ABD yönetiminin geçen yıl hazırladığı yeni Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, orta ve uzun vadede ABD’nin en önemli küresel rakibi olarak Çin’i tanımlarken, kısa ve orta vadede Rusya’yı daha yakın bir “tehdit” olarak betimliyordu. Bu yaklaşımın doğal bir uzantısı olarak Washington, Güney Çin Denizi etrafında artırılacak askeri gücün ve QUAD gibi Pekin’e yönelik siyasi kuşatma adımlarının yanı sıra Doğu Avrupa’daki askeri varlığını yoğunlaştırmayı ve NATO’yu güçlendirmeyi vadediyordu. Ortadoğu’nun öneminin görece azaldığı bu yeni okumada Rusya, Avrupa’ya ve Batı ittifakına yönelik “yakın bir askeri güç” olarak ifade ediliyordu. Böyle bir atmosferde yaşanan Rusya-Ukrayna Savaşı ve bu süreçte gündeme gelen NATO’nun yeniden genişlemesi yaklaşımı, “ABD bu sürecin neresinde?”, “ABD, Avrupa başkentleriyle koordinasyonu ne ölçüde sağlayabilecek?” ve “Bu yeni meydan okuma toplamda ABD-Rusya gerilimini nereye taşıyacak?” gibi belli başlı soruları gündeme getirdi. Bu çerçevede savaşın uzaması da İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılması da ABD’nin “Rusya’yı olabildiğince zayıflatma” ilkesinin birer uzantısı olarak görülebilir. NATO’nun genişlemesi konusunda ABD istekli ve ısrarcı; ancak hem enerjide Rusya’ya bağımlı Almanya gibi ülkelerin toplamda Moskova ile ilişkileri hem de Ankara’nın haklı taleplerinin karşılanması süreci, Washington’ın halen aşması gereken önemli başlıklar olduğunu gösteriyor.
NATO-Rusya Çekişmesi: 30 Yıllık Hikaye
2022’ye damgasını vuran Rusya-Ukrayna Savaşı’nın esasen 30 yıl önce başlayan bir hikayeye dayandığını anlamak gerekiyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından 90’larda yaşanan NATO’nun doğuya doğru genişleme hikayesi, Rusya’yı kendi köşesine sıkıştırmak isteyen Batı ittifakının bir tercihiydi. Putin’in iktidara gelmesinden sonra bu hikayeye itiraz etmeye başlayan Rusya, önce Gürcistan ve Kırım, şimdi de Ukrayna üzerinden “köşesine sıkıştırılmayı kabul etmediğini” özellikle ABD’ye açıkça göstermiş oldu. Son yıllarda Moskova’nın hem kendi bölgesinde hem de sınırlarının ötesinde artan askeri etkinliğini durdurabilmenin yollarını arayan ABD için Ukrayna adeta bir “fırsata” dönüştü. Dolayısıyla 30 yıllık hikayenin gelip dayandığı noktada Ukrayna iki devin üzerinde tepindiği çimenler oldu. Hikayenin sonucunu görmek içinse biraz daha beklemek gerekiyor.
Rusya’nın Ukrayna’da askeri kabiliyetlerinin dışarıdan göründüğü kadar üstün olmadığı ve Kiev’i 72 saat içinde ele geçiremediği ortaya çıkınca ABD, savaşı uzatabilecek tüm adımları hızla atmaya başladı. “Ukrayna’ya destek olmak/onu Batı çizgisinde tutmak” ile “Rusya’yı zayıf düşürmek” arasında bir dengeye tekabül eden yaklaşık 40 milyar dolarlık savunma paketi, Biden yönetiminin olduğu kadar Kongre’nin de iradesini gösteriyor. Savaşın muhtemelen tek bir galibi ya da mağlubu olmayacak, fakat bu bağlamda İsveç ile Finlandiya’nın NATO’ya üyelikleri Avrupa güvenlik mimarisinde köklü bir revizyon anlamına gelecek ve Rusya-NATO tansiyonunu bir tık daha yukarı taşıyacak.
İsveç ve Finlandiya’nın NATO Üyeliği Ne Kadar Mümkün?
Mevcut konjonktüre bakıldığında Türkiye dışında NATO içinde bu iki ülkenin üyeliğine güçlü bir itiraz bulunmazken (kısmen Macaristan’ın da itirazı var) bu sorunun İsveç ve Finlandiya’nın bazı somut adımları atmasıyla çözülmesi pekala mümkün gözüküyor. Dolayısıyla Türkiye’nin PKK ile ilgili ulusal güvenlik endişelerinin giderilmesi halinde İsveç ve Finlandiya’nın çok hızlı bir biçimde ittifaka girmesi gayet olası bir durum. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının ardından Biden yönetiminin önemli ölçüde başarılı olduğu nokta, AB ülkeleri ile Moskova’ya karşı bir birlik ve ittifak olarak ayakta kalmak oldu. Elbette enerjide bağımlılık konusunda herkes aynı fikirde değil, ancak “Rus tehdidine” karşı askeri olarak NATO şemsiyesi altında olma konusunda güçlü bir birliktelik ve oydaşma sağlandığı kanaatindeyim. İsveç ve Finlandiya’nın olası NATO üyelik sürecinin hızlı ilerlemesinin de altında ittifakın saflarını sıklaştırması yatıyor olacak. Dolayısıyla başta Almanya olmak üzere bazı ülkelerin bu sürecin nasıl yönetildiği ve enerji bağımlılığı konusunda halen güçlü şerhleri olsa da söz konusu iki ülkenin NATO’ya katılmasıyla ilgili ABD’de ve NATO içerisinde bir ayrışma olmayacağı kanısındayım. Rusya’nın önceki eylemlerinden farklı olarak Ukrayna’nın Avrupa’ya daha entegre bir ülke olması ve ortaya çıkan göçmen dalgası, Avrupalılara “Moskova’yı durdurma” konusunda güçlü bir motivasyon, ABD’ye de “kaçırılmayacak bir fırsat” sağlamış durumda.
ABD, NATO’nun Genişlemesine Hazır mı?
Eylül 2019’daki BM konuşmasında “Gelecek küreselcilerin değil vatanseverlerindir” diyen Trump döneminde zayıflayan ABD-NATO bağları, o dönem oldukça geniş şekilde tartışma konusu olmuştu. Trump’ın ABD’nin müttefikleriyle olan bağlarını çeşitli kodlar üzerinden sorguladığı dönemin ardından işbaşına gelen Biden yönetiminin ana vaatlerinden biri “ABD-Avrupa ittifakını” ve “ABD ile NATO arasındaki bağları” onarmak idi. Bu kapsamda 1 yıllık süre içinde çeşitli zirveler ve görüşmeler gerçekleştiren Biden ve ekibi Ukrayna savaşına kadar söylemden başka bir kazanım elde edememişti. Ancak Ukrayna savaşıyla ortaya çıkan yeni durum, ABD’nin Avrupa’daki müttefikleriyle daha hızlı bir oydaşma içine girebildiği yeni bir gerçeklik oluşturdu. NATO’nun bir bütün olarak Moskova’nın adımlarına karşı durmaya çalıştığı bu atmosferin Washington’daki yansıması hem Cumhuriyetçilerin hem de Demokratların büyük oranda Putin’e karşı birleştiği bir siyasi görüntü ortaya çıkardı. Cumhuriyetçilerin yönteme ilişkin şerhleri ve Trump’ın “ben olsam Putin saldıramazdı” şeklindeki açıklamalarını bir kenara koyarsak, ABD’deki karar vericilerin ve Kongre’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine oldukça sıcak baktığını söylemek mümkün.
İsveç Başbakanı Andersson ile Finlandiya Cumhurbaşkanı Niinistö’yü Beyaz Saray’da ağırlayan Biden’ın ana vaadi de en kısa sürede bu başvuru sürecini tamamlamak ve ABD Kongresi’nde de kabul edilmesini sağlamak oldu. Kongre liderleri de bu noktadaki bir onay sürecine hazır olduklarını açıkladılar. Türkiye’nin haklı itirazlarının giderilmesine yönelik sürecin ne şekilde işleyeceği bu sürecin gidişatını ve hızını belirleyecek, ancak ABD yönetimi genel anlamda ve ilkesel olarak NATO’nun genişlemesi konusunda arzulu gözüküyor. Şu an Washington’da hakim olan hava, böyle bir genişlemenin Moskova’yı daha fazla tahrik etmek anlamına geleceğini konuşmaktan ziyade Putin’in oyun alanının nasıl biraz daha daraltılabileceğine odaklanmış durumda. Eğer bu süreç Kasım’a kadar uzarsa o durumda Kongre ara seçimlerinin bazı yan etkileri ve yansımaları olabilir. Fakat mevcut konjonktürde ABD yönetimi, İsveç ile Finlandiya’nın bir an önce NATO’ya girmesini sağlamak ve Avrupa’nın doğusundan sonra kuzeyinde şekillenecek askeri varlığını tahkim etme peşinde. Biden yönetimi böyle bir senaryoda, askeri anlamda yakın tehdit olarak gördüğü Rusya karşısında NATO ittifakını güçlendirmeyi ve orta vadede Çin’le nasıl baş edebileceğine biraz daha odaklanmayı hayal ediyor. Fakat buradaki güncel ve potansiyel zorluklar kısa sürede aşılacak zorluklar değil. NATO’nun biraz daha genişlemesinin Avrupa’nın güvenlik mimarisini güçlendirmek yerine daha da kırılgan hale getirebileceğine yönelik yaklaşımlar da mevcut ve buradaki senaryolar Rusya’nın Ukrayna’daki savaştan nasıl çıkacağıyla doğrudan ilgili. Kaldı ki AB içinde başta enerji ve ticaret olmak üzere çeşitli konularda Rusya ve Çin ile ilişkilerde Washington gibi düşünmeyen başkentler olduğu aşikar. Dolayısıyla ABD yönetimin bu hayali, düz bir otobandan ziyade oldukça engebeli ve taşlık bir araziye benziyor.
Yeni Bir NATO Genişlemesi Dünyaya Ne Getirecek?
Tarihin mi yoksa insan topluluklarının hatalarının mı tekerrür ettiği tartışıladursun, ABD ile İngiltere’nin öncülüğündeki bu genişlemeci yaklaşım, günün sonunda Avrupa güvenlik mimarisini daha güvenli yapacak mı sorusu halen meşru bir soru olarak ortada duruyor. Kendi ulusal güvenliğini bu sorunun cevabına bırakmak istemeyen Almanya, savunma bütçesini çoktan ciddi oranda artırdı bile. Rusya karşısında şu ana dek Avrupalı müttefikleri bir arada tutmayı önemli ölçüde başaran ABD yönetimi, süreç uzadıkça bunun ekonomik bedellerini daha fazla ödeyecek olan müttefiklerine ne diyecek? Hatta savaşın uzamasıyla ABD’nin kendi içinde artan enflasyon, benzin ve gıda fiyatlarının Biden üzerinde meydana getirdiği baskı nasıl giderilecek? Bu soruların net cevaplarını henüz kimse bilmiyor. Dolayısıyla sürdürülebilirliği tartışmalı bir alana doğru girilirken, NATO’nun İsveç ve Finlandiya ile genişlemesi, bölgedeki güvenlik sorunlarını azaltmayacak, aksine çatışma potansiyelini ve silahlanma yarışını muhtemelen artıracak.
Kısa vadede elzem görülen bu adımın orta ve uzun vadede ne gibi sonuçlar doğuracağını öngörmek için 1990’lara bakmak yeterli olabilir. Amerikalılar Ruslarla kendi hesaplarını görmek ve Putin’i zayıflatmak isterken bunun faturasını ödemek istemeyen Avrupalı başkentler pekala çıkabilir. O yüzden Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla ortaya çıkan “Putin’e karşı birlikte ve yan yana durma” psikolojisinin nereye kadar dayanacağını bekleyip görmek lazım. Zira ABD kısa vadede Rusya’yı zayıflatma motivasyonuyla girdiği bu süreçte İsveç ve Finlandiya’yı ittifaka dahil ederek bir mevzi daha kazanabilir, ancak orta vadede ABD yönetiminin (kendi içinde dahi) kontrol edemeyeceği çok fazla değişken söz konusu ve bunlar bölgesel güvenliği doğrudan olumsuz etkileyebilecek unsurlar. Dolayısıyla NATO’nun genişlemesi bağlamında ABD bir puan kazanmaya yakın, ancak Washington ile Moskova arasında Doğu ve Kuzey Avrupa’daki bilek güreşi daha uzun sürecek...