Türkiye siyasi tarihi maalesef, geçilen aşamaların, beraberinde ardı sıra gelen krizlerin, konumlanma problemlerinin ve inşa süreçleriyle eş anlı yürüyen blokajların tarihi bir bakıma. Demokratik siyasi hayatımızın 72 yılı bize bu konuda çok şey öğretti. Edinilen tecrübe, birikim ve ilerleyen tarihsel akış, Türkiye açısından kendi tarihsel ve jeopolitik bağlamı düşünüldüğünde, ülkenin gelecek vizyonunu şekillendirmesi beklenen siyasi-sivil aktörlerin her birisinin omuzlarına ciddi yükler bindiriyor. Buradaki en temel engel ise anakronik hallerden kurtulamamak ve farkındalık inşası geliştirememiş olmak.
Türkiye’de yakın zaman öncesinde başlatılan siyasal sistem sorgulaması, esasen bu paradigma ve tasavvur çatışmasıyla çok ilişkili. Yeniden parlamenter sisteme dair muhalefet partilerinin yoğun alakası, bu anlamda, teknik ya da yönetsel olmaktan çok daha önce, tasavvura içkin olarak zamanın ve bağlamın ruhu ile ilgili konumlanma problemine işaret eden bir sorun.
Öyle ki henüz yola çıkıştaki saik ve dinamikler, kurucu bir perspektiften ve paradigma inşasından değil siyaseten reaksiyoner bir tutumdan filizlenen bir zemine dayanıyor. Yani evvel emirde görülmesi gereken, bu yola çıkışın reaksiyoner bir yola çıkış olduğu. Erdoğan karşıtlığı üzerinden kodlanan ve bu yönüyle dar ufuklu bir siyasi muhalefet perspektifinin kendisini sistem karşıtlığı üzerinden ifade ettiği negatif bir siyaset yapma biçimi bu. Ve en ciddi problemli tarafı, yeni bir sistem teklifi yahut işleyen sistemin aksayan yönlerinin iyileştirilmesi ve bu suretle daha güçlü bir siyasal yapı önermeden ziyade, mevcut sistemin eski alışkanlıklar, eski öğrenilmişlikler ve eskimiş siyasi kodlar üzerinden eleştiriliyor olması. Bu düşünme metodolojisinin ise vahim yanı, söz konusu eleştirel pozisyonun ne Türkiye’nin spesifik bağlamı ve gerçeklerine ne de dönemin genel şartları ve gerçekliğine cevap verilip verilmediğiyle, zerrece ilgilenmiyor olması. Bağlamsızlık sorunuyla iç içe geçmiş bir anakronizm durumu bu.
Tuhaf Bir Sanal Evren Dayatması
Ayrıca, sistem tartışmalarının büsbütün ahistorik bir zeminden ilerletiliyor olması bir başka temel metodolojik problem. Yani Türkiye’nin siyasi birikimini, başarılamayanları, engelleri, krizleri, bunların kök sebeplerini, bu zemini açan yapısal ve konjonktürel etmenleri göz ardı ederek ve bunların tamamını unutmamız istenerek, silinmiş bir hafıza ile bir sabah güne taptaze uyanıp “yepyeni ve hiç tartışılmamış, deneyimlenmemiş bir başlık olarak Türkiye’de siyasal sistemi” konuşmamızın beklendiği tuhaf bir sanal evren dayatmasıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Bir başka sorun, belirtilen sistem teklifinin hem teknik hem siyasi bakımdan içerdiği büyük muğlaklık ve boşluklar. Teklifin, rasyonel bir zeminde analitik olarak ele alınmasını oldukça güçleştiren bir nakısa bu. Fakat bu eksik bir hazırlık yahut iyi çerçevelendirememe ile ilgili bir şey değil, kurucu perspektifle yola çıkılmamasının bizatihi doğal bir sonucu ve bu bakımdan yapısal olarak kaçınılmaz bir şey. İnandırıcılığın rasyonel taşları, bu yüzden bu teklifte hiçbir zaman yer alamayacak. Zira teklifin bizatihi kendisi pop-teorik bir zemine yaslanıyor. Bu yönüyle de altı partinin 28 Şubat’ta açıkladığı ortak metin, esasen bir pop-metin olarak beliriyor. İlgili ilgisiz tüm hususların, bireysel veya tüzel yönetsel inisiyatifler ve pratiklerin ve icrai tercihlerin tümüyle sistem üzerinden tarif edildiği ve o şekilde kodlandığı manipülatif saiklerle hazırlanmış bir teklif metni bu. Pop-metin olarak tanımlamamız bundan. Metnin sahip olduğu kafa karışıklığı da bundan. Öyle ki siyasal sistem ve anayasal boyut ile ilgili olmayan, uygulamaya dönük boyutların eleştirisi yine sisteme atfedilerek çerçevelendirilmekte ve izah edilmeye çalışılmakta. Bu ise, net biçimde analitik ve rasyonel zemin yokluğu demek. Düşünme metodolojisi açısından ise oldukça kaotik.
Yeniden Diriltilmeye Çalışılan Vesayet Mekanizması
Teklifin ruhuna gelecek olursak, Türkiye siyasi tarihinde büyük sorunların teorik ve zihniyetsel kaynağı olan bir meselenin yeniden sorunsallaştırıldığı ve sorgulamaya açıldığı görülüyor: devlet-hükümet-millet formülasyonu ve ilişkisi meselesi. Burada kastımız, hükümet ile devlet arasında son tahlilde yeniden bir makasın açılmasına ve bir süre sonra bunun hiyerarşik bir forma dönerek, oluşan boşlukta hükümet-dışı güçlerin devlet içerisinde palazlanması yoluyla vesayet mekanizmasının yeniden diriltilmesine zemin açılması ihtimali.
Teklifin ruhunda ısrarlı şekilde vurgulanan husus, hükümetin yani yürütme organının güçsüzleştirilmesi ve hükümetin istikrarsızlığına kolay yol açabilecek önermeler. Örneğin, önerilen parlamenter sistemde yüzde 3’lük seçim barajının pratikte karşılığı hükümet kurulmasının zorlaşması, düşürülmesinin ise kolaylaşmasıdır. Burada getirilen “yapıcı güvensizlik oyu” teklifi ise, bu paralelde, mevcut hükümetin olası istikrarsızlığı ve güçsüzlüğünün zımnen ön kabulüyle, yerine gelecek hükümetin belirlenmiş olması şartını koşmaktadır. Yani farklı maddelerde teklifin ruhuna sirayet eden husus, “düşürülemeyen istikrarlı hükümet” olgusuna dair bir çekince, şerh ve güvencesizliktir. Söz gelimi, OHAL kararnamelerinin kaldırılması teklifi de bu yönüyle salt teknik ve hukuki bir OHAL tartışması olmayıp, esasen bu şerhe ilişkin bir saikten ileri gelmekte.
Bu bağlamda, teklifte ayrıntısı verilmeyen çok önemli ve kilit bir husus, Cumhurbaşkanının seçim metodu ve usulüne ilişkindir. Zira teklif, Cumhurbaşkanının 7 yıl için ve bir defa seçileceğini belirtirken, Cumhurbaşkanını kimin seçeceğine değinmemiş; yine Cumhurbaşkanına bazı yetkilerin verileceği durumları ifade eden “istisnai koşullar” ifadesinin içini neyin doldurduğu ve bu söz konusu koşullarda Cumhurbaşkanına ne gibi yetkiler verileceğinden bahsetmemiştir. Oysa bu ülkenin siyasi tarihindeki en temel olgulardan birisi, her Cumhurbaşkanlığı seçiminin başlı başına bir rejim krizi olarak sistemsel kriz sebebi olduğudur. Ve sonrasında gelişen süreçte, Cumhurbaşkanlığının hükümetler ile çoğu kez geliştirdiği sağlıksız ilişkidir. Siyasi literatürümüze girmiş “Çankaya yokuşu” kavramsallaştırması buna bir gönderme idi. Yani hükümetler Çankaya yokuşundan çıkar, iner, kısa bir aralıkla yenisi çıkar, sonra o da iner. Ve bu şekilde devam eden bu döngü, ne yazık ki siyasi tarihimizin istihzaya konu olan bir gerçekliği olmuştur.
Elbette altı parti açısından bunlar bilindiği ve seçmenden gelecek tepkilerden çekinildiği için bu temel hususların açık bırakıldığı görülebiliyor. Fakat ülke açısından sorun altı partinin seçmene bunu nasıl anlatabileceklerine dair taşıdıkları siyasi endişeleri değil, yeniden hükümet dışı bir vesayet organının yahut o organ koordinatörlüğünde topyekun bir vesayet yapılanmasının bu ülkenin siyasi ve demokratik kültürünü zehirlemesi ihtimalidir. İşte bu, teklife dair açık bir samimiyet, şeffaflık ve rasyonel-analitik sınamadır.
Teklif Teorik Sorunlar ve Çelişkilerle Dolu
Söz konusu formülasyonun devlet-millet ilişkisine bakan yönü ise, ontolojik öncelik meselesi olarak karşımıza yeniden çıkmaktadır. Yani milletin, kendi eliyle kendi geleceğini doğrudan belirleme yetkisinin millette kalıp kalmayacağı meselesi. Ve elbette bununla çok bütünleşik bir soru olarak, milletin devlete hakim olup olamayacağı sorusu. Başkanlık sistemlerinin bu bağlamda en önemli avantajlarından birisi, milletin hangi hükümetin ülkeyi yöneteceğini henüz seçimden önce bilebilmesi ve tercihini buna göre yapabilmesidir. Dolayısıyla halk iradesinin hem güçlü ve doğrudan hem de siyasi belirleme gücünü elinde tuttuğu bir sistemin yerine siyasi belirsizliği ve sonrasında halk iradesini by-pass edebilecek şekilde hükümet kurma imkanlarını veren -ki örneğin 1990’larda Türkiye’de buna dair örnekler var- bir sisteme dönüşü savunmak, halkın siyasi belirleme gücüne kısıtlar koymak demektir. Yani Türkiye’nin aşmış olduğu, geride bıraktığı bir husus olarak devlet-millet formülasyonundaki ontolojik öncelik meselesi, bu suretle yeniden sorgulama sahamıza girmiş olacaktır.
Altı partinin “güçlendirilmiş parlamenter sistem” teklifindeki en can alıcı yola çıkış noktalarından birisi de kuşkusuz, mevcut sistemde yasama-yürütme erklerinin birliği yahut başka bir ifadeyle yasamanın yürütme karşısında etkisizleştiği eleştirisidir. Burada ise ciddi bir teorik sorun ve çelişki var. Zira anayasa hukuku ve karşılaştırmalı siyasal sistemler teorisi, yasama ve yürütme organlarının kaynak, yetki ve görevlerine devam konusunda iç içe olduğunu ve parlamenter sistemin, “kuvvetlerin iş birliği” sistemi olduğunu söyler. Başkanlık sistemleri ise, siyasal teoride, bu kuvvetler arasında en belirgin ve kalın çizgileri koyan ve her kuvveti kurumsal veto aktörü olarak konumlandıran sistemin adıdır. Hatta öyle ki bu kurumsal veto aktörlerinin çokluğu, bazı yasama ya da yürütme faaliyetlerinde sistemsel tıkanıklık ve katılık sebebi olarak eleştirilmektedir. Bu yüzden başkanlık sistemleri, yürütme gücü üzerinde daha büyük bir denge-denetleme mekanizmasına ve gücüne sahiptir. Bu bakımdan bugün muhalefet partilerinin başkanlık sistemine dönük eleştirilerinin temeline oturtmuş oldukları yasamanın yürütme üzerindeki etkisizliği eleştirisi, siyasal teori bakımından geçersizdir. Ancak en çok belki meclis kompozisyonunun mevcut durumunun da dahil olduğu bir reel fotoğrafta kimi icrai pratikler bakımından eleştiriler söz konusu olabilir. Bu ise icrai uygulama ve pratikler ile sistemsel düzlemin birbirine karıştırılmasına yol veremez. Ayrıca bu düzlemleri birbiri yerine kullanmak ve buradan türeyen bir siyasal söylem geliştirmek, bilimsel perspektifin de bilimsel etiğin de sınırlarının dışına taşmaktır.
Peki söz konusu teklif, iddialar dışında, bizatihi kendilerinin eleştirilerinin kalkış noktalarına dair bir teorik ve icrai farklılık getiriyor mu? Yani gerek her iki organın göreve gelişi gerek işlevleri gerekse birbirlerinin görevlerine son vermeleri konusunda bir ayrışma, ayrılık üretiyor mu? Yine, teklifte yer verildiği şekliyle, yargının oluşumuna dair yasamaya aktarılan yetkiler, teorik bakımdan kuvvetler ayrılığını güçlendirir mi? Teklifin bilimsel ve analitik bir süzgeçten geçirilmesi, bu soruların cevaplarına dair var olan boşlukları bize göstermektedir.
Boşluklar, Muğlaklıklar ve İçsel Tenakuzlar
Ayrıca siyasal literatürde karşılığı olmayan bir isimlendirme ile “güçlendirilmiş parlamenter sistem” olarak ifadelendirilen teklif, literatürdeki “rasyonelleştirilmiş parlamenter sistem” modelinin bir yansıması olarak belirmeye daha yakın bir çizgide duruyor. Bu ise, esas itibarla, yürütmeye yasama organı karşısında güç kazandırmak ve parlamenter sistemin en büyük zayıf noktası olan yürütme organının istikrarsızlığı ve zayıflığının minimize edilmesi için ortaya konan bir modelin adıdır. Yani rasyonelleştirilmiş parlamenter sistemin temel gayesi, etkin ve istikrarlı bir yönetime sahip olmak; bunun için de hükümeti parlamento karşısında güçlendirmektir. Bu ise zaten bizatihi parlamenter sistemin bu yönlü zafiyetinin bir ifadesidir. O halde söz konusu teklif bu bağlamda bir düzleme yerleştirilecekse, ortadaki temel teorik çelişki nasıl izah edilmekte?
Sonuç olarak söylenecek olursa; mesele bir ülkenin siyasal sistem bakımından başkanlık, yarı-başkanlık yahut parlamenter sisteme sahip olması meselesi değil. Zira siyasal teori bakımından her üç sistem tipinin göreli avantaj ve dezavantajlarından bahsetmek mümkün. Fakat mesele, ilgili ülkenin kendi siyasal kültürü, tecrübi birikimi, kurumsal yapısı, siyasi anlayış ve pratiklerinin yerleşiklik düzeni ve formuna ilişkin analitik ve rasyonel bir değerlendirme süzgecinden geçilerek, o ülkedeki siyasal sistemin doğru kodlanması ve doğru bir zemine oturtulması zaruretidir. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisi ise, bu bağlamda, yola çıkış saiki ve dinamikleri, Türkiye’nin kendi tarihsel ve reel bağlamı, zamanın şartları ve gerçeklikleri ve nihayetinde teklifin ruhu ve de içerdiği siyasi, teknik ve idari önermeler itibariyle bahsi edilen gerekli rasyonel-analitik zemine ilişkin önemli boşluklar, muğlaklıklar ve içsel tenakuzlar barındırmaktadır.