Yaklaşık 14 yıl süren ve bir halk hareketiyle birkaç hafta içinde, neredeyse hiç direnişle karşılaşmadan Baas rejiminin devrilmesiyle sonuçlanan iç savaş boyunca, Türkiye’de başını CHP’nin çektiği muhalefetin Suriye’ye yaklaşımı siyaseten kısırdı. Verim üretmiyor, gerçekçi çözüm önerileri getiremiyor, dar bir ideolojik kalıbın dışına çıkamıyordu.
Sol Muhalefetin Amentüsü
Dar ideolojik kalıp derken kastedilen şeyin özeti şudur: Suriye'de iş başında olan rejim sekülerdir. Karşısındaki güçler ise “radikal İslamcı”, “cihatçı”, “gerici” unsurlardan oluşur. Dolayısıyla ne olursa olsun Esad rejimini desteklemek gerekir.
Bu bakış 2014-15 döneminde, laboratuvar üretimi bir örgüt olarak DEAŞ ortaya çıktığında, özellikle muhalefetin sol tarafında yaygınlaştı ve yerleşik hale geldi. Basının eski “amiral gemisi” Hürriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, bunu bir kalıba oturtup formüle etmişti. Özkök, 15 Temmuz darbesine kısa süre kala kaleme aldığı köşe yazısında şöyle diyordu:
“Sınırımızda DEAŞ, el-Kaide, el-Nusra gibi terör örgütleri olacağına, Esad veya YPG’ye bağlı birlikler olsun çok daha iyidir. Hiç olmazsa şehirlerimizin tepesine DEAŞ bombaları yağmaz”. (7 Haziran 2016, Hürriyet)
Sonraki yıllar boyunca bu formül, sol muhalefetin adeta “amentüsü” haline geldi. Örneğin CHP Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkek, 2022 gibi geç bir tarihte bile “Biz sınırımızda kardeşsek, sınırımızda başkası olacağına PYD olsun. Bizim için hiçbir sakıncası yok bunun” diyordu. Bunun kopyası açıklamalar, CHP yanlısı bir emekli amiralden de geldi ve defalarca ekranlarda tekrarlandı.
Üstelik bu söylem, 6-8 Ekim 2014 “Kobani olayları”, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası PKK-YPG'nin şehirlerimizi kan gölüne çeviren çukur hadiseleriyle özerklik ilanları yaşanmasına rağmen ısrarla dile getiriliyordu. ABD Başkanı Trump’ın ilk görev döneminde “DEAŞ’ı Obama ve Clinton kurdu” itirafı bile bizim muhalefeti bu fikrinden caydıramadı. Oysa bu örgütün Ortadoğu’yu yeniden hizaya sokmak ve sınırımızda PKK’ya serbest bir alan açmak üzere kurgulanmış bir aparat olduğu gün gibi ortaya çıkmıştı.
Solun geri kalan örgütleri de aynı tezi savundu. Hatta bu kesimler tez savunusuyla kalmadı, sözde cihatçılarla savaşmak üzere PKK’ya militan da yolladılar. Çok sayıda örgüt PKK çevresinde toplanarak Halkların Birleşik Devrimci Hareketi adlı bir çatı örgütü bile oluşturdular.
Suriye'de DEAŞ adı pek duyulmaz olmaya başladıktan sonra muhalefetin (bu defa sağ ve sol kanatlar birlikte) ilgi alanı sığınmacılara odaklandı. Ülkede yaşanan her türlü olumsuzluktan sığınmacılar sorumlu tutuldu. İşsizlik, pahalılık, kira artışları, lokal toplumsal huzursuzluklar gibi çoğu abartılı argümanlarla sığınmacılar hedef gösterildi. Hatta geçtiğimiz yaz aylarında Kayseri’de neredeyse pogroma varacak saldırılarla Suriyelilere fiziki saldırılar, kundaklamalar yapıldı.
Başka şehirlere de yayılan bu saldırganlık sonrası gözaltına alınan binden fazla kişinin çoğunun adi suçlardan kaydının bulunduğu, üstelik bir kısmının göçmen kaçakçılığından arandığı da ortaya çıktı. Bu çirkin ve tehlikeli vakaya kadar götüren taşlar, 14-28 Mayıs seçimleri öncesi ayyuka çıkan sığınmacı düşmanlığıyla döşenmişti. Sırf bu konuya odaklanan bir siyasi parti bile kuruldu ve sadece bu düşmanlıkla yüzde 2,5 civarı oy topladı.
CHP’nin önceki genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun, bu partinin başındaki şahsa üç bakanlık ve MİT başkanlığını teklif ettiği ortaya çıktı. Seçimin ikinci turunda kendi kampanyasını da tüm şehirlere asılan afişlerdeki “Suriyeliler Gi-de-cek" parantezine sıkıştırdı.
Vazgeçilemeyen Esad Destekçiliği
Muhalefet partilerinin tüm bu süreçte önerebildiği tek çözüm ise “Esad ile görüşün” oldu. Hatta 8 Aralık’ta Şam’ın düştüğü devrime kadar Özgür Özel, “Tek çözüm bir an önce Esad ile görüşmek” diyordu. Oysa 61 yıllık rejimin son diktatörü Beşar Esad o saatlerde bir Rus askeri uçağıyla Moskova’ya kaçışın son hazırlıklarını yapıyordu. Nitekim o akşam kaçtı ve şu anda Rusya’da mal varlıkları bloke edilmiş, siyasi faaliyet yapması, Rus makamlarının izni olmadan herhangi biriyle görüşmesi, bulunduğu mekândan ayrılması yasaklanmış bir halde bekliyor.
Geride bıraktığı ülkesinde askerleri onun fotoğraflarını çiğneyerek silahlarını teslim ediyor. Ülkenin her yerine dikilen babasının heykelleri, kendisinin posterleri yıkılıp parçalanıyor. Eşi Moskova’da boşanma davası açıp Londra’ya gitmeye hazırlanıyor. Rejimin bekçilerinin ve karısının bile terk ettiği Esad’ı CHP bir türlü terk edemedi.
İşte burada da devreye mezhepçilik giriyor. Yıkılan rejimin iç savaş boyunca katlettiği insanların ezici büyük çoğunluğu Sünni Müslüman. Ülke dışına kaçmak zorunda kalan milyonlarca insan da öyle. Ama yıllardır kaçış sebeplerini önemsemeden “sığınmacılar gitsin” diye bağıran CHP (ve diğer muhalifler) ancak devrimden sonra paniğe kapıldılar.
Bir CHP’li vekil Alevilerin tehdit altında olduğunu ve Suriye’den Türkiye’ye “derhal bir gönül koridoru” kurulup hepsinin ülkeye alınmasını istedi. Alevi örgütleri ve bazı sol partiler ile DEM Parti yetkilileri Hatay Samandağ’da gösteri yaparak “Alevi katliamına ve savaşa dur de” şeklinde çağrı yayınladılar. Hatta daha ileri gidip “Yaşanacak Alevi katliamının sorumlusu AKP’dir” dediler. Oysa ortada ne katliam kaldı ne savaş. Sednaya cezaevinde ortaya saçılan insanlık suçlarını görmeyenler, farazi bir katliamın olmayan izlerini bulmaya çalışıyor. Bunun adı mezhepçilik asabiyesidir.
Öte yandan CHP ve etrafında kümelenen muhalefetin sarıldığı hijyenik/steril bir tez daha var: “Ne işimiz var Suriye’de?”. Bu tezin dayandırıldığı nokta ise geçmişte Atatürk’ün dile getirdiği “Yurtta sulh, cihanda sulh” düsturu. Buna göre Türkiye, kendi sınırlarının etrafında ne olursa olsun o tarafa doğru bakmamalı, hiçbir şekilde müdahil olmamalı, kendisine yönelen tehditler olsa bile sınırından içeri girene kadar konuyla ilgilenmemeli, böylece “beladan” uzak durmalı ve elleri tertemiz kalmalı.
Ancak hayatın gerçekleri bunun tam tersini söylüyor. Örneğin sınır komşunuzda bir iç kargaşa yaşandığında oradan kaçan insanlara kapınızı açmak, sadece insani ve ahlaki açıdan değil, uluslararası hukuk bakımından da zorunlu. Ayrıca sığınmacılar olmasa bile sınır ötesinden yönelen terör saldırıları var. İç savaşın başından bu yana Türkiye, Suriye topraklarından gelen yüzlerce saldırıya maruz kaldı. Bir de terör örgütü ve Esad rejiminin zaman zaman dile getirdiği toprak talepleri var. Biri “Kürdistan kuracağız” diyor, diğeri “Hatay bizim” diyordu. Tüm bunlara karşın, hiçbir şey olmuyormuş gibi havaya bakıp ıslık çalarak “Ne işimiz var?” denilebilir mi?
Vizyonsuzluk Sorunu
Dış politikada, özellikle de bu yazının konusu olan Suriye meselesinde, başta CHP olmak üzere muhaliflerin üçüncü temel sorunu da vizyonsuzluk. On yıllar boyunca iktidardan uzak kalan ve dolayısıyla devlet yönetme becerisi geliştirememiş olan CHP, dış politikayı da sadece parti içi çekişmeler çerçevesinde, belirli ezberler üzerinden yorumlayabiliyor. Herhangi bir dış politik sorunda ayakları yere basan bir siyaset üretme yeteneğinden yoksun bir parti var karşımızda.
Siyasetin büyük oranda asker sivil bürokrasinin vesayeti altında olduğu yıllar boyunca CHP’nin bir siyaset üretmesine gerek kalmıyordu. Onlar her şeye sadece yüksek sesle itiraz ediyor; asker, yargı ve bürokrasi içindeki zihinsel ortakları da gereğini yapıyorlardı. Ancak sivil kadrolar, vesayet sisteminin etkisinden kurtuldukça gelişen her yeni duruma uygun siyaset üretme zorunluluğu kaçınılmaz bir gerçeklik olarak ortaya çıktı. Böyle bir tarza alışık olmayan CHP, bu noktadan itibaren “sudan çıkmış balığa” döndü.
Klasik ezberleriyle de yol yürüyemez oldu. Parti bugün adeta kilitlenmiş, kendi içine kapanmış, halkın ve ülkenin gerçek sorunlarından kopuk, ayakları havada birtakım söylemler üzerinden günü kurtarma çabasında. Örneğin bütün dünyanın gözlerinin kilitlendiği Gazze soykırımı yaşanırken CHP olayın sadece laiklik boyutuyla ilgili tartışmalara boğuldu. HAMAS'ın yapısı dışında bir fikir ortaya koyamadı.
Aynı şey şimdi Suriye devrimi konusunda da geçerli. Önce Fransız mandası, sonra 61 yıllık bir diktatörlükten kurtulan bir halk var. Ülkenin her şehri zalim rejimden kurtuluşu coşkuyla kutluyor. Baas rejiminin aslında çoktan bilinen tüm vahşeti gözler önüne serilmiş. Esad'ın işkence hanelerinde insanların ezilip parçalandığı pres makineleri bulunmuş. CHP yönetiminin aklına gelen ilk şey ise Alevilere (olmayan) zulüm ve Şam’da barların açılıp açılmayacağı, yeni iktidarın alkol satışına izin verip vermeyeceği.
Oysa o sıralarda Suriye’de yeni oluşan iktidar, Hristiyanların Noel bayramını resmi tatil ilan ediyor. Tüm azınlıkların haklarının korunacağını, hatta rejime hizmet etmiş asker ve diğer bürokratların suça bulaşmamış olanlarıyla sorunları olmadığını, tüm Suriyelilerin eşit vatandaşlar olarak kabul edileceğini garanti etmiş bulunuyor.
Devrimin üzerinden henüz iki hafta geçmiş olmasına rağmen Batı dünyasının tüm önde gelen ülke temsilcileri yeni lider Ahmet el-Şara ile diplomatik ilişkiler kuruyor. Ama Özgür Özel “HTŞ kendisine göre bir rejim kuruyor. Biz orada olmayız” açıklaması yapıyor. Bütün dünya liderleri Şara’nın ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmek için sıraya girmişken, hatta ABD Başkanı Trump “Suriye’nin anahtarı Türkiye’de” diye duyurmuşken bu kişi, “Erdoğan’ın dünyadan haberi yok” diyebiliyor.
Hatta hızını alamayıp, Erdoğan’la görüşen Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’e bile “Biz burada neciyiz?” diye çıkışıyor. Yine Trump’ın “Erdoğan çok güçlü bir ordu kurdu. Yıpranmamış bir ordusu var” sözlerini her nasılsa yanlış yorumlayıp “Hepimiz biliyoruz ki Trump TSK’yı değil, HTŞ’yi kastetti” şeklinde akla ziyan açıklamalar yapabiliyor.
Tüm bunlara sebep olan olgular, yukarıda açmaya çalıştığımız mezhepçilik, vizyonsuzluk ve özelde Suriye’ye, genelde Ortadoğu’ya hijyenik bakış. Bunların vardığı nokta olarak da siyaset üretememe cenderesine sıkışmış bir parti yapısı.
Bu durum isimlerle de ilgili değil. Daha geçen seneye kadar pek çok muhalif çevre CHP’nin seçim kazanamamasının sebebi olarak Kılıçdaroğlu’nu gösteriyordu. Ama yerine Özgür Özel geldikten sonra da “Batı cephesinde değişen bir şey” olmadı. CHP fikri bir çöküş yaşıyor. Hiçbir konuda ideolojik bir tutarlılık ve topyekün bir siyasi tutum belirleyemiyor. Aslında belki de bitmekte olan 21. yüzyıl ile birlikte, CHP ve onun taşlaşmış zihin yapısı da nihayete eriyor. Eğer kendi içinde radikal bir dönüşüm gerçekleştiremez ve yaklaşan yeni dünyaya ayak uyduramazsa, önümüzdeki yıllarda Ortadoğu'nun son Baas partisi CHP’nin de dağılıp gittiğine şahit olabiliriz.