden gitmeye çalıştılar. Savundukları bir siyaset var; milli irade siyaseti. Bunun karşısında da başka bir siyaset var; otoriter siyaset. Bu otoriter siyaset FETÖ’cü olabilir, Kemalist olabilir, sol da olabilir, fark etmez. Solun darbe geçmişi var.

15 Temmuz’daki destansı direnişten sonra darbeciler, cuntacılar hangi gruptan olursa olsun bu alışkanlığını terk eder mi? Darbeler Türkiye için tarihe karışmış diyebilir miyiz?

CHP’nin günümüzde milli irade siyaseti üzerinden –23 Haziran’da, daha öncesinde Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanı adayı olması sürecinde gördük– milli irade siyaseti yolu üzerinden iktidara gelmeye ikna olmuş olması dahi Türkiye’de artık darbeyle iktidar olunamayacağını gösteren en önemli noktalardan birisidir. 23 Haziran aslında CHP’nin “Türkiye’de artık darbeyle iktidara gelinemez, demokratik yollarla gelelim” diye karar verip ona göre bir strateji geliştirdiği ve başarıya ulaştığı bir seçim oldu. Darbe girişimleri olur ama hem seküler hem de muhafazakar kesimler ülkede artık tek mercii halktır, milli irade siyaseti tek siyasettir, şehirdeki tek oyundur diye kabul ettikleri andan itibaren bu girişimlerin başarısız olması kaçınılmazdır. 15 Temmuz’da bu oran kaçta kaçtı? Başarılı olur veya olmaz, 15 Temmuz’dan önce yarı yarıya derdik. Fakat 31 Mart’tan sonra ya da 23 Haziran İstanbul seçimini CHP’nin kazanmasından sonra bu oranın düştüğünü söylemek mümkündür. Hatırlayalım öncesinde CHP’li kesimler 28 Şubat’ta, Cumhuriyet mitinglerinde ve Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nde halka ve milli iradeye karşı çok saygısızca ifadeler kullanıyordu. Şimdi yeni bir söyleme geçme çabasındalar.

FETÖ’nün stratejisi ve söylemi siyasal hayatımız üzerinde hala etkili mi?

FETÖ’cülerin siyasette kullandığı dil birbiriyle çelişkili ama hepsi aynı amaca yönelik bir şekilde bir araya getirilmiş tuhaf bir bütünlük oluşturuyor. FETÖ’cülerin siyasette kullandıkları temel siyaset dili çoğulculuktu. Popülerizm ve elitizme karşı bir alternatif olarak çoğulculuktu. Liberal demokrasi, özgürlükler, insan hakları, hukukun üstünlüğü siyasette bunu kullanıyorlardı. Bu dili siyaseti güçlendirmek için kullanabilirsin; insanlar özgür olsunlar, bir araya gelsinler konuşsunlar, uzlaşsınlar ve böylece ülkedeki siyasi düzen daha güçlü olsun. Çünkü herkes katılacak, razı gelecek. Ama FETÖ’nün bu söylemi anlamına uygun olarak kullandığını düşünmüyorum. Aynı çoğulcu söylemi siyasi iradeyi zayıflatmak için de kullanabilirsin. Güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü –yargının üstünlüğü de demek aynı zamanda– ama onların perspektifinden baktığın zaman sermaye, ekonomik sınıf, yargı, hukuk, bürokrasi siyaset kurumuna karşı bir araç. Yaşananlar bunu ispatladı.

FETÖ’cüler çoğulculuğu sermayenin ve yargının gücünü arttırmak için siyasete karşı kullanıyorlar ve 17-25 Aralık da aslında bu durumu ortaya çıkardı. Bu bir tanesiydi. İkincisi bürokrasiyi ele geçirmek. Polis teşkilatı, askeriye ve yargıyı ele geçirmek. Üçüncüsü sivil toplumu, eğitim kurumlarını ve gazeteleri ele geçirmek. Bakıyorsun Samanyolu TV ve Zaman gazetesi var ama onların dışında da hiç FETÖ ile alakası olmayan başka gazete ve televizyon kanallarına sızmış durumdalar. Kurumları yönlendiriyorlar. Mesela Türk Solu dergisinin genel yayın yönetmeni Gökçe Fırat FETÖ’cü çıktı. Dördüncü olarak Türkiye’de siyasi iktidara baskı yapmak için uluslararası medyayı aşırı bir şekilde kullandılar. Bu simbiyotik ilişki biçimini Hakan Fidan olayından sonra ve MİT tırları krizinde net şekilde gördük. Türkiye’yi radikal terör örgütlerine yardım eden, otoriter, tek adam yönetimi olan bir ülke gibi göstermeye çalıştılar. Çünkü Erdoğan karşıtlığında ortaklar ve beraber çalışıyorlar.

HER ÜLKENİN FETÖ’SÜ VAR

Peki nedir FETÖ?

Dünyada iki tür ülke tipi var: bağımsız ve bağımlı ülkeler. Her ülkenin FETÖ’sü vardır. Özellikle İslam dünyası için bu çok daha geçerli. Türkiye bunun en tipik örneği. Bu bağımlılığı devam ettirmeye yönelik uluslararası güçler sürekli bir şekilde bu ülkelerde kendilerinin kontrolünde olan aktörlerin olmasını isterler. Bu aktörler bazen bizzat kendi organik temsilcileri oluyor mesela FETÖ’yü öyle görüyorum. FETÖ, ABD’nin güdümünde ve bu ülkenin “Sana şunu vereceğim, benim için şunu yap” dediği bir örgüt değil Washington’ın bizzat kendi yerleştirdiği bir örgüttür.

ABD aynısını AK Parti’ye de yapıyordu. Ama AK Parti’nin özünü Recep Tayyip Erdoğan temsil ediyor ve Erdoğan hiçbir şekilde böyle biri değil, yerli ve milli bir kişilik. Öte yandan Türkiye tipi ülkelerde siyasetçileri de buna göre ikiye ayırabilirsin. Bizzat bunun düzeltilmesi lazım.

CHP’DE SİYASETİN KEŞFİ

CHP siyasetten beklenti içine girdiyse en büyük gerekçe olarak son seçim ortada duruyor. 31 Mart ve 23 Haziran seçim sonuçları nasıl böyle oldu?

CHP çevrelerinin siyaset üzerinden iktidara yürüme hedefi ve bunu zamana yayarak, öğrenerek geliştirmesi sonucunda bu durum ortaya çıktı. CHP’nin bu ülkedeki en büyük siyasi misyonu bürokrasinin siyasetteki aparatı olmaktı. Gerektiği zaman meclisi çalıştırmamaya çalışmak, meclisi tıkamak ve böylece siyaseti felç ederek bürokrasiye alan açmak veya sokağı organize etmekte CHP mahirdi. 1960 Darbesi’nde nasıl rol oynadığını biliyoruz. Anıtkabir ziyaretleri meşhurdur. Bu 28 Şubat’ta da, 2000’lerin başında da vardı. CHP bunların hepsini organize etmek için demokrasi ve milli iradenin karşısında konumlanıyordu. Eskiden birçok CHP’lide seçimle kazanamazsak nasıl olsa ordu arkamızı toplar hissiyatı, düşüncesi vardı.

Fakat bürokrasiye artık yaslanamayacağını düşündüğünde mecburen diğer yolu denemek zorundasın. Başlarda bahsettiğimiz gibi iktidara gitmenin iki yolu var; ya bürokrasi üzerinden ya da siyasetin içinden geçerek gideceksin. CHP siyasetin içinden gitmeyi peyderpey gündemine almaya başladı. Ekmeleddin İhsanoğlu denemesi önemliydi, sonra Muharrem İnce, en son da İmamoğlu meselesi çıktı. İttifaklar kurma, ittifaklara açık olma bunun bir sonucuydu. Eskiden CHP ile ittifak kuracak yegane parti MHP idi. Şimdi İYİ Parti onun yerine geçti. Ama görüyorsunuz CHP adı konulmasa bile SP ve HDP ile ittifak yapıyor. FETÖ ile de ittifak yapabiliyor. CHP eskiden siyaset yapmasını bilmiyordu, bilmediği için AK Parti, CHP’yi çok kolay bir şekilde alt edebiliyordu. CHP siyaset yapmaya başladı ve ilk meyvesini aldı. Bundan sonra siyaset yapmaya devam mı edecek yoksa “Siyasi iktidarı indirdik” diye eski kodlarına geri mi dönecek hala bu konuda bir test aşamasındayız ve şu an durum netleşmiş değil. Siyaset yapmak çok zahmetli, çok yorucu ve sürekli bir söylem üretmek zorundasın.

Seçmenin CHP’ye verdiği mesaj nedir?

Halk siyaset yapan tüm hareketleri destekliyor aslında. CHP de siyaset yapmaya başlayınca oy atılabilir bir partiye dönüştü. İmamoğlu CHP’nin adayıydı ama adayı gibi gözükmedi. Kullandığı dil de bunda etkili oldu. İnsanlar demokrasiyi ve milli iradeyi benimsemiş durumda; buna uygun hareket eden kendi değerlerini çok fazla merkeze almasa, yansıtmasa bile değerlerini ötekileştirmiyor, aşağılamıyorsa ona destek olabiliyor. CHP sürekli buna inat ettiğinden kaybetti, on yedi yıldır bu yüzden seçim kazanamadı.

CHP siyaset yapmaya başladı ama bunda samimi mi? Bunu henüz bilmiyoruz. Samimiyet testine tutacak da değiliz. Geçmiş üzerinden düşündüğümüzde HDP ve PKK ile ilişkili bir hareket mi? Bunların içerisinde çok aşırı sol gruplar var. DHKP-C gibi millete düşmanlık güden gruplar var. FETÖ’nün etkisi yadsınamaz. İmamoğlu’nun siyaseti herkesi kucaklayan ve “radikal sevgi” bakış açısını merkeze almış kampanya söylemine sahip. Ama gerçekten milli irade ve demokrasiye uygun bir siyaset izler mi? Sahici bir politikacı mı? Yoksa mesih taklidi yapan sahte mesih mi? İnsanlar kurtarıcı arıyor.

Toplum “CHP adayı olsa bile Ekrem İmamoğlu aynı Recep Tayyip Erdoğan gibi milli iradeye, demokrasiye saygılı bir adam mı? Bir deneyelim” dedi. Şimdi milletin gözü İmamoğlu’nun üzerinde, küçük sapmaları bile bir araya gelip bu inandırıcılığını kaybettirebilir. Bir dahaki seçimde hiçbir şey alamaz. Sekülerler de şöyle bakıyorlar: “İmamoğlu sağ, muhafazakar profilde bir adam, yarın bir gün Erdoğan’ın siyasetinin aynısını yürütürse o zaman biz ne demeye bu adama oy verdik?” Çünkü sekülerlerin içerisinde önemli bir kesim millet tarifinde, merkezde rol oynamak istiyor. Milletin ana omurgasını kendilerinin temsil ettiğini düşünüyor ve ona göre iktidarı paylaşamıyor.

Mesela gündeme gelen bir havuz meselesi vardı. “Karma mı olacak, kadın-erkek ayrı mı olacak?” sorusu tartışılıyordu. Sekülerler açısından da sahte mesih mi orada ortaya çıkacak işte. İmamoğlu’na oradan bastıracaklar. “Bizim hayat tarzımızı korumaya yönelik herhangi bir şey yapmıyorsun” diyebilirler. Eğer belediyeye ait sosyal tesislere içki getiremezse seküler gruplar için sahte mesih olacak. Getirirse bu sefer halkın geneli diyecek ki “Muhafazakarım, dindarım diyordu, Kur’an okuyordu ama şimdi sosyal tesislere içki getiriyor.” Muhtemelen içkiyi getirecek; iki tanesinde getirir, üç tanesinde getirmez. Herkesi kucaklıyoruz sözleriyle bunu yumuşatabilir.

Kriter Dergisi Yayın Koordinatörü Doç. Dr. Yusuf Özkır ve İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Ali Aslan 

KARAR SÜREÇLERİ BELİRLEYİCİ OLACAK

İcraat dönemine geçildiğinde İBB’de çalışan dindarlar yaşam tarzı baskısına maruz kalır mı?

Gelecekte ne olacağını kestirmek zor ama İmamoğlu ve çevresi hiçbir şekilde dindarları ve muhafazakarları rahatsız edecek bir şey söylemeyecekler, yapmamaya da çalışacaklar. Ama seküler toplumsal kesimler sokaktan tutun da çalıştıkları kurumlara kadar farklı bir yöntem uygulayabilirler. Zaten bir mahalle baskısı olduğunu biliyoruz. Birçok üst düzey kurumda dindarlara yönelik AK Parti’nin kan kaybedişinden güç alarak daha fütursuzca davranan, yaşam tarzını ötekileştiren bir davranış içerisine girebilirler. Seküler kesim içerisinde belli gruplar “Birbirimizi kucaklamak zorunda değiliz ama ötekileştirmeyelim” diyorlar. Bir yandan da belli kesim dindarları, muhafazakarları gerici, kendisiyle eşit olmayan, bastırılması ve yok edilmesi gereken kişiler olarak görüyor. Ama hep söyleniyordu, toplum aslında birbiriyle iyi geçiniyor; toplumda kutuplaşma yok ama kutuplaşmayı siyasetçiler yapıyor diye. Şimdi göreceğiz, hakikaten kutuplaşma siyasette mi yoksa toplumda mı var. Son günlerde özellikle başörtülü kadınlara yönelik ayrımcı yaklaşımların artması jakoben Kemalistlerin geri döndüğünün de göstergesidir.

Yani Ekrem İmamoğlu’nun özellikle kendi toplumsal kesimlerini kontrol etme konusunda sıkıntı yaşayacağını düşünüyorum. Bunlara karşı mücadele etmek zorunda kalacaklar. Münferit olayları örnek göstererek argümanımı zayıflatmak istemem. Mesela cami önünde şampanya patlatmak. Bu şekilde davranmayacak bir sürü seküler insan da var. Bunu da görmemiz gerekiyor. Toplumun aslında değerler konusunda o kadar da birbiriyle zıt olmadığını da kabul etmemiz lazım, bir geçiş var. İstediğini söyleyebilirsin “Herkese eşit mesafedeyim” gibi ama iş icraata geldiği zaman mutlaka karar almak zorundasın. Karar anında pozisyon almak zorundasın. Bu kaçınılmaz. Önüne içecek koyuyorlar. Rakı da, kola da, ayran da koyuyor. İçmeden önce hepsine eşit mesafedeyim diyebilirsin. Ama içmeye başladığın zaman, bir tanesine elini uzattığın zaman bir karar almış olacaksın. O kararla senin kimliğinin ne olduğu ortaya çıkacak.

Ekrem İmamoğlu herkese eşit mesafede olduğunu söylüyor ama “Benim kimliğim var” demiyor. Ekrem İmamoğlu henüz karar almaya başlamadığı için birçok insan onun kimliğinin olmadığını, karar almaya başladıkça kimliğinin ortaya çıkacağını düşünüyor.

İlk başta Erdoğan için de aynısı geçerliydi. Ama Erdoğan hiçbir zaman “Benim kimliğim yok” demedi. Birçok söyleminde “Dindarım ama sekülerlere de eşit mesafedeyim” dedi. Bazıları zamanla eşit mesafede olmadığını düşündüler ve oy vermediler. Fakat bazıları aksini düşündü ve Erdoğan’ın bugünkü toplumsal desteği ortaya çıktı. Yani seküler hayat tarzına sahip olan insanlar da oy attı Erdoğan’a. Erdoğan inandırıcılığını hala devam ettiriyor.

İstanbul seçimi AK Parti açısından neye işaret ediyor? AK Parti şu an bir krizde mi yoksa yeni bir fırsatla mı karşı karşıya? Bence hem kriz hem de fırsat. Neden fırsat?

Bence hem kriz hem de fırsat. Neden fırsat? Çünkü AK Parti bu ülkede Demokrat Parti’den itibaren “Yeter Söz Milletindir” diyerek kendisini o geleneğin içerisine yerleştiren bir parti. Siyasette milli iradeyi hakim hale getirmeye çalıştı ve onu gerçekleştirmiş oldu. Milli iradeyi hakim hale getirmek sadece savunmanla değil karşındaki rakiplerinin de aynı normları kabul etmesiyle olur. Geldiğimiz noktada CHP’nin –tam emin olmamakla beraber– o klasik, elitist siyaseti bir kenara bırakıp milli irade siyaseti yapmaya başladığını görüyoruz. Bu anlamda AK Parti siyaseti aslında CHP’yi dönüştürmüş oldu. Milli irade siyasetinde CHP’yi o noktaya getirdi. Bunun yeni sistemle alakası yok. Biz başkanlık sistemine geçmeseydik de kuvvetle muhtemel aynı şekilde olacaktı. 15 Temmuz’un püskürtülmesinin de bunda payı büyüktür. Bu anlamda aslında şu an CHP’nin İmamoğlu üzerinden milli iradeyi merkeze alarak seçime girmiş ve kazanmış olması AK Parti’nin de başarısıdır. Senin koyduğun kuralı kabul etmiş oldu.

Şimdi milli irade temsilcisi olduğunu söyleyen iki hareketin mücadelesine şahit olacağız. Bu anlamda 2023 seçimlerini düşünecek olursak belediye seçimleri bunun iyi bir provası oldu. Çünkü başkanlık sistemi gibi burada da yüzde 51’i almak gerekir. Artık bundan sonra siyaset AK Parti için çok daha zor bir hale gelecek. Milleti daha iyi olanı temsil ettiğine dair ikna etmesi gerekiyor. şekilde olacaktı. 15 Temmuz’un püskürtülmesinin de bunda payı büyüktür. Bu anlamda aslında şu an CHP’nin İmamoğlu üzerinden milli iradeyi merkeze alarak seçime girmiş ve kazanmış olması AK Parti’nin de başarısıdır. Senin koyduğun kuralı kabul etmiş oldu. Şimdi milli irade temsilcisi olduğunu söyleyen iki hareketin mücadelesine şahit olacağız. Bu anlamda 2023 seçimlerini düşünecek olursak belediye seçimleri bunun iyi bir provası oldu. Çünkü başkanlık sistemi gibi burada da yüzde 51’i almak gerekir. Artık bundan sonra siyaset AK Parti için çok daha zor bir hale gelecek. Milleti daha iyi olanı temsil ettiğine dair ikna etmesi gerekiyor.

AK Parti’yi düşünün Kürtler konusunda –İstanbul için konuşuyorum– istediği desteği alamadı. Kürtlerin, sağ milliyetçilerin, liberallerin, solcuların taleplerini kendine bağlayamadı. Klasik kendi seçmenlerini ve kısmen MHP’yi bağladı. Yani bundan sonra çoğunluğu alan iktidar olur. Bunun öncesinde çoğunluğu alan iktidar olamıyordu, izin vermiyorlardı. Her zaman bürokrasiyle paylaşmak zorunda kalınıyordu. Bundan sonraki siyasetin oyunu, çoğunluğu elde eden, en geniş bloku oluşturan iktidar olacak. Toplumsal taleplerden bahsediyoruz tabii. Toplumsal talepler o çoğunluğu oluşturacak. Mesela solda işçinin haklarıyla kadın hakları birbirinden ayrı değil, işçiler kazanırsa kadın da kazanır deniyor. Toplumsal talebi buradan buraya bağlıyorum gibi düşünmeyin. Bunun bir merkezi var. Merkez tüm bu talepleri birbirine eklemliyor. Mesela diyor ki eğer ülkede seküler siyaset kazanırsa kadınlar da kazanır. Mesela neden AK Parti’ye sürekli kadın hakları, cinsel tacizler üzerinden ülke muhafazakarlaştıkça fakirleştiğini işliyorlar. İşçileri bu şekilde kendine bağlıyorsun. Ülke muhafazakarlaştıkça kadın hakları darbe yemeye başladı söylemi yaygınlaştırıldı. Bu karşı hegomonik bir güç olarak kuruldu.

KAPSAYICI SÖYLEM İHTİYACI

AK Parti 2008-2013 arasında medeniyet siyaseti gözetti. Kürtlerin problemini kendi problemi olarak gördü. Türkiye ortak kimliğini ortaya attı. “Tek bir medeniyet, tek bir tarihin çocuklarıyız. Bundan sonrada kader birliği yapacağız” dedi. Liberalleri, Kürtleri, gayrimüslimleri, Romanları, Alevileri buraya bağladı. Birçok farklı toplumsal talebi medeniyet kimliği söylemi adı altında bu projede bir araya getirdi. Zaten milli birlik ve kardeşlik projesi olarak da somutlaştı. Sekülerler, AK Parti’nin topluma yayılmasını engellemek ve herkesin kendisine eklemlenmesini isteyenler Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’yle buna bir darbe vurdu. Önce Kobani süreciyle sekülerleri sonra da Hendek siyasetiyle Kürtleri kopardılar. O süreçte Fetullahçılar da liberalleri kopardı.

“Her şey güzel olacak” bir slogan, siyaset değil. Ortaya bir siyaset atması lazım. Mesela Ecevit “ortanın solu” diyerek CHP’nin oyunu uçurdu. Veya adil düzen. Adil düzen de bir siyasetti, düzen önerisiydi. İmamoğlu’nun düzen önerisi nedir? Herkesi kucaklayacak tamam ama nasıl? İdeolojik çerçevesini çizmek gerekiyor. Bu iş ona buna boncuk dağıtarak olmaz. Eğer çerçevesini çizmezsen bu talepleri karşılayamazsın ve hızlı bir şekilde tıpkı ortaya çıktığın gibi dağılırsın. Şu an bu blok AK Parti karşıtlığı ekseninde bir arada duruyor. Onun ötesinde bunları bir araya getiren herhangi bir ideoloji, siyasi bir çerçeve yok. İmamoğlu ve o siyasetin arkasında kim varsa en büyük sınavlarından bir tanesi de bu olacak. Radikal sevgi sadece bir iktidarı yıkabilir ama yeni bir iktidar kuramaz. İmamoğlu’nun söylemi çok pozitif olabilir ama pozitif bir siyaseti yok. Bunun mutlaka altını çizmemiz gerekiyor. İlk kazandığı zaman da söylemiştim. Herkesi kucaklıyorum, herkesi bir araya getireceğim diyorsun ama sana oy verenleri AK Parti karşıtlığında bir araya getirdin. Bir düşmanlaştırma operasyonunu uygulamaya koydun.

AK Parti hem mevcut kriz durumunu aşabilmek hem de Türkiye’yi 2023 hedeflerine ulaştırabilmek için ne tür bir üst söylem kullanmalı?

Öyle bir dil kullanman gerekiyor ki –yerli-milli siyaset, medeniyet, adil düzen fark etmez– toplumdaki en geniş bloku kurabilesin. Toplumdaki taleplerin önemli bir kısmını, en azından yüzde 51’ini kendine bağlayabilmen lazım. AK Parti öyle bir dil kullanmalı ki o dil çoğunluğu oluşturmalı. Yerli, milli siyaset bunu başarmaya yeter mi? Yerli ve milli siyasete çok fazla eleştiri getirenler var ama AK Parti’nin yerli-milli siyaset söylemi olmasaydı muhtemelen yüzde 45 oy alamazdı.

AK Parti tek başına çok farklı bir blokun karşısında durabildi. Arada sekiz yüz bin fark var ama o yüzde 9’u şöyle düşünelim, sandığa müdahil olarak algılandığı için öyle oldu. 31 Mart benim için çok daha sağlıklı bir şey. Yüzde elli-elli AK Parti tek başına diğerlerinin toplayabildiği kadar toplumsal talep topluyor. Hala insanlar “Eğer siyasi düzen devam edecekse istikrarlı bir şekilde bunu AK Parti yapar” diyorlar. Diğer birbirine benzemeyen grupların bir düzen ortaya koyabilmeleri çok mümkün değil. Onlar açısından çok daha zor. Sürdürebilirlerse 2023 seçimine avantajlı girerler. Söylemlerini “AK Parti’ye karşı mücadele ediyoruz, yeni Türkiye’nin elitleri bunlar, biz yeni elitlere karşı israfa bulaşmış, yolsuzluğa bulaşmış bu elitlere karşı toplumun tüm birleşenlerini etrafımıza toplarız ve bunlara karşı mücadele ediyoruz” şeklinde geliştirecekler.

Aslan: "1950’den ı̇tı̇baren çok partı̇lı̇ hayata geçı̇ldı̇ Türkı̇ye’de. Adı̇l seçı̇mler yapılmaya başlandı ama bu sefer de bürokrası̇ ı̇ktı̇dar egemenlı̇ğı̇nı̇ elı̇nden bırakmak ve mı̇llı̇ ı̇rade sı̇yasetı̇ne alan açmak ı̇stemedı̇. Tam anlamıyla mı̇llı̇ ı̇rade sı̇yasetı̇nı̇n sı̇yasetı̇ belı̇rlemesı̇ne ı̇zı̇n vermedı̇."

AK PARTİ TOPLUMLA BAĞINI KUVVETLENDİRMELİ

AK Parti bu okumayı nasıl yapmalı?

Muhalefet üzerinde durmamın sebebi karşındaki rakibe göre stratejini belirleyebilirsin. Boşlukta strateji belirlenmez. Senin muhalefete bu fırsatı sunmaman lazım. Başkan Erdoğan “Millete kendimizi yeterince anlatamadık” dedi. Yani milletle bir kopukluk var. Daha öncesinde “metal yorgunluğu” dedi. Yani AK Parti’nin toplumla bağının zayıflaması söz konusu. Bu elitleşmek demektir.

İlginç olan AK Parti hakikaten elit midir? Değildir, sadece algılaması bu. Türkiye’de sermaye AK Parti’nin elinde mi? Aslında değil. Peki bürokrasi AK Parti’nin elinde mi? Değil. O zaman AK Parti nasıl elit oluyor, AK Parti ne yapacak? Algı yönetimi konusunda da adımlar atması gerekiyor. Kendisinin elit olarak algılanmasını sağlayacak davranışlardan uzak durması gerekiyor. İki, toplumun geneline karşı kendisinin elit olmadığını açıklayacak bir siyaset geliştirmesi gerekiyor. Ondan sonra da karşı tarafın aslında toplumu demokratikleştirecek bir hareket olmadığını göstermesi ve millet ile muhalefet arasındaki bağı zayıflatacak adımı atması gerekiyor.

Yani birincisi toplum ile muhalefetin arasını açacaksın, ikincisi de muhalefeti oluşturan blokların birbiriyle çatışmasını sağlayacaksın veya bir arada olmasını engelleyecek bir şey yapacaksın. Aynı zamanda da biraz önce bahsettiğim algı konusunda mutlaka adımlar atılması gerekiyor. Bazen oluyor, haddinden fazla öneme sahipmiş gibi görünüyor, belli ailenin çocukları kayrılıyor. Liyakat meselesi var. Şimdi buraya başka bir ekip gelse kayırmayacaklar mı? CHP’ye geçen belediyelerin durumu ortada.

Eskiden Türkiye’de seçim kazanmak kolaydı. AK Parti’nin bunu anlaması gerekiyor. AK Parti’nin karşısında artık elit bir grup yok. Eski CHP yok. Adamlar popülist siyaset yapıyorlar. Sol popülist diyemem ama popülist bir siyaset yapıyorlar; halkçı, milli iradeci, pragmatik vs. Böyle bir harekete karşı mücadele ile elit bir harekete karşı mücadele aynı olmaz. Ezberlerin değişmesi gerekiyor. Çünkü rakip değişti. AK Parti’yi elit konumuna getirip rolleri tersine çevirdiler. 31 Mart’ta AK Parti aksini halka anlatmak için çabaladı ama işte böyle bir algı oluşturuldu.

Peki AK Parti bu etiketten nasıl kurtulacak? Çok zor değil. Para aslında kimde?

Senin medya organların buna uygun bir dil benimseyecekler. Sürekli savunmada kalıyorsun, onlar saldırıyorlar. AK Parti kendisini açıklamak, savunmak zorunda kalıyor. Adam oyunu kurduktan sonra seni öyle bir oyuna getiriyor ki sen orada savunma pozisyonunda kaldığında zaten baştan kaybediyorsun. Erdoğan için söyleniyordu eskiden “Kazanamayacağı seçime girmez” diye. Erdoğan’ın yaptığı manevraları şimdi karşı taraf yapmaya başladı. Bir oyun kuruyorlar, sen kendini açıklamaya çalışıyorsun, açıklamaya çalıştıkça daha da batıyorsun. AK Parti’nin oyunu kendisi kurması lazım. Nasıl kurar? Yeni söylemle. AK Parti yerli ve milli siyasetten vazgeçmez, vazgeçmemeli de. Ama bunu nasıl pazarladığı –bir ürün olarak görürsek– konusunda yeniden düşünmeye ihtiyaç var. Ama fazla zaman yok. Bunu ne kadar hızlı yaparsa güzel sonuçlara o kadar erken ulaşma şansını yakalar AK Parti.


Etiketler »  

İlgili Haberler

SETA Kitaplar
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası