Son yirmi yılda, Türkiye’nin savunma politikalarında ve buna dayalı askeri stratejisinde köklü bir değişime gittiği görülüyor. Her ne kadar AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’de Türkiye, bölgesinde liberal bir dış politika ajandasına sahipse de; söz konusu liberal yaklaşım yerini, Arap Baharı’nın neden olduğu bölgesel güvenlik mimarisinin ve jeopolitik düzenin parçalanmasıyla birlikte, askeri gücü merkeze alan, savunma gücünü konsolide etmeyi tercih eden ve gerektiğinde askeri güç kullanmaktan çekinmeyen, bölgesel ölçekli güç projeksiyonu yapan daha dinamik ve iddialı bir yaklaşıma terk etmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin savunma politikalarındaki yaşanan keskin dönüşüm, hususi olarak 2011’de ortaya çıkan Arap ayaklanmalarının bölgesel düzeni tartışmaya açmasından bu yana belirgin bir şekilde gözlemleniyor.
Devlet dışı silahlı grupların çoğalması, geleneksel devlet egemenliğinin zayıflaması, bölgede ulus devlet sınırlarının sorgulanması, bölgesel güç rekabetinin derinleşmesi ve fazlasıyla hissedilir ölçekte vekalet savaşlarının yaygınlaşması, bölgesel güvenlik ortamını sarsmış ve Türkiye’yi daha proaktif bir tutum sergilemek için yeni ve kararlı bir askeri ve savunma stratejisi benimsemeye zorlamıştır. Bu durum, özellikle Türkiye'nin Irak ve Suriye eksenli sınır ötesi askeri operasyonları, bölgesel düzeydeki ileri askeri üslenmelerinin yanı sıra gelişen savunma sanayii ile de kendini gösteriyor. Genel olarak bölgesel jeopolitik gelişmeler ile özelde Suriye’deki iç savaşın doğurduğu istikrarsızlıkların yanı sıra küresel güçler arasında siyasi, güvenlik ve ekonomik alanda büyük güç mücadelesinin geri dönüşü de Türkiye‘nin savunma ve askeri stratejilerini değiştirmeyi bir zorunluluk olarak ortaya çıkarmıştır. Özellikle Suriye’deki savaş, Türkiye’nin askeri ve savunma politikalarını nasıl yeniden dizayn etmek zorunda kaldığına ve Rusya ile ABD gibi iki büyük gücün stratejik rekabetinden nasıl etkilendiğine çarpıcı bir örnektir.
Savunma Politikalarındaki Değişimin Sebepleri
Türkiye'nin askeri ve savunma politikalarında dönüşümün sebepleri arasında içerde, bölgede ve uluslararası sistemde yaşanan gelişmeler yer alıyor. Savunma politikalarındaki karar alma sürecinde yapılan kademeli reform ve Türkiye'nin jeopolitik vizyonundaki dönüşüm, içerdeki baskın faktörler. İç siyasi gelişmeler bağlamında belki de en önemli dönüşüm sivil-asker ilişkilerinde yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) savunma ve askeri stratejinin oluşumundaki tek otorite konumunun değişmesi, Türkiye siyasetinde sivil-asker ilişkilerindeki dengesizliği ortadan kaldırırken, sivil siyaseti de savunma ve askeri stratejinin belirlenmesinde bir aktör haline getirdi. Böylelikle hükümet tarafından hayata geçirilen dış politika vizyonu, savunma sanayiinin önceliklerini şekillendirmeye başlarken, ordu da kendisini hükümetin vizyonunun ayrılmaz bir parçası olarak uyarlamak zorunda kaldı.
FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye'deki asker-sanayi-siyaset bloğunun doğasını etkileyen, Türk sivil-asker ilişkileri tarihinde çok önemli bir dönüm noktası oldu. Başarısız darbe girişiminin ilk sonucu, Savunma Bakanlığı'nın askeri karar alma sürecinde üstün otorite haline geldiği, TSK’nın organizasyon yapısının yeniden düzenlenmesini beraberinde getirdi. 2018 anayasa değişikliği referandumundan sonra da Türkiye’nin parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişiyle birlikte Cumhurbaşkanı, sivil-asker ilişkilerinde ve Türkiye'nin savunma mimarisinde güçlü bir aktöre dönüştü.
Sivil-asker ilişkilerinde bu dönüşümün yanı sıra, daha güçlü bir ulusal savunma sektörü kurma fikri, halihazırda dönüşüm içerisinde olan savunma ve askeri stratejilerin bileşiminin arkasındaki bir başka önemli dinamiktir. Bir dış politika aracı olarak ordu, 2016 sonrası stratejik çevrede, Türkiye’nin dış politika hedeflerini yansıtacak şekilde yeniden organize edilirken; savunma sanayii, bölgedeki güvenlik tehditlerine karşı daha fazla stratejik manevra özgürlüğü kazanmak adına Türkiye'nin sert güç araçlarının ayrılmaz bir parçası olarak tasarlanmıştır.
Son olarak, ABD ve savunma sektöründeki diğer tedarikçi ülkelerle Türkiye’nin diplomatik ilişkilerinin bozulması ve başta Suriye olmak üzere diğer bölgesel krizlere yönelik taktik ve stratejik farklılıkların çoğalması, karar vericilerin Batı ile ortaklık değerine olan güvenlerini kaybetmesine sebep olmuş; bu da Türkiye’nin askeri ve savunma stratejisi üzerinde önemli bir etki meydana getirmiştir. Ulusal seviyede, kendi kendine yeten bir milli savunma endüstrisi kurma ve doğrudan bir askeri çatışma durumunda tek taraflı askeri eylem yapma fikrini içeren strateji, daha kararlı bir pozisyona evrilmiştir.
Arap Baharı Sonrası Değişen Jeopolitik Ortam
Bölgesel düzeyde, Arap Baharı sonrası dönemde jeopolitik karışıklık ve stratejik ortamın değişen doğası, Türkiye'nin askeri ve savunma stratejisindeki dönüşümünün bir diğer önemli faktörüdür. En önemli etken de bu anlamda Türkiye'nin değişen stratejik ortamı olmuştur. Devlet dışı silahlı grupların hızla yayılması ve çatışmanın uluslararasılaşması dahil olmak üzere Suriye iç savaşının derinleşmesi, içerde Türkiye’nin ulusal güvenlik mimarisine zarar verme riski taşırken, bölgesel güvenlik önceliklerini de tahribata uğratmıştır. Suriye'de PKK ve DEAŞ’ın yükselişi ve PKK'nın Suriye kolu olan YPG’nin Suriye'de daha fazla alan kazanması, Türkiye'nin ulusal güvenliği için derin bir stratejik sınama ortaya koymuştur. Sonuç olarak, bu durum, Türkiye'yi PKK/YPG’nin hareketliliğini önlemek için daha kararlı bir askeri strateji benimsemeye zorlamış, askeri müdahaleyi bir mecburiyet haline getirmiştir. Bu askeri aktivizm, Türkiye’nin savunma politikalarında da doğrudan bir etki ortaya çıkararak aktif savunma anlayışını daha öne çıkarmıştır.
Bölgesel düzeyde baskın olan ikinci dinamik, tüm bölgesel oyuncuların güvenlik odaklı stratejik angajmanları benimsediği çok kısıtlayıcı bir güvenlik ortamına neden olan ana bölgesel güçler arasındaki jeopolitik gerginlik olmuştur. Bu kısıtlayıcı ve rekabetçi güvenlik ortamında, bölgesel oyuncular karşı karşıya kaldıkları zorlukların üstesinden gelmek için esas olarak askeri ve sert güç araçları benimsemişlerdir. Örneğin bu dönem İran, Irak ve Suriye’de milis gücü ile güvenlik ve savunma hattını ilerde kurarken, Suudi Arabistan Yemen’e müdahale etmiş, BAE gibi Körfez ülkeleri de bölgesel statükonun devamı için siyasi, ekonomik ve askeri araçları kullanmış, Mısır ise Hafter’i destekleyerek Libya’nın doğusunu kendisi için güvenli bir alana dönüştürmeye çalışmıştır.
Ortadoğu'daki değişim, Türkiye'nin askeri ve savunma politikalarını şekillendiren tek faktör değildir. Akdeniz'deki jeopolitik ve jeoekonomik dinamikler ile Libya’daki çatışmanın bölgeselleşmesi de Türkiye'nin bölgedeki stratejik yönelimini değiştirmiş ve yeni bir angajman stratejisi benimsemeye zorlamıştır. Libya çatışması ve hidrokarbon kaynakları üzerindeki jeoekonomik rekabet çevresinde somut hale gelen yerel ve bölgesel rekabet, Türkiye'yi askeri ve savunma stratejisini yeniden düzenlemeye itmiştir.
Uluslararası düzeyde ise artan küresel jeopolitik rekabet ve büyük güç rekabetinin geri dönüşü, Türkiye'yi dış ve güvenlik politikasında daha kararlı bir strateji benimsemeye yöneltirken, sonuçta Türkiye’nin savunma politikalarından köklü bir revizyona gitmesine neden olmuştur. Daha da önemlisi, Türkiye'nin Batı ülkeleriyle, özellikle de ABD ile olan ilişkilerinin kötüleşmesi, Türkiye'yi artan tehditlerle başa çıkma adına milli savunma sanayii kapasitesini büyütmeye yöneltmiştir. İlk alan, Türkiye'nin askeri-sanayi bloğundaki stratejisini değiştirmesi gerektiğini ortaya koyarken, ikinci alan Türkiye'nin özellikle Suriye iç savaşından kaynaklanan güvenlik tehditlerini kontrol altına almak için kararlı bir askeri postür benimsemesi gerektiğini göstermiştir. İkincisi, Türkiye’ye güç statüsünü pekiştirmek açısından bölgesel ölçekli bir siyasi hedef ortaya koymasını beraberinde getirmiştir.
Savunma Politikasının Hedefleri
Yukarıda belirtilen arka plana karşı, ana faktörler açısından Türkiye'nin savunma stratejisinin hedeflerinin altını çizmek gerekiyor. Üç ana hedefin, Türkiye'nin askeri ve savunma politikalarında orta ve uzun vadeli stratejik öncelikleri için baskın bir düşünce haline geldiği görülüyor. Öncelikli amaç, sürdürülebilir ve kendi kendine yeten bir savunma endüstrisi kurmak için “stratejik özerklik” elde etmektir. Bunun için de ilk olarak kararlı ve caydırıcı bir askeri duruş oluşturmak, ikinci olarak da birinci kademe tehdit ortamından kaynaklanan birincil güvenlik kaygılarının üstesinden gelmek gerekiyor. Burada stratejik özerklik politikası, Türkiye'nin dış, güvenlik ve savunma politikalarında kendi stratejik önceliklerini belirleme ve kendi kararlarını verme yeteneğini ifade ediyor.
Stratejik özerklik hedefi, aynı zamanda Türkiye'nin yeni askeri ve savunma stratejisinin hedeflerinin ikinci boyutunu tartışmaya açan bölgesel jeopolitik vizyonunun ayrılmaz bir parçasıdır. Türkiye, stratejik özerkliğe ulaşarak, kendisini çevre bölgelerindeki baskın aktörlerden biri olarak tasvir etmeye çalışmaktadır. Bu dış politika hedefi 2002’den bu yana Türkiye'nin bölgesel stratejik yönelimin kilit adımı olmuştur. Türkiye'nin bölgesel ölçekli güç olma arayışının ardındaki ana faktör, bölgedeki yeni jeopolitik rekabete karşı daha fazla stratejik ağırlık elde etmektir ve bu da Türkiye'nin savunma politikasının üçüncü hedefini oluşturmaktadır. Nitekim, askeri gücünü konsolide ederek stratejik avantaj sağlamak, Türkiye'nin bölge ülkeleriyle olan stratejik rekabetinin ayrılmaz bir aracı haline gelmiştir. Buradaki asıl amaç, Türkiye’nin askeri araçlarını ve güç projeksiyonunu artırarak, bölgesel krizde stratejik bir hakimiyet sağlamayı ve birincil çıkarlarına karşı herhangi bir emrivaki eylemi önlemeye çalışmasıdır.
Ukrayna Krizi Köklü Değişimin Habercisi mi?
Türkiye’nin jeopolitik ortamında yaşanan kırılganlıklar, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik kapsamlı saldırısıyla birlikte daha da artmıştır. Ancak Ukrayna krizi ve Rusya’nın saldırısı sadece Türkiye’nin güvenlik ortamını etkilemekle kalmayıp uluslararası sistemde de köklü bir değişimin habercisi olabilir. Hibrit ve asimetrik savaşların tırmandığı bir dönemde, konvansiyonel askeri çatışmanın yeniden gündeme gelmesi ve Rusya’nın jeopolitik revizyonizmi, Türkiye’nin kuzey jeopolitik hattını derinden etkileyecek bir gelişme olarak hesaba katılırsa, savunma politikalarında var olan aktivizmin daha da derinleşmesi bir zaruret olarak ortaya çıkmaktadır. Çatışma döneminden konvansiyonel savaş dönemine hazırlık döneminde Türkiye’nin savunma ve askeri politikalarında sahip olması gereken stratejik otonominin güçlü bir bağımsızlığa evirilmesi de bu yeni dönemin en önemli hedefleri arasında yer almalıdır.
Ülkenin güç kapasitesini artırmak ve güçlü, bağımsız bir güvenlik oyuncusu olmak için ulusal gücü planlama kabiliyeti gereklidir. Türkiye örneğinde, kararlı askeri duruş güvenlik ve siyasi kurumların gözünde bir alternatif olmaktadır. Güvenlik ve jeopolitik zorlukların üstesinden gelmek adına Türkiye, büyümekte olan yerli savunma sanayiindeki gelişmeler sayesinde tek taraflı askeri eylemlerle mecburi bir askeri duruş sergilemeye başlamıştır. Libya'dan Suriye'ye, Türkiye'nin kısa ve orta vadeli askeri ve siyasi çıkarlarına hizmet etme noktasında kararlılık stratejisi başarılı görünmektedir. Bununla birlikte, Türkiye'nin askeri ve savunma stratejisindeki kararlılığı, politikalarına ilişkin bazı endişeleri de göz önünde bulundurmalıdır.
İlk endişe, Türkiye'nin kararlılığının sürdürülebilirliği noktasında vurgulanabilir. Türkiye’nin kararlı askeri duruşu politik veya ekonomik açıdan maliyetli olmamalıdır; Ankara'nın Türkiye'nin kaynaklarının suistimal edilebilirliğini, yatırımın yönünü, teknolojik gelişimin yönelimini ve kurumsal reformu göz önünde bulundurması gerekmektedir. Daha da önemlisi, bu strateji, ülkenin siyasi stratejisini ve isteklerini karşılamak için hem mevcut hem de gelecekteki şartları geliştirmelidir. İkinci endişe, askeri angajmanların aşırı genişletilmesi olasılığıdır. Burada iki dinamik önemlidir. Birincisi, Türkiye'nin çok sayıdaki operasyon sahasının, amaçlarının ve hedeflerinin, gelecekteki kabiliyetlerini zayıflatacak şekilde askeri araçlara bağlı olduğu operatif aşırı gerilimden kaynaklanan zorluktur. İkinci dinamik, her ikisi de geniş ekonomik kaynaklara ihtiyaç duyan, Türkiye'nin kararlılığının sürdürülmesi ile savunma sanayiinin büyümesi arasındaki güçlü bağlantıyı içermektedir.
Ortaya çıkan üçüncü zorluk, dış politika hedeflerine ulaşmada, askeri kararlılığının aşırı vurgulanmasının ardındaki mantığı sorgulamaktır. Dış politika ve askeri strateji arasındaki bağlantı, çatışmanın doğası, krize dahil olan aktörlerin sayısı ve karakteri, rekabetçi, kısıtlayıcı veya izin verici olup olmadığı gibi askeri operasyon ortamının özellikleri açısından düzenlenmelidir. Arap ayaklanmasından bu yana Türkiye'nin stratejik ortamı, devlet ve devlet dışı aktörlerin birbirleriyle savaştığı çatışmalı, rekabetçi ve kısıtlayıcı bir alan olmuştur. Türkiye'nin kararlı askeri stratejisi, güvenlik ve jeopolitik kaygılarının üstesinden gelmenin en iyi yolu olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye'nin jeopolitik sorunlarının üstesinden gelmek için tek araç olarak askeri araca güvenmesi, Türkiye için dördüncü zorluk olan karşı ittifak koalisyonu gibi maliyetlere yol açabilir. Karşı koalisyon, askeri ve jeopolitik rekabetin doğal bir sonucudur. Türkiye'nin kararlı askeri ve savunma stratejisi, jeopolitik çevresinde, Türkiye’nin çıkarlarına zarar veren yüksek stratejik maliyetlere yol açabilecek farklı tür karşı koalisyon hareketlerine zemin hazırlamaktadır. Karşı koalisyon hareketleri ya jeopolitik olarak yabancılaşma, stratejik olarak caydırıcılık ya da askeri olarak Türkiye'nin eylem özgürlüğünü kısıtlamak gibi siyasi seçenekleri araçsallaştırabilir veya Türkiye'yi askeri birikimi açısından daha agresif olmaya zorlayan sert denge stratejileri içeren bir askeri seçeneğe yol verebilir. Sonuncusu ama en önemlisi, Türkiye, büyük stratejisinin ayrılmaz bir parçası olması gereken ulusal askeri ve savunma stratejisini açıklamak için kendi beyaz kitabını ilan etmeyi yeniden düşünmelidir. Askeri angajmanda büyük bir stratejinin olmaması ve savunma endüstrisi için net hedeflerin ortaya koyulmaması nedeniyle, mevcut askeri strateji, kriz yönetiminin ve güvenilir caydırıcılığın bölgesel güvensizliği derinleştirebileceği gerçek bir stratejik zorluğa yol açabilir.